Üç Yönde Bir Konu
Hakîmler (bilgeler); “kötülükler”in varlığı itirazına; üç bölümlü bir cevap vermişlerdir:
a) Şerlerin mahiyeti (kötünün neliği) nedir? Kötülükler, şerler; varlığa, varoluşa ilişkin ve gerçekliği olan şeyler midir? Yoksa yokluğa ilişkin ve nispî olan hususlar mıdır?
b) Şerler ister vücûdî (varoluşsal), ister ademî (yokluk kökenli) olsunlar; acaba hayırlar ve şerler birbirinden ayrılabilirler mi? Yoksa ayrılamaz şeyler midir? Diyelim ki birbirinden ayrılmaz nitelikte olsunlar; böyle ise, acaba tüm evrendeki iyilik ve kötülüklerin toplamı göz önünde tutulursa, evrene iyi mi diyebiliriz kötü mü? Hangisi ağır basar? Hayırlar mı şerlere üstün gelir, yoksa şerler mi hayırlara? Yoksa evrende iyi ve kötü birbirine denk mi gelir?
c) Şerler ister vücudî, ister ademî olsunlar; ve yine, ister hayırlardan ayrılamaz, ister ayrılabilir olsunlar, acaba şer gerçekten şer midir? Bu şerde hiç hayır yönü yok mudur? Hiç değilse başka bir hayra veya birkaç hayra temel ve başlangıç, vesile olarak görülemez mi? Yoksa her şerrin içinde bir hayır, hatta hayırlar mı gizlidir? Her şer; bir veya birkaç hayrın doğumuna mı vesiledir?
Birinci bölümde, ikici görüşlerin (düalizm, seneviyye) cevabı verilmiştir. İkici görüşler, varlık için iki mebde’, iki “prensip” kabul ederler. İkinci bölümde, şerleri İlâhî hikmete karşı birer şüphe vesilesi olarak gören materyalistlerin ve şerlerin adl-i İlâhîye karşı eleştirme vesilesi kılmaya kalkışan kişilerin cevabı verilir. Üçüncü bölümde, varlık âleminin güzel mi güzel düzeni açıklanır. Bu üçüncü bölüm, birinci bölümde verilen cevabı tamamlayan yararlı bir cevap, bağımsız fakat ikna edici bir cevap olarak alınabilir.
Yöntemimiz
İslâm hakîmlerinin bu konuda ele aldıkları hususları, biz de yeni bir şekilde ele alarak “şerler” adı verilen sorunların zihinlerde doğurabileceği şüpheleri cevaplandırmaya çalıştık. Bu kitapta sunduğumuz cevap; İslâm bilgelerinin ve özellikle Sadr’ul Müteellihin’in (126) “şerler” sorununda verdiği cevap ile aynı unsurları kapsar. Bizim cevabımız ile bu hâkîmlerin cevabı mahiyet yönünden aynıdır. Aradaki fark, bizim bu konuda başka bir yöntem seçmiş olmamızdandır. Bunun sebebi de, bizim; “şerler” meselesini “adl-i İlâhî” açısından ele almış ve incelemiş olmamızdır. Oysa İslâm hakîmleri bu konuyu “tevhid” bahsinde, ikici görüş sahiplerinin ortaya attıkları şüphe cevaplandırılır ve reddedilirken, veya “Allah’ın ilim ve inayeti”, İlâhî Kaza’nın “şerler” ile nasıl bağlantısı kurulabileceği konusu incelenirken ele almışlardır. Bu sebeple de onların cevapları doğrudan doğruya kendi inceledikleri bu sorunları ilgilendirmektedir. Ancak dolayısı ile bu cevaplardan adl-i İlâhî konusunda da yararlanılabilir.
Varlıkta İkilik Sorunu
İkici görüş taraftarlarının bu alanda ileri sürdükleri veya onların düşünceleri dolayısı ile beliren şüpheye daha önce de değinmiştik. Bu şüphe şu şekilde belirmekte; ortaya çıkmaktadır:
Varlıklar, var olan şeyler, iki kesime ayrılırlar: İyi varlıklar ve kötü varlıklar. Bunlardan her birinin başka bir ilkeden sudur etmesi ister istemez gereklidir ki bu şekilde, “iyi”nin ve “kötü”nün ayrı yaratıcıları bulunduğu kabul edilsin. Aslında bu ikici görüşün taraftarları, Tanrı’yı “kötü”den tenzih etmek, arındırmak ve aklamak istemişler, ne var ki böylece ona ortak koşma durumuna düşmüşlerdir. Evreni “iyi” ve “kötü” diye ayıran ikici görüş taraftarları kötü saydıkları şeylerin varlığını gereksiz görürler, hatta sadece gereksiz ve fazla görmekle kalmayıp, “zararlı” olduklarını da kabul ederler. Böylece, bu kötülükleri de bir Allah’tan, yahut Tanrı karşısında bir güçten bildikleri için de, onların zihnindeki gerçek Tanrı telakkisi, şöyle olur: Tanrı, iyi niyetli, fakat âciz bir insan durumundadır. Durumdan o da hoşnut değildir. Fakat kötü ve kötülük isteyici bir rakip karşısında bulunmaktadır ve bu rakip; Tanrı’nın isteğine karşı bozgunculuk ve helâk doğmasına sebep olmaktadır.
