LAFIZLAR SAHASINDA KUR’AN DİLİ, HANGİ ROL?

Dr. Muhammed Bâkır Saidirûşen

Kur’an Dilinin Anlamı

Kur’an’ın dili sahasına girebilmek için önce Kur’an dilinden ne kasdettiğimizi, başka bir ifadeyle hangi sorunun cevabını aradığımızı açıklamamız gerekir. Kur’an dilinin ne olduğunu sorduğumuzda maksadımızın Kur’an’ın lisanı olmadığı gayet açıktır. Çünkü hepimizi bildiği gibi Kur’an’ın lisanı Arapçadır, Farsça veya İngilizce değil. Bilakis Kur’an’ın, manevi kemal ve yücelişe doğru insanları davet ve onlara kılavuzluk etmek için Allah Teâla tarafından seçilmiş bir lafız ve anlam olduğu temel ilkesinin kabul edildiği bilindiğini göre sorumuz şudur: Kur’an, kelimeler, önermeler ve cümleler açısından hangi özelliklere sahiptir? Kur’an’da kullanılan lafızlar acaba beşer örfünde vazedilmiş anlamlarına mı delalet etmektedir yoksa hakiki isimlendirmelere mi? Öte yandan insanlığın arasındaki dilin, hakikatlerin yalın betimlenmesi, fenomenlerin sebep-sonuç ilişkisinin açıklanması, söz fiili ve duygusal boyut gibi muhtelif roller ve işlevlere sahip olduğu gözönünde bulundurulduğunda, iletişim metotlarında olduğu gibi, dil de kimi zaman betimleyici bilimsel kavramlar formunda zuhur eder, bazen genel, gündelik ve diyalog bir boyut kazanır, zaman zaman da insanın estetik ve sanatsal duygularından ve yapısından kaynaklanan simgesel ve sembolik bir yönle ya da hayali tasvirler biçiminde görünür hale gelir.

Bu bakımdan asıl soru şudur ki, gerçekten de Allah Teâla, insanı gösterdiği hedeflere ve kendi mesajını anlamaya davet ederken nasıl konuşmuştur? Hangi tarzı ve yöntemi kullanmıştır? Acaba Kur’an, meselelere uzmanlık, bilim, felsefe veya irfan gözüyle mi bakmıştır, yoksa sıradan ve standart metotla mı konuşmuştur? Yahut bir dile has özel bir tarz ve metodu mu vardır? Aslına bakılırsa Kur’an’ın bir dili var mıdır? Yoksa Kur’an’da gündeme getirilen mevzuların çeşitliliğiyle uygun olması bir yandan, Kur’an’daki anlamların içiçe geçmiş zemin ve katmanları diğer yandan, bu metin çeşitli söz yöntemlerine ve dilin muhtelif ve çoklu zeminlerine mi sahiptir? Eğer bir dili varsa bu dil, genel olarak akıllı herkesin ve halkın örfünün dili midir, yoksa kendine özgü bir dil mi? Öte yandan eğer çok dilliyse bu çoğulculuğun kıstası nedir? Acaba konuların çokluğu ve çeşitliliği, bu cümleden olarak da doğal ve doğaötesi olanlar Kur’an dilinin birden fazla oluşunun kaynağı mıdır? Şu anlamda ki, Kur’an dili tabiat alanında bir boyuta, tabiat ötesinde başka bir boyuta mı sahiptir? Acaba ayetlerin muhkem ve müteşabih olarak ikiye ayrılması bu çokluğa mı dönüktür? Yoksa Kur’an’daki cümlelerin çeşitli açıları ve yönleri bulunması itibariyle çeşitli dilleri mi vardır? Yahut zaman, mekân, muhatap, karineler ve nüzul ortamlarının farklılığı, Kur’an dilinin birim mevzu ve cümlede ya da çeşitli konularda farklılaşmasının nedeni midir? Nihayet ister bir metoda ve düzeye sahip sayalım, ister dikey ve yatay çeşitli metodlara ve muhtelif düzeylere, acaba bu metin ve dil belli standartlar ve kaideler taşır mı? Başka bir ifadeyle, acaba aklî diyalog mantığı onda hükümfermâ mıdır? Yoksa bu sözün Allah’a ait olması nedeniyle kuraldışı mıdır ve hiçbir kaide ve yasayı izlemez mi?

Diğer açıdan, doğadan ve doğaötesinden bahseden Kur’an-ı Kerim’in mevzuları, kuşatıcı kapsamlılığına rağmen emir ve nehiy, tavsiye ve ahlak içerir. Ümmetlerin öyküleri ve kıssaları, göklerdeki ve yerdeki zerrelerin ve irili ufaklı parçaların, bu ikisindeki fenomenlerin betimlenmesi, insanın kaderindeki olaylar dizisinin nedenselliğinin açıklanması ve yasaların zikredilmesini kapsamaktadır. Acaba bütün bu alanlarda Kur’an’ın dilinin gerçeği anlattığı ve epistemik boyut içerdiği kabul edilebilir mi? Yoksa çok çeşitli bu biçimler nesnel bakımdan pek de konu edilmeye değer değildir de hedef, maneviyatı ve terbiyeyi ilgilendiren içsel çekirdek ve öz müdür ve bu yüzden bu biçimler gözardı edilebilir mi?

Çabamız bu ve benzeri soruların cevaplarını bulmaktır. Bu amaçla sakince ve ürkek adımlarla bunları araştırmaya koyulacağız. Aydınlık ve bilinen bir mecraya adım attığımız için bu soruları birbirinden ayırıp incelemeyi gerekli görüyoruz. Bu sebeple bahsimize Kur’an’ın kavramlarından başlıyoruz.

Kavramlar Sahasında Kur’an’ın Dili

Kur’an dili Kur’an’ın basit kelimeleri ve kavramları düzeyinde, bir de cümleler ve önermeler düzeyinde ele alınabilir. Basit olanlar tarafında, Allah’ın dikkatimize sunduğu anlamlar ve maksatları anlatmak için Kur’an’ın lafızlarını da kendisi seçtiği temel varsayımı gözönünde bulundurulursa belki en önemli konu şu olabilir: Acaba bu lafızlar, bütün vasıflarıyla hakiki isimlendirmelere mi delalet ediyorlar, yoksa örfteki kullanımını anlamayı sağlayacak şekilde isimlendirmelere ve gerçeğe mi? 