Seneviyye (ikicilik, düalizm) taraftarları; Allah’ın sonsuz gücü ve yenilmez iradesi, rakipsiz kaza ve kaderi inancı ile; Allah’ın hakîm, âdil ve “hayr” oluşu inancını uzlaştıramamışlar, bu iki inancın birlikte bulunmasını açıklayamamışlardır.
İslâm ise Allah’ı bir yandan her varlığın yaratıcısı, sonsuz rahmet ve hikmet sahibi olarak bilirken, diğer yandan O’nun Kaadir İradesi’ne ve karşı konmaz gücüne de en küçük halel getirmemektedir. Her varlığı O’na dayandırarak açıklayabilmektedir, hatta İblis’i ve onun aldatışını bile!
İslâm açısından, “şer” sorunu bir başka biçimde çözülmektedir. Bir bakışla dünyada “iyi” ve “kötü” bulunduğunu, ancak diğer bir bakış açısından yaratılış düzeninde “kötü” olmadığını, olanın “hayr” olduğunu, bu düzenin en güzel düzen olup bundan daha iyi ve güzelinin var olamayacağını söylemektedir:
Bu tarz bir cevapta, kötülükler (şurûr) konusu aklî bir açıdan ele alınmakta ve kendisinde varlık ve yokluk sorunlarının derinlemesine ele alındığı bir özel felsefî görüş açısından incelenmektedir. Bu felsefenin düalizm, ikici görüşe verdiği cevap şudur: “Kötü”, aslında gerçekliğe ve özgün bir varlığa sahip değildir. Böyle olunca da “kötü”nün de bir yaratıcısı olmak veya ayrı bir yaratıcısı olmak gerekmez. Bu hususu da iki tarzda açıklamak ve dile getirmek mümkündür: Şer, ademîdir (şer, yokluğa ilişkindir, dış gerçeklikten yoksundur). Veya bir diğer deyişle “şer nisbîdir”. (Mutlak anlamı yoktur, içinde bulunulan şartlara göre “şer” olarak nitelendirilmektedir). Bu iki hususun açıklanması ile; varlıkta ikilik şüphesi tamamıyla giderilmiş olacaktır.
Şer Ademîdir
Basit ve sade bir inceleme ortaya koyar ki, “kötü”nün mahiyeti “yokluk”tur, “adem”dir. Diğer bir deyişle “kötülükler”in tümü yokluk (adem) türündendirler. Bu konunun uzun bir geçmişi vardır, bu düşüncenin kökeni de Eski Yunan’a kadar gider. Felsefe kitaplarında, bu görüşün özellikle Eflâtun (Platon) tarafından ileri sürüldüğü aktarılır. Platondan sonra gelenler; bu ana düşünceyi daha geliştirmişler ve ayrıntıları ile açıklayabilmişlerdir.
Biz de bu görüşü doğru ve temel bir görüş olarak bildiğimizden, bu kitabın boyutlarına uygun bir biçim de burada açıklamaya çalışacağız. Bu açıklamaya başlamadan önce, saygı değer okuyucuların, konunun ağırlığı dolayısı ile, amacı kavramak için sabır ve gayret göstermelerini istirham ederim. Konunun, kavranmaya ve anlaşılmaya değer olduğu düşüncesindeyim. Tabiatıyla mümkün olduğu ölçüde açık bir ifade kullanmaya ben de gayret edeceğim.
“Şer ademîdir” diyenlerin söylemek istedikleri, “şer” olarak bilinen şeylerin var olmadıkları değildir. Eğer bu kastedilse idi, bunun zorunlu olarak kabul etmemiz gereken bazı gerçek yargılarına aykırı düştüğü, “hilâf-ı zaruret” olduğu kabul edilebilirdi. Duyularımızla kavramaktayız ki körlük, sağırlık, zulüm, bilgisizlik, güçsüzlük, ölüm ve deprem vardır, bunlar gibi diğerleri de. Şu hâlde bu gibi şeylerin var olduğunu da, şer olma niteliklerini de inkâr edemeyiz. Yine, “şer ademîdir” derken, şunu da söylemek istemiyoruz: Şer ademî olduğuna, gerçekliği bulunmadığına göre, kısaca “şer” diye bir şey “yok” demektir, olmayan şeye karşı da insanın ne ödevi olabilir ki? İnsanın ödevi; kötülüklerle, kötülerle savaşmak, iyilikleri doğrulamak ve elde etmeye çalışmak, iyilere de arka çıkmak ve desteklemek değil midir? İmdi; her durum “iyi” olduğuna, “kötü” olmadığına göre, mevcut duruma herhâlde rıza göstermeli, hatta mevcut durumu (statusquo) olabilecek en iyi durum olarak kabul etmelidir.
Hüküm vermekte acele etmeyin: Ne kimse körlüğü, sağırlığı, hastalığı, zulmü, yoksulluğu reddediyor, varlıklarını görmezlikten geliyor, ne de kimse bunların şer oluşlarını, kötülüklerini kabul etmekten kaçınıyor. Ne de insanların dünyayı değiştirme ve toplumu olgunlaştırma, ileriye götürme konusundaki sorumlulukları inkâr edilmek ve insan bu görevinden alıkonmak isteniyor. Âlemde tekâmül söz konusu olduğu, özellikle insanın tekâmül etme yükümü, insanın yüklendiği görevi, elçiliği yerine getirmesi gerektiği ilkesi, evrenin güzel düzeni ile doğrudan doğruya ilişkili, onun bir parçasıdır. Şu hâlde söylenmek istenenler bunlar değildir. Söylenmek istenen şudur: Bütün bunlar, “yokluklar” (ademiyyât) ve “var olmayışlar, eksiklikler” (fıkdanât) türündendir. Bu gibi nesnelerin varoluşları aslında “var olmama, eksiklik” (kem-bûdî-ha) ve “boşluklar” (halâ-ha) türünden olup bu yönden “şer”dirler. Şer olmaları, eksiklik, yokluk, boşluk olmalarından veya yokluk, eksiklik ve boşluklara köken olmalarından dolayıdır. Evrenin zorunlu tekâmül düzeni içinde insanın görevi ise, eksiklikleri telafi etmek, gidermek; boşlukları doldurmak, bu boşluklar ve eksikliklerin kökenlerini de kökünden kaldırmaya uğraşmaktır.
Bu çözümleme kabul edilirse, bu alanda atılacak ilk adım ve varılacak ilk aşama gerçekleşmiş demektir. Doğacak sonuç da şudur: Zihnimizden, “şerri kim yaratmış olabilir?” sorusunu söker ve atar. “Bazı varlıklar niçin hayr, bazıları ise niçin şerdir” sorusu da önemini yitirir. Şer olan şeyin “varlık” değil “yokluk” ve “boşluk” cinsinden olduğunu, böylece de ikici görüşün, varlığın iki kökenli olduğu, iki ilkeden oluştuğu görüşünün temelini de ortadan kaldırır.
Ancak, bu soruların ve ikicilik şüphesinin ortadan kalkmasına rağmen, “Adl-i İlâhî ve hikmet-i bâliga” (Allah’ın adaleti ve eşsiz hikmeti) yönünden, önümüzde daha başka aşamalar vardır. Bu aşamaya vardıktan, ilk adımı attıktan sonra, bu aşamalara da varmaya çalışmalıyız.
İyilikler ve kötülükler evrende birbirinden kesin olarak ayrılmış iki kesim değildirler. Cansız varlıkları (cemadat) bitki evreninden (nebatat) ve bitkileri de hayvanlardan (hayvanat) ayırabileceğimiz kadar da arada bir sınır yoktur. Kötülüklerin; dış gerçekliği olan nesneler arasında özel ve belirli bir dizi oluşturduğu, bu diziye giren nesnelerin mahiyetini kötülüğün meydana getirdiği, bu nesnelerin özünde hiçbir iyilik bulunmadığı; buna karşılık iyiliklerin de ayrı bir dizi oluşturup kötülüklerden ayrı bulundukları söylenemez. İyilik ve kötülük birbirine karışmış durumdadır. Birbirinden ayrılmazlar. Doğada kötülük ve iyilik aynı yerde bulunurlar, iyiliğin olduğu yerde kötülük, kötülüğün olduğu yerde iyilik vardır. Doğada iyi ve kötü öylesine karışmıştır ki, karışma değil bileşmeden de neredeyse söz edilebilir. Ancak; bu bileşim, kimyasal bileşimler gibi değildir, daha derin, daha anlamlı bir bileşim vardır. Bu bileşime, vücud ve ademin, varlık ve yokluğun bileşimi denebilir.
Varlık ve yokluk yine dışta iki ayrı kesim oluşturmazlar. Yokluk hiç hükmündedir ve varlığın karşısında belirli bir konumu olamaz. Ne var ki, doğa âleminde kuvve ve fiil (yeti ve eylem; bir şeyin var olması imkân ve yeteneği ile gerçekten var olması, eyleme geçmesi), hareket, tekâmül, karşıtlık (tezad) ve birikim (tezahüm) vardır. Varlıklar göründüğü için, yokluklar da söz konusu olabilmektedir. Meselâ “körlük”ten söz ettiğimizde körlüğün özel bir şey ve belirli bir gerçeklik olup görmeyen gözde var olduğunu sanmamız gerekmez. Körlük demek “görme yeteneği”nin eksikliği demektir, başlıbaşına bir varlığa sahip değildir.