Bu soruya verilecek cevap ilk bakışta kolay görünse de mevzunun muhtelif boyutları dikkate alındığında güçlükten uzak da kalmayacaktır. Bir taraftan Kur’an, nüzulünün ve halkın arasında bulunmasının felsefesini gafleti gidermek (Kamer 17, 22, 32 ve 40), anlamalarını sağlamak (Yusuf 2, Zuhruf 3) ve insanların yücelme yolunda bilgiyi elde etmeleri (Fussilet 3) şeklinde tarif eder. Bu hedeflerin tahakkukunun, zikredilen ayetlerin değindiği ve başka ayetlerin gösterdiği gibi, muhataplarının standart anlayışıyla birlikte Kur’an’ın kelimeleri arasındaki uyum ve ahenk olduğu gayet açıktır. Ama öte yandan Kur’an’ın metni ve muhtevası incelendiğinde ve kavramları araştırıldığında Kur’an lafızlarına ilişkin yelpazenin, muhatapların bilmediği bir soyutlama eğilimi sunduğu gerçeği gözardı edilemez. Arapların zâhiren tanıdığı bu lafızlara ve onların yeni bir görüş ve kültüre duydukları inanca bakıldığında acaba bu, Kur’an’ın adeta, daha önce lugatte yer almayan ve akıllardan hiç geçmemiş tamamen yeni anlamları Arapların bildiği kelimelerin bedenine giydirdiği yaklaşımını desteklemiyor mu? Çağdaş muhakkiklerden birinin ifadesiyle, Kur’an’da “zulüm” kelimesinin anlamına bakıldığında acaba şu ayetler zulmün lafız bakımından yeniden tarif edilmesi demek değil midir:

“الَّذِينَ يَصُدُّونَ عَن سَبِيلِ اللّهِ وَيَبْغُونَهَا عِوَجًا وَهُم بِالآخِرَةِ كَافِرُونَ لَّعْنَةُ اللّهِ عَلَى الظَّالِمِي”

“Allah’ın laneti, Allah’ın yolunu engelleyen, onu saptırmak isteyen ve ahireti inkâr eden zalimlerin üzerinedir.”

Kur’an’da “bu şekildeki” kelime kullanımının çok sayıda örneğine rastlıyoruz.

Nur ve zulmet, basiret ve körlük “هَلْ يَسْتَوِي الأَعْمَى وَالْبَصِيرُ أَمْ هَلْ تَسْتَوِي الظُّلُمَاتُ وَالنُّورُ”, hayat “أَوَ مَن كَانَ مَيْتًا فَأَحْيَيْنَاهُ وَجَعَلْنَا لَهُ نُورًا يَمْشِي بِهِ فِي النَّاسِ كَمَن مَّثَلُهُ فِي الظُّلُمَاتِ لَيْسَ بِخَارِجٍ مِّنْهَا”, Allah’ın ahdi “أَلَمْ أَعْهَدْ إِلَيْكُمْ يَا بَنِي آدَمَ أَن لَّا تَعْبُدُوا الشَّيْطَانَ”, Allah’la alışveriş “إِنَّ اللّهَ اشْتَرَى مِنَ الْمُؤْمِنِينَ أَنفُسَهُمْ وَأَمْوَالَهُم بِأَنَّ لَهُمُ الجَنَّةَ”, rızk “قَالَ يَا قَوْمِ أَرَأَيْتُمْ إِن كُنتُ عَلَىَ بَيِّنَةٍ مِّن رَّبِّي وَرَزَقَنِي مِنْهُ رِزْقًا حَسَنًا”, hatta iman, asalet ve takvadan tutun hâkka, sâhha, saatin şartları ve benzerlerine varıncaya kadar tüm adlandırmaların kullanımı hayat, varlık, insan vs. hakkında yeni anlamlar ve taze hakikatler içermektedir. Kur’an iman edenlere şöyle buyurmaktadır: İman edin “يَا أَيُّهَا الَّذِينَ آمَنُواْ آمِنُواْ بِاللّهِ وَرَسُولِهِ”. Kur’an asaleti, anlamının aile soyluluğu ve cömertlik manasına geldiği bir ortamda takva ve sakınmanın karşılığı olarak kullanmaktadır:

 “إِنَّ أَكْرَمَكُمْ عِندَ اللَّهِ أَتْقَاكُمْ”

“Hiç kuşku yok Allah katında en asil olanınız O’ndan en çok korkanınızdır.”

Kur’an, insanın en yakınının bile kaçacağı takati kesen ve bilinmeyen ani bir sesi haber vermektedir:

 “فَإِذَا جَاءتِ الصَّاخَّة يَوْمَ يَفِرُّ الْمَرْءُ مِنْ أَخِيهِ وَأُمِّهِ وَأَبِيهِ وَصَاحِبَتِهِ وَبَنِيهِ لِكُلِّ امْرِئٍ مِّنْهُمْ يَوْمَئِذٍ شَأْنٌ يُغْنِيهِ “

 “Kıyamet sesi geldiğinde, o, insanın kardeşinden kaçtığı gündür; babasından, annesinden, eşinden ve oğlundan… O gün, herkesi kendisiyle meşgul eden bir gündür.”

Kur’an’ın Araplar arasında yaygın olan lafızlara giydirdiği bu ileri seviyedeki hakikatler ve bu yeni, yüksek kültür acaba yeni vazedilmiş bir şey ve Kur’an’a özgü örf değil midir?