İyilik ve kötülüğün ilişkisi de varlık ve yokluk ilişkisinde olduğu gibidir. Hatta iyilik varlıkla, varoluşla; kötülük de yoklukla özdeştir. Nerede bir kötülükten söz ediliyorsa; kökeninde bir yokluk, bir eksiklik var demektir. “Kötülük“, ya başlı başına bir yokluktur, yahut da, bir tür yokluğun ortaya çıkmasını gerektiren bir varlıktır. Diğer bir deyişle, öyle bir varlıktır ki” kendisi, kendisi olarak, kendisi olmasından ötürü iyidir, kötü olması ise, bir yokluğu gerektirmesinden dolayıdır. Ancak yokluğu gerektiren yönü dolayısı ile kötüdür, başka yönden değil. Biz; bilgisizliği, yoksulluğu, ölümü kötü biliriz. Bunlar özleri bakımından “yokluk” türündendirler. Yırtıcı hayvanları, sokup zehirleyenleri, mikropları, âfetleri de kötü biliriz. Bunlar ise başlıbaşına yokluk demek olmayıp, yokluğa sebep olan şeylerdendirler.
“Bilgisizlik”, ilim eksikliği ve yokluğu demektir; “ilim” ise bir gerçeklik ve gerçek olgunluk demektir. Buna karşılık; cehalet ve bilgisizliğin gerçekliği yoktur. “Cahil” dediğimizde, ilmi olmayanı kastederiz. Ancak, bunun anlamı, o kişinin “ilim eksikliği, ilminin var olmayışı” (fıkdan-ı ilm) olarak adlandırılan belirli bir sıfatı olduğunu, bilginlerin ise bu sıfata sahip olmadıklarını göstermez. Bilginler; bilim öğrenmeden önce, bilgisizdirler. Bilgiyi elde edince, bir şey yitirmiş olmazlar, sadece bir şey kazanmış olurlar. Şu hâlde bilgisizliğin bir dış gerçekliği olsa idi; bilgi kazanmak, bilgisizliğin giderilmesi demek olduğuna göre, bir niteliğin başka bir nitelik ile değiştirilmesi söz konusu olurdu. Bir cismin, biçim ve nitelik değiştirerek başka bir biçim ve nitelik kazanması gibi olurdu.
“Yoksulluk” da bazı şeyleri olmamak, onlardan yoksun olmak demektir, yoksa bir şeyleri olmak demek değildir. Yoksul, servet namına bir şeyi olmayan demektir, yoksa “yoksulluk” diye dış gerçekliği olan bir şeyi olan kimse demek değildir, yoksul da zengin gibi bir şeye malik sayılamaz, zenginin serveti, yoksulun da yoksulluğu var denemez.
Buna karşılık; sokan hayvanlar, yırtıcı hayvanlar, mikroplar, seller, depremler, âfetlere gelince; bunların kötü olmaları da ölüme sebep olmaları veya bir uzvun yahut bir gücün yitirilmesine sebebiyet vermeleri dolayısı iledir. Yine bu gibi “kötülük”lerin kötülük sayılmalarının bir diğer sebebi de olgunluk ve erginliğe, istidatların kemale erişmesine engel olmaları dolayısı iledir. Sokarak zehirleyen hayvanlar ölüme veya hastalığa sebep olmasa idiler kötü sayılmazlardı. Seller ve depremler mal ve can kaybına sebep olmasalardı yine kötü sayılmazlardı. Burada kötülük; bu kayıplar (telefat), bu elden verişler dolayısı iledir. Yırtıcı bir hayvanı kötü diye adlandırışımızın sebebi; onun özünün, özel mahiyetinin kötü bir mahiyet oluşu dolayısı ile değildir, bu yırtıcı hayvanın başka birinin ölümüne sebep olabilmesi dolayısı iledir. Gerçekte, bizatihî kötü olan işte bu “hayatı kaybetme” olgusudur. Yırtıcı varsa, fakat yırtıcılık yapmıyorsa, kimsenin hayatını kaybetmesine sebep olmuyorsa; “kötü” değildir. Buna karşılık, yırtıcı bir hayvan orada yoksa, buna rağmen hayat yitirilmesi olgusu ile karşılaşıyorsak, yine bu olguya “kötü” diyebiliriz.
Sebep-sonuç ilişkisi açısından, gerçek eksiklikler, meselâ yoksulluk ve bilgisizlik; mikrop, sel ve deprem, savaş ve benzerleri gibi ikinci tür kötülüklere neden olurlar, diğer bir deyişle kötü olmaları eksiklikler ve yoklukların kökeni olmalarından ileri gelen kötülükleri doğururlar.
Bu ikinci tür kötülüklerle savaşabilmek için, önce birinci tür kötülüklerle savaşmamız, cehalet, aciz, yoksulluk gibi boşlukları doldurmamız gerekir ki; ikinci tür kötülükler de ortaya çıkmasın.