Kelime Vazetmenin Niteliği

Kur’an’ın yenilik vazedip etmediği ve örf ortaya koyup koymadığı sorusunun cevabını alabilmek için mecburen lafız ve mana arasındaki bağı açıklığa kavuşturmak gerekir. Başka bir ifadeyle, lafızların anlamlarla irtibatının nasıl olduğu ortaya konmalıdır. Birinci bölümde lafız ve mana ilişkisinin yaratılışsal değil, vazedilmiş ve göreceli olduğu açıklanmıştı. Şimdi ise konumuz, bir anlama karşılık olarak bir lafız vazedildiğinde hangi sınırlar ve kayıtların gözönünde bulundurulduğudur. Acaba vazedenler, bir anlam için bir lafız vazetme sırasında mananın tümel veya tikel olma özelliğini, aynı şekilde lafzın tümel veya tikel olmasını dikkate alıyorlar mı? 

Genel hatlarıyla lafız ve mana ilişkisi, tümel veya tikel olması bakımından, kavramsal adı ‘vazetmenin tasavvur edilmiş kısımları’ olan dört çeşitte düşünülebilir:

a) Genel vaz, genel mevzu leh, pek çok bireyde doğrulanabilen tümel mana tasavvurudur; cins isimler gibi.

b) Özel vaz, özel mevzu leh; özel isimler gibi.

c) Genel vaz, özel mevzu leh; yani genel vazedeni tasavvur eder, ama lafzı genel için değil kanıt için vazeder.

d) Özel vaz, genel mevzu leh; yani vazeden özel vazı tasavvur eder, onun ışığında da genel manayı tasavvur eder ve lafzı genel için vazeder.

Üçüncü ve dördüncü kısım, araştırmacıların ciddiyetle üzerinde durduğu noktadır. Ama birinci ve ikinci kısmın harici varlığı üzerinde tereddüte yer yoktur. Bireylerin özel isimleri ikinci türdendir; ağaç, dağ, su, ışık gibi cins isimler ise belli bir bireye mahsus değildir. Örnek özelliklerin, bu tür lafızların anlamlarına delaleti üzerinde hiçbir şekilde etkisi yoktur.

Dilbilimcilerin dediği gibi, beyan ve dil, sözün gücünün anlamıyla ve manalara işaret eden ses simgelerinin varedilmesi ile insanın, toplumla ilişki sırasında ortaya çıkıp zuhur eden fıtri özelliklerindendir. Doğaldır ki insan önce hissedilebilen ve dokunulabilen anlamlar ve hakikatlerle irtibat halinde olarak lafızları onların karşısına ve onları intikal ettirmek amacıyla zihne yerleştirmiştir. Ama somut özelliklerin, anlamın alanını ve lafzın içeriğini sınırlama ve belirlemede herhangi bir rolü olmadığı da gerçektir. Bu yüzden fikri ve kültürel gelişme ve ilerleme, yüksek ve soyut anlamların ortaya çıkması ile bu lafızlar, özel münasebetlerle soyut ve makul anlamlarda da kullanılmış olur. Bu bakımdan anlamdaki gelişmeye veya bir lafzın somut karşılıklarının arttığına şahit olabiliyoruz. Burada şehid muhakkik Mutahhari’nin dilinden bazı örnekleri dinlemek uygun olacaktır:

Beşerin başlangıçta “ışık” kelimesinden anladığı şey, hâlâ hakikati fizikçiler açısından yüzdeyüz keşfedilmemiş, bildiğimiz hissedilen ışıktır. Ama kesin olduğu kadarıyla madde dünyasında “ışık” adında bir şey mevcuttur.

Bazı cisimler ışıl ışıldır ve ışık saçar; güneş, yıldızlar, sahip olduğumuz kandiller, lambalar gibi. Eğer bu ışıklar olmasaydı dünya tamamen karanlıkta kalırdı. Fakat varolan bu ışık sayesinde hava aydınlıktır. Işığın duyusal ve maddi olduğu söylenir. Işık, Allah’ın yarattığı varlıklardan biridir:

 “الْحَمْدُ لِلّهِ الَّذِي خَلَقَ السَّمَاوَاتِ وَالأَرْضَ وَجَعَلَ الظُّلُمَاتِ وَالنُّورَ”

“Hamd, gökleri ve yeri yaratan, karanlıkları ve aydınlığı var eden Allah’a mahsustur.”

Bu ışık, gözümüzle gördüğümüz bir şeydir. Fakat “ışık” kelimesinin karşılığı, hissedilen “ışık”la sınırlı değildir. “Işık” kelimesi, aydınlık ve aydınlatıcı herşey için vazedilmiştir. Duyusal ışığa “ışık” dememizin sebebi, hem gözümüzün önünde görünür olması, hem de görünür kılmasıdır. Görünür olan ve görünür kılan herşeye “ışık” diyebiliriz, velev ki cisim ve duyusal olmasın. Mesela ilim hakkında şöyle deriz: “İlim ışıktır.”

 “العلم نور یقذفه الله فی قلب من یشاء” 

“İlim bir nurdur, Allah onu dilediğinin kalbine yerleştirir.”

Gerçekten ilim ışıktır. Çünkü ilim, aydınlıktır ve aydınlatıcıdır. İlim, özünde aydınlıktır ve insana dünyayı aydınlatır. Akıl da ışıktır. İman da ışıktır. Kur’an imana “ışık” demiştir:

 “أَوَ مَن كَانَ مَيْتًا فَأَحْيَيْنَاهُ وَجَعَلْنَا لَهُ نُورًا يَمْشِي بِهِ فِي النَّاسِ كَمَن مَّثَلُهُ فِي الظُّلُمَاتِ لَيْسَ بِخَارِجٍ مِّنْهَا” 

“Ölü iken hidayetle dirilttiğimiz, kendisine insanlar arasında yürüyecek bir ışık verdiğimiz kimse, karanlıklar içinde kalıp, ondan çıkamayan kimse gibi olur mu?”

İman, şimşek ve güneş gibi duyusal ışıklar kabilinden değildir. İman, ayırt edici özelliği aydınlatmak olan, insana hedef ve maksadı gösteren cismani olmayan hakikattir.

Işığa bu anlamı, yani: görünür olan ve görünür kılan hakikat anlamını verdiğimizde, artık bundan fazlasını, yani göz veya akıl ya da kalp için görünür olmayı içine koymadığımızda, nasıl göründüğü ve nasıl görünür kıldığı ile ilgilenmediğimizde Allah Teâla’yı da “ışık” kabul etmemiz doğru mana olur. Yani kendi zâtında görünür olan ve görünür kılan hakikattir o.

Bu anlamda artık hiçbir şey Allah’ın karşısında ışık değildir. Yani tüm ışıklar Allah karşısında karanlıktır. Çünkü kendi özünde görünür olan ve görünür kılan şey sadece Allah’tır. Diğer şeyler görünür olsalar ve görünür kılsalar da özleri itibariyle karanlıktırlar. Allah onları “görünür” ve “görünür kılan” yapmıştır.

Işık, Allah’ın isimlerindendir: “یا نور یا قدوس” Ey ışık/nur, ey çokça münezzeh ve noksanlıktan uzak olan; “و بنور وجهک الذی اضاء له کل شیء” herşeyin onun ışığında aydınlandığı zâtının nuruna yemin olsun.

Allah “نور النور” (nurların nuru)dur: “…بسم الله النور بسم الله النور النور” O halde Allah “göklerin ve yerin nurudur”, kendi zâtında görünür olan ve tüm gayp ve şehadet âlemini görünür kılan gerçek anlamda ışıktır, duyusal ışık değil.

Lafızların anlamla bağlantısını açıklarken sözkonusu analizin manası, vaz’ın, gerçekte çeşitli kanıtların niteliği ve hususiyetlerinin etkisi olmaksızın anlam ve lafız arasında bir tür bağ kurmak olduğudur. Bu linguistik analiz, etimolojide, konuşma, güç, hayat, irade, azamet ve benzeri pek çok kelimenin vazedilmesinde geçerlidir.

“İlim” kavramı; husuli ve huzuri, bedihi ve nazari, zâti ve iktisabi olmak üzere anlamlarının tümüne kavramsal katılımla, Zât-i Bâri’yi, mümkün hususiyetlerin iptal edilmesiyle kendisi, filleri ve sıfatlarıyla tanımak olan anlamının en aşağı mertebesinden en yüce mertebesine kadar tasdik eder. 

Allame Tabatabai’nin (rh) bazı görüşlerinden, onun başka bir pencereden bu mevzuyu tahlile giriştiği sonucu çıkmaktadır. Allame, tefsir farklılıklarını açıklarken bunu karşılıklarındaki farklılıklara atıfla yapar ve şöyle der: “Biz insanoğlunun alışkanlığı, hayat, ilim, kudret, görme, kelam, irade, rıza, gazap, yaratma, emir gibi kelimelerle; aynı zamanda gökyüzü, yeryüzü, levh, kalem, arş, kürsü, melek, onun kanatları, şeytan, onun hileleri vs. kelimelerle karşılaştığımızda hepsini bu kavramların maddi karşılıklarına atfederiz.” 

Daha sonra şunları ekler: “Lafızların anlam için itibarı ve vaz’ı, maddi karşılıklarına dönük olandan daha çok onların faydaları ve hizmetlerine dayalıdır. Bu yüzden, faydaları ve gayeleri yerinde durduğu sürece lafızların yeni karşılıklara atfedilmesi sorunsuz olacak, buna önem gösterilmeyecek ve izin verilecektir. Nitekim lamba, terazi, silah gibi lafızlar her ne kadar karşılıkları değişmişse de bu işlerdeki istikrarlı fayda ve etkisi yerinde durdukça başlangıçtaki karşılıkta olsun, ister yeni karşılık olsun bu kelimelerin yeni karşılıklara atfedilmesi hakikidir. Çünkü kelimeler, özel karşılıklar için değil, anlamın hakikatine karşılık olsun diye vazedilmişlerdir. Yani şöyle: genel vaz, genel mevzu lehtir.”

Allame Tabatabai’nin sözlerinde mevcut bulunan diğer nokta şudur: “Her ne kadar lugatta kavramlar vazedilmesi ilk aşamada anlamlarla irtibat sayesinde hissedilmişse ve daha sonra zaman içinde manevi anlamlara doğru yol almışsa, bu yüzden de daha önce hissedilir olan maddi anlamlar karşısında yer almış lafızların kullanımı, mecazi kullanımın soyut ve akılla bilinen manalarına karşılık gelmeye başlamışsa da, kullanımın istikrar kazanması ve yakınlığın tesisinden sonra taayyün vaz’ı gerçekleşir ve bu, hakiki kullanım olacaktır.”

Bu tahlil, kendi konumunda pek çok güçlüğü giderecek niteliktedir. Lakin tek sorunu, zâtın ismine, yani duyumsanan şeylerin karşılığı olan manalara özgü olması, ama dilbilgisinde, hiçbir duyusal karşılığı bulunmayan iman, ümit, üzüntü ve benzeri gibi bir anlamın ismini vazetmenin niteliğine dair bir izah getirmemesidir. Bu sahada, başka bir pencereden bu mevzuya bakan bazı âlimlerin başka izahları da vardır:

Çünkü lafızlar anlamların kalıpları için değil, ruhları için vazedilmiştir, karşılığın hususiyetlerinin kavramların çerçevesi içinde payları yoktur ve kapsamlı bir mana tabiata, misale ve akla ait çeşitli karşılıklara sahip olabilir.

Bu ifade de lafız-mana ilişkisine ve vazetmenin niteliğine ilişkin bir analizdir. Gerçi muhterem ifade sahibinin sarfettiği sözün manası, yani “anlamların ruhları” üzerinde durabiliriz ama öyle görünüyor ki saygıdeğer söz sahibinin amacı, karşılıkların hususiyetleri ve niteliğinin vazedilmiş anlamda hiçbir tesiri bulunmadığını vurgulamaktır. 