Ahlâk alanında ve kötü sıfatlar konusunda da durum böyledir. Zulüm kötüdür, çünkü mazlûmun; zulüm görenin hakkı çiğnenmektedir. Hak, bir varlığın ona istihkak kazandığı şeydir, onca elde edilmesi gereken şeydir. Meselâ ilim insan için bir “kemal”, olgunluk demektir. İnsanın istidadı, yeteneği; bu kemale erişmeyi ister, ona doğru yönelir, bu sebeple de ilim elde etmeye hak kazanmıştır. Onun öğrenim hakkı elinden alınırsa; bu zulüm demektir, kötüdür. Çünkü; bu tutum; bir kemale erişmeyi önlemiş, bir eksikliğe sebep olmuştur. Yine şunu da göz önünde tutmak gerekir ki, zulüm, zalimin kendisi için bile kötüdür. Çünkü onun yüce istidatlarının gelişmesi için zararlı olmakta, onlarla çelişmektedir. Zalimin, öfke gücünden daha üstün bir gücü olmasa idi, zulmün zalim için de kötü olduğu söylenemez, daha doğrusu zulüm kavramı onun için söz konusu olmaz, bir anlam taşımazdı.
Kötülüklerin “yokluk” türünden olduğu anlaşıldıktan sonra, düalistlere verilecek cevap da ortaya çıkmaktadır. İkicilerin ortaya attığı şüphe şu idi. Evrende iki tür varlık vardır, şu hâlde ister istemez evren için iki yaratıcı düşünmek zorundayız.
Cevap şudur: Evrende gerçekten var olan sadece bir tür varlık vardır. Bu varlık türü de iyilikleri karşılar. Kötülükler ise “yokluk” türündendir ve dolayısı ile “yokluk”, “mahlûk” değildir, yaratılmamıştır. Yokluk; “yaratmamak” kabilindendir, “yaratma” türünden değildir. Şu hâlde bir varlıkların, bir de yoklukların yaratıcısı olmak üzere iki yaratıcının varlığından söz edilemez. Varlık ve yokluk; güneş ve gölge gibidirler. Bir çubuğu güneşe karşı yere çaktığımızda, bu çubuk dolayısı ile güneş ışınlarının düşmediği yer karanlıkta kalır, güneş ışığından aydınlanmaz, buna “gölge” deriz. Gölge nedir? Karanlıktır ve karanlık da ışığın bulunmamasından başka bir şey değildir. Işık; evreni aydınlatan güneşin odağından gelmektedir denildiğinde, “gölge nereden kaynaklanır?” diye de sormak, gölgenin kaynağını öğrenmeye kalkışmak gerekmez. Gölge ve karanlık; bir şeyden kaynaklanmış değildirler ve kendi kendilerine bağımsız bir kaynak ve ilke olamazlar.
İşte hakîmlerin, “Şerler mec’ul bizzat değildirler, mec’ul bi’t-teba ve bi’l-arazdırlar.” sözünün anlamı budur.
Şer Nisbîdir
Eşyanın onlarla nitelenmekte olduğu sıfatlar iki türlüdür: Gerçek ve nisbî. Bir sıfat, bir şey için her durumda ve başka hiçbir şeyi nazara almaksızın, var oluyorsa, o sıfat “gerçek (hakikî)dir. Bir “zât”ın o sıfat ile nitelendirilebilmesi için o sıfat ve o zatın varsayılması yetişir. Nisbî sıfata gelince, sadece nitelendirilen şey ile sıfatı var saymak yetişmez, bir de nisbet etmeyi ve mukayeseyi gerektiren üçüncü bir öğe bulunmalıdır. Bu durumlarda sıfat nisbîdir.
Hayat, “hakikî” bir husustur. Bir şey, başka bir şey ile mukayese edilmeyi, karşılaştırılmayı gerektirmeksizin, ya canlı veya ölüdür. Aklık ve karalık da (renkler gerçekliğe dayanıyorlarsa) hakikî sıfatlardır, beyaz bir şey kendi başına beyaz, siyah olan da kendisi siyahtır. Nicelik de böyledir (kemmiyyet ve miktar). Birçok diğer sıfat da örnek verilebilir.
Buna karşılık; küçüklük ve büyüklük nisbî sıfatlardandır. Meselâ bir cismin küçük olduğunu söylersek, neye nisbetle küçük olduğunu da düşünmek gerekir. Her şey, bir şeye nisbetle küçük, bir başka şeye nisbetle büyük, şu hâlde hem küçük hem büyük olabilir. Bu hüküm, hangi şeyi ölçüt aldığımıza bağlıdır.
Meselâ bir elma veya armuda küçük, diğerlerine büyük dersek, burada ilk elma veya armut ikincilerine oranla küçüktür. Aynı örneği meselâ bir karpuz için de tekrarlayabiliriz.
“Çok küçük” saydığımız karpuz, büyük elmaya oranla daha büyüktür. Ancak, elma ile değil diğer karpuzlarla oranladığımız ve karşılaştırdığımız için küçük olduğunu söylüyoruz.