Her durumda, zikredilen görüşlerden her biri üzerine görüş belirtebilir ve en ileri teoriyi araştırabiliriz, fakat bu linguistik teorinin Kur’an-ı Kerim’in kavramlarına bakışta hakettiği başarının gayet ciddi olduğu gerçeğine sırt çeviremeyiz. Teori sahiplerinin Kur’an’ın çoğu kavramında kuralsız mecazcılıktan kaçınması bu teori esasına göredir. Aynı temelde Allame Tabatabai, göğün, yerin ve tüm varlıkların Allah için “tesbih”ini (İsra 44) mecazi ve hal lisanıyla değil, hakiki ve söz lisanıyla kabul etmiştir. O, konuşmanın lafızları ve sesleri kullanmayı gerektirmediğine inanır. Çünkü kelamın hakikati, kalpte olanı bir tür delalet ve işaret vesilesiyle keşfetmektir. Sonuç itibariyle insan iç dünyasındaki maksatları tekvini yolla başkasına aktaramayacağına göre anlamlar için göreceli sesler ve işaretler olan lafızları kullanacaktır. Bundan dolayı kelamın gücü sözde değil, bu maksatları anlatabilmesindedir ve bu özellik âlemin tüm fenomenlerinde mevcuttur.

Allame aynı izahı, tüm mümkün kâinatın Allah’a secde etmesinde de (…وَلِلّهِ يَسْجُدُ مَا فِي السَّمَاوَاتِ وَمَا فِي الأَرْضِ) konu eder ve şöyle der: Secdenin hakikati, bütün yaratılmışlarda varolan itaat ve boyun eğmedir.

Kur’an’ın Kültürü Ve Arapça Giysisi

Çok eski zamanlardan beri Müslüman düşünürlerin gündeminde yer alan mesele şudur ki, acaba mukaddes şeriat koyucu ve Kur’an’ı indiren, Kur’an’ı Arapça giysiyle indirdiğinde tıpkı mucitlerin kendi icatlarına yeni bir isim verdikleri gibi yeni bir şey mi vazetmiş oldu, yoksa şeriat koyucu, Araplar arasında dolaşımdaki lafızları hiçbir nakil olmaksızın aynı lugat anlamında mı kullandı? Yahut şeriat koyucu, insanlar arasında revaçta olan lafızları, mecazi olarak, daha önceki lugat anlamlarıyla irtibatlı yeni anlamlara mı nakletti, daha sonra da bu yeni anlamlar kullanıla kullanıla şer’i hakikate veya özel bir örfe mi dönüştü?

Bazı yazarlar birinci görüşü, şârinin yeni bir şey vazettiğine inanan Hariciler ve Mutezile’ye ait saymışlardır. İkinci görüşü ise şârinin, maksatları ifade etmek üzere mevcut lugat anlamlarına şart ve kayıt ilave ettiğine inanan Ebubekir Bakıllani’ye nispet etmişlerdir. Üçüncü görüş, kendine has örflerin yaptığına benzer şekilde şârinin Arapça lafızlarda tasarrufta bulunduğuna inanan Gazali ve Razi’ye ait kabul edilmiştir.

Her halükarda Kur’an’ın, Arapların tanıdığı kelimelerin kucağına yeni anlamlar ve hakikatler koyduğu, böyle bir şeyin daha önce yaşanmadığı ve sonrasında da görülmediği inkâr edilemez bir gerçektir.

Kur’an’ın oluşturduğu kültür Arapların bütün fikri kavramlarını ve inançlarını değiştirdi. Bu paha biçilmez kitap; varlık, hayat, insan, Allah’ın âlemle irtibatı, dünyanın ve insanın geleceği, ibadet, ahlak ve toplumun gerekleri, adab-ı muaşeret, dindaşlar ile yabancılar arasındaki ilişki, koordinasyon yapısındaki mikro ve makro binlerce mevzu hakkında, o güne kadar gündeme hiç gelmemiş yeni bir dünya görüşü ve yeni düşünceler üretti. Ahmed b. Faris, el-Sahibi‘de şöyle der: “Cahiliye Arabının kendi kelimeleri, adabı, ibadetleri ve kurbanları vardı. Allah İslam’ı gönderdiğinde durum değişti, yanlış inançlar kaldırıldı ve lafızlar kendi anlamlarından yeni anlamlara nakledildi… Mümin, müslim, kâfir, münafık gibi kelimeler zuhur etti ve salat, secde, siyam, hac, zekât gibi kelimeler yeni özellikler ve şartlar edindi.”

Yine Ebu Hilal Askeri şöyle der:

İslam’da cahiliyet asrında başka anlama gelen birtakım anlamlar ortaya çıktı ve isimlendirmeler zuhur etti. Bu kelimelerin başında Kur’an, sure, ayet ve teyemmüm gelir. Allah Teâla şöyle buyurmuştur: “فَتَيَمَّمُواْ صَعِيدًا طَيِّبًا” Sonraları sıkça kullanılmasının etkisiyle “özel mesh” olarak teyemmüm yaygınlaştı. “Fısk” da Allah’a itaatten çıkmak olarak şöhret buldu. Hâlbuki bundan önceki anlamı, hurma çekirdeğinin kabuğundan dışarı çıkması ve farenin yuvasından çıkmasıydı. Küfrü gizlemeyle birlikte olan iman “nifak” olarak adlandırıldı. Puta secde “küfür” ve Allah’a secde “iman” adını aldı. Cahiliyet bu kavramlardan habersizdi. Suyuti de el-Müzhir‘de aynı noktaya değinmiştir.”

Bu sözün manası, Kur’an’ın hakiki anlamına ulaşabilmek için Kur’an’ın dinî anlam zeminini incelemek zorunda olduğumuzu ve Kur’an’ın maksadını belirlemek için sadece lugat anlamın delaletinin yeterli olmadığını göstermektedir. Bu mevzu, günümüzde modern semantiğin kendi sorunlarından biri olarak gördüğü ve tek başına lugatın, varlığımızın içindeki tüm düşünceleri ve anlamları iletemeyeceğini söylediği meselenin ta kendisidir. Bu yüzdendir ki kimileri, Kur’an’ın, Arap aklının yansıması veya belli tarihsel koşulların ürünü olmadığını, kendi anlamını yarattığını belirtmektedir.

Ahmed Emin’in tabiriyle, hiç kuşku yok Kur’an Arap lugatı üzerine indi ve onun ışığında o dönemin akıl kültürü, toplumsal ve ekonomik hayatı bilinebilir. Ama Kur’an’ın kelimeleri, ifadeleri ve anlamları tamamıyla cahiliyet çağının lugatı değildir. Çünkü Kur’an, cahiliye toplumunda kullanılmayan yeni kelimeler getirdi. Kelimeleri, daha önce gündemde olmayan yeni anlamlara tahsis etti. Cahiliyenin kullanımının dışında metaforlar ve mecazlar gösterdi.

Çağdaş yazarlardan bir diğerinin sözüyle, Kur’an’ın gelmesiyle cahiliye asrının bazı ıstılahları Kur’an’da yerinde kaldı; cennet, firdevs, cin, melaike, hac, umre ve benzeri. Cahiliye asrının yaygın ıstılahlarından kimisinin ise delaletleri değişti. Bazen genel kavramlar, Kur’an’ın dikkate aldığı özel anlamlara tahsis edildi; şeriat, rasul, salat, siyam gibi. Bazen önceden beri yaygın olan kimi ıstılahların kapsamı genişledi; küfür, fısk, nifak vs.

Bir kısım ıstılahlara, eskiye dayanan geçmişi bulunmayan yeni bir delalet kazandırdı. Aynı şekilde Kur’an’ın üslubuna bakarak denilebilir ki bir kısım kelimelere de daha önce mevcut bulunmayan delaletler kazandır. Nitekim Kur’an, felah ve fevz, ecr ve sevap, azap ve ikab, rih ve riyah, gays ve matar, nimet ve naim vs. arasına fark koydu ve her birini belli bir yerde kullandı. Matar kelimesini dünyevi cezalar ve azap konumunda, gays kelimesini ise hayır ve bereket için kullandı. Bu hususiyetler nedeniyle Kur’an kelimelerinde eşanlamlılığın bulunduğu kabul edilmez, çünkü her kelime, kullanıldığı yerde kendine mahsus anlama sahiptir.

Kur’an’a aşina olanlar eski zamanlardan bu yana Kur’an’a bu gözle bakmakta; Kur’an’ın sözkonusu ettiği anlamları, birbirinden kopuk ve sadece lugata dayalı olarak değil, kuşatıcı ve çok yönlü bir bakışın ışığında araştırmaktadırlar. Taberi şöyle yazar: Kabul edilebilir bir delil vesilesi olmaksızın Kur’an’ı uslubundan koparmamız caiz değildir.

Kur’an’ın Kavramlarına Birkaç Örnek

Kur’an

Kur’an metninde çokça geçen “Kur’an” kelimesi, ister Hazret-i Muhammed’in (s.a.a) semavi kitabının adına delalet eden doğaçlama cansız isim olsun, ister Arapça “قرأ” den türemiş toplamak ve ilave etmek anlamında olsun, ister tilavet etmek anlamına gelsin, ister “okunmuş” veya “okunmaya değer” manasında kıraatın eşanlamlısı masdar olsun, her durumda Hazret-i Muhammed’in (s.a.a) semavi kitabı nazil olduktan sonra kendine özgü bir anlam kazandı ve ilk kez Hazret-i Muhammed’in (s.a.a) kitabının vasfı olarak kullanıldı. Daha sonra da bu kitap için alem oldu:

 “شَهْرُ رَمَضَانَ الَّذِيَ أُنزِلَ فِيهِ الْقُرْآنُ”

“İçinde Kur’an indirilen Ramazan ayı…”

Sure

Sure, Kur’an’ın بِسْمِ اللَّهِ الرَّحْمَنِ الرَّحِيمِ ile birbirinden ayrılmış özel bir ayet grubunu ifade eden ve bu anlamıyla Araplar arasında tanınmayan kendine has kavramlarındandır. Kavramı ister lugat manası açısından bir şeyden arta kalmış veya kurtulmuş anlamında “سأر” den alalım, ister yükseklik, mevki, şehrin hisar ve surları anlamında “سور”den alalım farketmez. 

“وَإِن كُنتُمْ فِي رَيْبٍ مِّمَّا نَزَّلْنَا عَلَى عَبْدِنَا فَأْتُواْ بِسُورَةٍ مِّن مِّثْلِهِ”

“Eğer kulumuza indirdiğimizden şüphe içinde iseniz, haydi onun gibi bir sûre getirin.”

Vahiy

Vahiy kelimesinin genel olarak anlamı seri ve gizli anlatım demektir. Kur’an’da da bu lugat kullanımları vardır. Lakin Kur’an’ın kendine özgü kavramı olarak bu kelime, hiç karinesiz Allah’ın peygamberlerine mesaj iletme ve şeriat gönderme irtibatına işaret eder:

 “كَذَلِكَ يُوحِي إِلَيْكَ وَإِلَى الَّذِينَ مِن قَبْلِكَ اللَّهُ الْعَزِيزُ الْحَكِيمُ” 

“Çok güçlü hüküm ve hikmet sahibi olan Allah sana da senden öncekilere de vahiy gönderir.”

Levh-İ Mahfuz

Levh, lugatta, üzerine bir şey yazılabilen enli kemiğe denir. Ama kavramsal anlamıyla “levh-i mahfuz“, Kur’an’ın başlangıcı ve mercei olarak isimlendirilmektedir; Kur’an’a özgü manasında Kur’an’ın Allah katındaki konumuna ve her türlü değişme ve yokolmadan korunmuş Allah’ın ilmine işarettir.

Bu kavramın benzeri, “levh-i mahfuz” veya ilm-i ilahi manasındaki birleşik kelime “ümmü’l-kitap“tır: 

“يَمْحُو اللّهُ مَا يَشَاءُ وَيُثْبِتُ وَعِندَهُ أُمُّ الْكِتَابِ”

“Allah dilediğini imha eder, dilediğini de yerinde bırakır. Ana kitap O’nun katındadır.”