Çok büyük bir karınca gördüğünüzde ve büyüklüğüne şaşırdığınızda, çok küçük bir devenin, küçüklüğüne şaşakaldığınız bir devenin boyutlarını düşünün, görürsünüz ki çok küçük deve, çok büyük karıncadan çok çok büyüktür. Çok küçük; nasıl oluyor da çok büyükten büyük oluyor? Bu çelişki midir? Hayır, çelişki yoktur. O “çok küçük”, develerin çok küçüğüdür. Başka develerden soyutlayarak elde ettiğimiz bir deve imgemiz vardır, ona göre çok küçüktür. O “çok büyük” ise, karınca imgemize göre çok büyüktür.
İşte bu anlamdadır ki büyüklük ve küçüklüğün nisbî olduğunu söylüyoruz. Niceliğin kendisine gelince, nisbî değil hakikîdir. Yüz elmamız varsa, bu sayı, başka bir şey ile karşılaştırılarak elde edilmiş değildir. Bu yüz elmanın hacmi de meselâ yarım metreküp ise, bu hacim de böyledir.
Adet ve miktar, nicelik kategorisine girerler. Küçüklük ve büyüklük ise görecelidirler. Sayılar hakikî, şeylerin “birinci”, “ikinci” vs. gibi sıralanmaları ise görecelidir, izafîdir.
Bir toplumda çıkarılan bir kanunun iyi olması, bireylerin ve toplumun yararını bir arada gözetmesi ve kamu yararını bireyin yararına öncelikli tutmakla birlikte mümkün olduğu ölçüde insan hak ve hürriyetlerini de sağlaması ile olur. Ancak, her bireye yüzdeyüz hürriyet tanınması mümkün değildir. Şu hâlde bireyin hürriyetlerini ölçü olarak alınca, kanunların iyiliği nisbî bir özelliktir. İyi kanun, mümkün olan en çoğu güvenceye bağlayabilendir. Bu kanun, daha azı sağlayabilen diğer kanunlara oranla iyidir.
Şimdi şunu görelim: Kötülük hakikî bir sıfat mıdır, yoksa nisbî mi? Önceden, iki tür “kötü” olduğunu söylemiştik. Başlıbaşına, bizatihî “ademî” olanlar ve “vücudî” olmalarına, bir varlıkları bulunmasına rağmen, bir dizi “ademî” şeye köken olan, yokluğa ve kayba sebep olan şeyler. Kendisi yokluk ve boşluk demek olan, “ademî” şerler; bilgisizlik, aciz, yoksulluk, hakikî sıfatlardır, ancak “ademî”dirler, dış varlıkları yoktur. “Ademî” olan hususlara köken oldukları için kötü olan şeyler de, sel, deprem, zehirli veya yırtıcı hayvanlar, hastalık mikropları gibi şeylerdir ki bunların kötü oluşları nisbîdir. Bunlar belirli şey veya şeylere oranla kötüdürler. Yılan zehiri; yılanın kendisi için değil, ondan zarar gören canlılar için kötüdür. Kurt, kendisine ve otlara göre kötü değildir, koyuna göre kötüdür. Koyun da otu yediği ve yok ettiği için ota göre kötüdür. Kendine, insana ve kurda göre kötü değildir.
Mevlevî (Mevlâna Celâleddin-i Rumî) şöyle der:
Zehr-i mâr, ân mâr-râ başed hayât
Leyk ân mer demî ra şod memât
Pes bed-i mutlak ne-bâşed der cihân
Bed be-nisbet bâşed, in râ hem bedân. (126)
Yılan zehri, yılanın kendisi için hayat demektir
Ancak, insan için ölüme sebep olur.
Şu hâlde evrende mutlak kötü yoktur.
Bunu da öğren: Kötü, görecedir, bir şeye oranla kötüdür.
Diğer taraftan, her bir şeyin gerçek varlığı, halk ve icadın (yaratışın) ona yöneldiği ve ilişkin olduğu varlık, gerçekliği olan varlıktır. Şu hâlde yaratışa konu olan varlık, şeylerin “kendileri için” (li-nefsihi), varlıklarıdır, başkalarına oranla ve başkaları için varlıkları (li-gayrihi) ise, yaratışa konu olmayan dış gerçekliği olmayan, itibarî varlıktır.
Başka bir deyişle: Her şeyin bir “li-nefsihi” varlığı vardır, bir de “li-gayrihi” varlığı. Daha doğru olarak: Her şeyin varlığı iki açıdan itibar olunur. Bu itibarlardan, bakış ve hüküm verme açılarından birisi: “İ’tibar fî-nefsihi ve li-nefsihidir.” Diğeri de “itibar 1i-gayrihi“dir. Eşya; kendileri, kendileri için var oldukları nazara alınırsa, gerçekliğe sahiptirler, bu bakış açısından “kötü” değildirler. Her şey kendi kendisi için iyidir. Kötü ise başka bir şey için kötüdür. “Akrep kendisi için de kötüdür” denebilir mi? Kurt kendisi için de kötü müdür? Hayır, şüphesiz kurt da, akrep de kendileri için iyidir; biz kendimiz için ne isek, onlar da kendileri için odurlar. Şu hâlde bir şeyin kötü oluşu o şeyin kendi varlığında böyle değildir. (Fi-nefsihi) . O şeyin “bi’l-izafe” (başka bir şey ile göreceli) varlığında böyledir. Diğer taraftan, yine şüphe yoktur ki, gerçek olan, dış gerçekliği olan şey, her şeyin “kendinde”, “fî-nefsihî” varlığıdır. Bi’l-izafe varlıklar ise nisbî ve itibarî şeylerdir. Nisbî ve itibarî oldukları için de dış gerçeklikleri yoktur. Diğer bir deyişle, varlık düzeninde, bir gerçeklikleri olarak yer almazlar, dış gerçeklikleri yoktur. Şu hâlde, niçin bu nisbî varlığın onlara verildiğini sormaya da mahal yoktur. Diğer bir deyişle, bir şey iki kez var kılınmış, ona iki kez varlık verilmiş, bunlardan birisi fi-nefsihi, diğeri bi’l-izafe vücud (varlık) olmuş değildir.
Diyelim ki siz bir konuyu bir öğrencinize anlatıyorsunuz. Sonra bir daha, üçüncü ve dördüncü kez açıklıyorsunuz. Her defasında artıksız-eksiksiz anlatmış oldunuz. Sizin yönünüzden, dört kez tekrarlanan açıklamalarınızın arasında fark yoktur, aynı içeriktedir. Ne var ki bu dört açıklamanın her birinin bir sıfatı vardır, birincisi birinci, diğeri ikinci, diğeri de dördüncüdür. Siz her defasında iki iş mi gördünüz? Birincisinde konuyu anlattınız da, ikincisinde bu açıklamalara birincilik, ikincilik, üçüncülük ve dördüncülük mü verdiniz? Yoksa bu sıfatlar bir dizi itibarî, görece ve soyutlama ürünü (intizaî) sıfatlar mıdır? Dört açıklamanın birbiri ile karşılaştırılması sonucunda mı elde edilmişlerdir? İkinci şıkkın doğru olduğu açıktır. Soyutlama ürünü olan ve itibarî bulunan bu sıfatlar, aynı zamanda, dış gerçekliği olan bağlı bulundukları şeylerin ayrılmaz gereği olmuşlardır.
Bununla beraber, bu şeyler hakkında “bağımsız eşya” olarak söz edilemez. “Yaratıcı, bu izafî (görece) varlıkları, bu itibarî varlıkları niçin yarattı?” diye sorulamaz. Çünkü bu varlıkların dış gerçekliği yoktur, şu hâlde onların yaratılışı da söz konusu olmaz, ikinci olarak, bu itibarî ve soyutlama ürünü olan varlıklar, dış gerçekliği olan başka varlıkların gereklerindendir, onlardan bağımsız olarak konu olmazlar. Ancak bağımlı olarak ve şu şekilde ele alınabilirler: Tartışma konusu olan bu şeylerin; kendilerinin ayrılmaz, fakat itibarî ve soyutlama ürünü gerekleri oldukları şeyler niçin yaratılmışlardır? Bu konu, gelecek bölümde ele alınacak ve cevaplandırılacaktır.
Bu noktaya da değinelim: Birinci, ikinci, üçüncü olmanın itibarî ve soyutlama ürünü olduklarını söyledik. Şu hâlde, halk ve icat konusu olmaz, yaratılmazlar. Ancak, bu husus, takdim ve te’hir (önceye almak ve sonraya bırakmak) konusu ile karıştırılmamalıdır. İnsan veya diğer bir deyişle seçim yeteneği olan şuurlu bir fail (fail-i muhtar), bir şeyi diğerinden önceye alabilir. Bu ayrı bir konudur ve bu konu üzerinde de konuşmamız gerekir. Yukarıda verilen örneklere dikkat edilirse, bu husus da anlaşılır.
Herhâlde; itibarî hususların illete, “sebeb”e isnat ve izafe edilmeleri; mecazî ve “bi’l-araz” olur. (Töze, Zat’a bağlı olarak değil). Bu sebepledir ki hakîmler: “Şerler, bizzat yaratılış konusu olmazlar, şer olarak bizzat yaratılış sonucu (ma’lûl) ve yaratılmış (mec’ûl) değildirler” demektedirler. Onların mahlûk veya malûl olmaları “bi’l-araz”dır. Daha önce verdiğimiz örnekte olduğu gibi, “güneş, gölgenin sebebidir” dememize benzer. Elbette güneş olmasa gölge de olmazdı. Ancak, güneşin gölgeye sebep oluşu ile ışığa sebep oluşu birbirinden farklıdır. Güneş ışığın gerçek kökenidir, ancak; gölgeyi meydana getirişi aynı anlamda değildir. Gölge; gerçekten meydana getirilebilecek bir şey değildir. Gölge; nûrun, ışığın sınırlanışından meydana gelir, ışığın sınırlanışından, engellenişinden başka anlamı yoktur. Şerler de ister birinci, ister ikinci türden olsunlar, bu kabildendirler. Şerler; “itibarî ve ademî”dirler. Körlük, bağımsız bir gerçeklik değildir ki, gözleri görmeyen insanı bir yaratıcı; körlüğü ise başka bir yaratıcı yaratmıştır diyelim. Körlük, bir eksiklik, bir yokluktur, her şer de böyledir. Yokluğun, boşluğun yaratıcısı olmaz.