Kaza Ve Kader

“Kader” kelimesi ölçü anlamına; “takdir” kelimesi ise ölçmek, değerlendirmek ve bir şeyi belli bir ölçüyle yapmak anlamına gelir. “Kaza” kelimesi nihayete erdirmek ve hüküm vermek (davanın kararı) anlamında kullanılır.

Takdir-i İlahi’den maksat, Allah’ın her fenomen için nicelik, nitelik, zaman, mekan ve benzeri bakımlardan tedrici etken ve sebeplerin tesiri altında gerçekleşecek bir ölçü takdir etmesidir. 

İlahi kaza ile kasdedilen de bir fenomenin öncüllerini, sebeplerini ve şartlarını hazırlayarak onu nihai ve kesin aşamaya ulaştırmaktır. Bu durumda takdir, kaza aşamasından öncedir. Misal olarak ceninin nutfe, alaka ve mudga halinden tedricen kâmil bir cenin sınırına kadar izlediği tedrici süreç, onun zaman ve mekân özelliklerini de kapsayan takdir edilmiş aşamalarıdır. Onun, aşamalardan birinde sükuta uğraması, takdirinde değişiklik sayılır. Fakat kaza, tüm sebep ve şartların hazırlanması ve bir fenomenin vuku bulmasının eli kulağında olmasıdır:

 “إِذَا قَضَى أَمْرًا فَإِنَّمَا يَقُولُ لَهُ كُن فَيَكُونُ”

“Bir şeyin olmasını dilediğinde ona sadece ‘ol!’ der, o da hemen oluverir.”

Kur’an’ın bu kavramının özeti şudur ki, herşeyin ortaya çıkışı ilahi takdir ve kazaya bağlıdır, o olmaksızın hiçbir varlık kendine özgü şekil ve çerçeve kazanamaz:

 “فَقَضَاهُنَّ سَبْعَ سَمَاوَاتٍ فِي يَوْمَيْنِ وَأَوْحَى فِي كُلِّ سَمَاء أَمْرَهَا وَزَيَّنَّا السَّمَاء الدُّنْيَا بِمَصَابِيحَ وَحِفْظًا ذَلِكَ تَقْدِيرُ الْعَزِيزِ الْعَلِيمِ”

“Böylece Allah onları iki günde yedi gök olmak üzere yerine koydu. Her göğe kendi işini bildirdi. Biz en yakın göğü kandillerle süsledik ve koruduk. İşte bu çok güçlü ve her şeyi bilen Allah’ın takdiridir.”

Fıkıh Ve Tefakkuh

Fıkıh kelimesinin kökünün, yarmak ve açmak olduğu söylenmiştir. Sonraları bu kelime anlamak ve ilim manasına evrilmiştir. Ama Kur’an-ı Kerim’in nüzulünden sonra bu kelime, ilahi öğreti ve buyrukların derin bilgisi demek olan yeni bir kavramsal anlam kazandı. Kur’an’da bu mevzu şöyle geçmektedir:

 “فَلَوْلاَ نَفَرَ مِن كُلِّ فِرْقَةٍ مِّنْهُمْ طَآئِفَةٌ لِّيَتَفَقَّهُواْ فِي الدِّينِ”

“Her toplumdan bir kısım insanlar da din ilimlerinde derinleşmeli…”

Mü’min Ve İman

İbn Manzur şöyle yazar: Lugat âlimlerinden ilim ehli, imanın manasının tasdik olduğu üzerinde ittifak etmiştir. Allah şöyle buyurur: “Araplar iman ettik dediler. De ki: İman etmediniz. Bilakis deyin ki, İslam olduk.” Burada müminin müslimden nerede ayrıldığını ve nerede yakınlaştığını tartışmaya ihtiyaç vardır. İslam, kanın dokunulmaz olabilmesi için Peygamber’in (s.a.a) dinî çağrısına teslim olduğunu ve bunu kabul ettiğini açıklamaktır. Eğer İslam olduğunu ilan etmekle kalpten itikad ve tasdik de birlikteyse burada iman ve İslam arasında ahenk oluşmuş demektir.

Kadı Ebubekir Bakıllani el-Temhid‘de şöyle der: “İman, Allah’ı tasdikten ibarettir.” Sonra şöyle ilave eder: “İman, İslam’ın hasletlerindendir. Her iman İslam’dır, ama her İslam iman değildir.”

Kalbin Hastalığı

Kur’an’ın pek çok ayetinde bu tabir kullanılmıştır:

 “وَإِذَا مَا أُنزِلَتْ سُورَةٌ فَمِنْهُم مَّن يَقُولُ أَيُّكُمْ زَادَتْهُ هَذِهِ إِيمَانًا فَأَمَّا الَّذِينَ آمَنُواْ فَزَادَتْهُمْ إِيمَانًا وَهُمْ يَسْتَبْشِرُونَ وَأَمَّا الَّذِينَ فِي قُلُوبِهِم مَّرَضٌ فَزَادَتْهُمْ رِجْسًا إِلَى رِجْسِهِمْ وَمَاتُواْ وَهُمْ كَافِرُونَ”

“Bir sûre indirildiği zaman, içlerinden biri çıkar, “Bu sûre hanginizin imanını arttırdı?” der. Fakat müminlere gelince, aslında her inen sûre onların imanını arttırmıştır ve onlar sürekli olarak müjdelenip duruyorlar. Kalblerinde bir hastalık olanlara gelince, onların da murdarlıklarına murdarlık katmıştır ve kâfir olarak ölüp gitmişlerdir.”

Bozulmayı kalple ilişkilendiren bu mevzu, Kur’an’ın icat ettiği kavramlardandır. Nitekim “sağlıklı kalp” de böyledir.