Adl İlkesi Açısından Şerler
Böylece, ikici görüş dolayısı ile ortaya çıkan “varlıkta iki köken ve iki tür” şüphesi ortadan kalkmış oldu. Varlığın iki tür olmadığı, şu hâlde iki yaratıcının gerekli bulunmadığı da ortaya çıkmış oldu.
Ancak, yine daha önce söylediğimiz gibi, şerlerin “ademî” olduğunu, dış gerçekliğe değil yokluk ve boşluğa ilişkin olduklarını ispat etmekle, adl-i İlâhî açısından ortaya çıkan sorunu da çözmüş değiliz. Sadece ilk aşamaya varmış olduk. Varlığın iki türe ayrılmadığını belirtmiş olduk. Var olan şeyler, “hayır” ve “şer” olarak ve varoluşları açısından ikiye ayrılmazlar. Aksine, varlık, varoluşu dolayısı ile hayır, yokluk ise yokluğu dolayısı ile şerdir. Varlıklar, yoklukla birlikte bulunduğu veya yoklukların kökeni oldukları için ve bu ölçüde kötü olabilirler. Şu hâlde varlığın kendisinde ikilik hüküm sürmekte değildir, ikici düşünceye yer yoktur. Yokluk; yokluktur, şu hâlde yaratıcıya gerek göstermez, böyle olunca da ikici görüşe temel ve gerekçe olamaz.
Adl-i İlâhî açısından ise; “şerler” konusu başka bir görünümdedir. Bu açıdan; ikilik sorunu tartışılmaz. Tartışma konusu olan husus şudur: İster varlıkta ikilik olsun, ister olmasın, niçin eksiklik, kusur, ölümlülük ve silinip gidicilik, yokluk gibi şeyler varlık düzeninde yer alabilmektedir? Niçin şu insan kör, diğeri sağır, üçüncüsünün bedenî eksikliği vardır? Bu özelliklerin “ademî” oluşları, adl-i ilâhî açısından müşkülümüzü gidermeye yeterli değildir. Çünkü, şu soru yine sorulur: Bu boşluğun, bu yokluğun yerini, niçin varlık almış değildir? Bu eksiklik, bir tür “men’-i feyz”, feyzin engellenmesi demek değil midir? “Men’i feyz”, bir tür adaletsizlik sayılmaz mı? Evrende, bu dünyanın huzursuzlukları, zahmetleri diye adlandırdığımız boşluklar bulunduğuna göre, adl-i İlâhî, bu boşlukların doldurulmasını gerektirir.
Bir dizi, varlığa ilişkin şeyler (umûr-i vücudî) de vardır ki, bilgisizlik, aciz ve yoksulluk gibi şeylerden doğmaktadır ve kendileri de bir dizi kusur ve eksikliğe, ölümlülük ve yokluğa sebep olurlar. Hastalıklar, tufanlar, yangınlar, depremler bu kabildendir. Adl-i İlâhî, bunların da, sonuçlarının da olmamasını gerektirir.
Bu açıdan konuyu ele aldığımızda iki alt konuyu incelememiz gerekecektir:
Acaba bu noksanlıklar, eksiklikler; evren olaylarından ayrılabilir mi? Bu ayırma mümkün müdür, yoksa imkânsız mı? Bunların yokluğu, evrenin yokluğu mu demek olacaktır?
İkinci husus da şudur: Bu eksiklikler “salt kötü” müdür? “Şerr-i mahz” mıdır? Yoksa onlarda “hayır” da mı mündemiçtir? Şerr-i mahz değil midir? Bunlarda yararlar da mı vardır? Bunlar olmazsa evren düzeni (nizâm-ı âlem) bozulur da bazı hayırların varlığı mı engellenmiş olur?
Kötülükler (şürûr) konusunun bundan sonra ele alacağımız ikinci ve üçüncü konusu bunlardır. İkinci konu, şimdiye kadar ele aldığımız birinci soru incelenirken aydınlanmış oldu ve ileride daha fazla aydınlanacaktır. Üçüncü konu ise, üzerinde daha fazla durmamız gereken, şimdiye kadar incelediğimiz bir konudur ki, kitabın gelecek dördüncü bölümünde ele alınmaktadır.