Nifak, Münafık

Nifak, lugatta, alışverişe rağbet, ölüm, yerde delik gibi çok sayıda anlama gelir. Nifakın, bir yandan İslam’a girip öte yandan ondan çıkmış olması bakımından münafığın fiili olduğu söylenir. Dinî nifak, Arapların, küfrü gizleme ve imanlı görünme manasında insanlar için kullanmadıkları, İslam’ın yeni kavramıdır. Dinî inanç, nifak kelimesinin anlamı sahasında temel öğe kabul edilir. Kur’an’ın kullanımında nifak fısk ile eşanlamlı sayılabilir:

 “سَوَاء عَلَيْهِمْ أَسْتَغْفَرْتَ لَهُمْ أَمْ لَمْ تَسْتَغْفِرْ لَهُمْ لَن يَغْفِرَ اللَّهُ لَهُمْ إِنَّ اللَّهَ لَا يَهْدِي الْقَوْمَ الْفَاسِقِي”

 “Onlar için mağfiret dilesen de, dilemesen de onlar için birdir. Çünkü Allah onları asla bağışlamayacaktır. Allah, fasık insanlara hidayet etmez.”

Kur’an, insanların Peygamber’in (s.a.a) imana daveti karşısındaki tepkisini “iman”, “küfür” ve “nifak”tan oluşan üç temel kategoride değerlendirir. Kur’an’ın, kitabın tamamında göze çarpan bu yaklaşımına göre insanlar tevhidî iman penceresinden “mümin” (dosdoğru inanan ve takipçi, Enfal 2-4; Tevbe 112-113, “kâfir” (hakkı kabul etmeyen inatçı, Bakara 6-7) ve “münafık” (dille ikrar eden ama kalpte inkârcı, Bakara 8) olmak üzere üç gruba ayrılırlar.

Allah Yolunda Cihad

Cehd, güç ve enerjidir. Cihad ise düşmanlara karşı koyarken güç kullanma anlamında “câhede”nin masdarıdır. İslam’da cihad, “Allah yolunda” hususiyetiyle Allah açısından bu fiilin kimliğini gösteren bir Kur’an kavramıdır:

 “تُؤْمِنُونَ بِاللَّهِ وَرَسُولِهِ وَتُجَاهِدُونَ فِي سَبِيلِ اللَّهِ بِأَمْوَالِكُمْ وَأَنفُسِكُمْ ذَلِكُمْ خَيْرٌ لَّكُمْ إِن كُنتُمْ تَعْلَمُونَ”

“Allah’a ve Resulüne inanırsınız, mallarınızla ve canlarınızla Allah yolunda cihad edersiniz. Eğer bilirseniz sizin için en hayırlısı budur.”

Huşu

Huşu, sükûnet ve yatışma, gözünü yere dikme, sesini alçaltma manasındadır. Aynı lugat anlamı Kur’an’da da kullanılmıştır (Fussilet 39), (Taha 108), (Haşr 21). Ama Kur’an’ın müminlerin sıfatı olarak zikrettiği özel kavram, onların Allah karşısındaki olağanüstü tevazusu ve boyun eğmesidir:

قَدْ أَفْلَحَ الْمُؤْمِنُونَ  الَّذِينَ هُمْ فِي صَلَاتِهِمْ خَاشِعُونَ 

“Gerçekten müminler kurtuluşa ermiştir. Onlar ki, namazlarında huşû içindedirler.”

Sırat-I Müstakim

Bu terkip, Kur’an’ın özellikli kavramlarındandır. Sırat kelimesinin manası ve Arapça olduğu hakkında el-Zine müellifi kelimenin aslının Arapça olduğunu belirtir ve şöyle der: “Sırat, kendi yolcusunu muhafaza eden yoldur.” Ama Suyuti kelimeyi Arapçalaşmış saymayı tercih eder. Eğri, sapma içerenin karşısında dosdoğru olan demektir.

“Sırat-ı müstakim” terkibi Kur’an’da manevi anlama sahiptir, maddi yol değildir. Bazı müfessirler “sırat-ı müstakim“i ahlak, düşünce ve davranışlarda itidal kabul etmişlerdir:

 “اهدِنَا الصِّرَاطَ المُستَقِيمَ”

” Hidayet eyle bizi sırat-ı müstakime..” 

 “وَمَن يَعْتَصِم بِاللّهِ فَقَدْ هُدِيَ إِلَى صِرَاطٍ مُّسْتَقِيمٍ”

“Kim Allah’a sımsıkı bağlanırsa, kesinlikle sırat-ı müstakime iletilmiştir.”

Sübhan Ve Tesbih

“Sebeha”nın aslı lugatta yüzmek anlamına gelir. Daha sonra anlamı gelişerek Allah’ı zikretme, Allah’ı tüm eksiklik ve noksanlıklardan tenzih etme ve şaşkınlık manasına gelmiştir. Kur’an’ın kullanımlarında “subh” kelimesi lugat anlamında da geçmektedir:

 “وَهُوَ الَّذِي خَلَقَ اللَّيْلَ وَالنَّهَارَ وَالشَّمْسَ وَالْقَمَرَ كُلٌّ فِي فَلَكٍ يَسْبَحُونَ”

“Geceyi, gündüzü, güneşi ve ayı yaratan O’dur. Bunların her biri kendi dairesinde dolaşmaktadır.”

Bazı yazarların inancına göre Allah’la ilgili tesbih, Allah’ı zikretme ve anma manasına da gelir:

 “سَبَّحَ لِلَّهِ مَا فِي السَّمَاوَاتِ وَمَا فِي الْأَرْضِ وَهُوَ الْعَزِيزُ الْحَكِيمُ” 

“Göklerde ve yerde olanların hepsi Allah’ı tesbih etmektedir, O üstündür, hikmet sahibidir.”

Fakat öyle görünüyor ki tesbih veya sübhan, Kur’an’da geçtiği üzere Allah’a izafe edildiğinde Allah’ı tenzih ve onu her türlü eksiklik ve noksanlıktan uzak tutma şeklindeki özel anlamda kullanılmış olmaktadır:

 “أَمْ لَهُمْ إِلَهٌ غَيْرُ اللَّهِ سُبْحَانَ اللَّهِ عَمَّا يُشْرِكُونَ”

“Yoksa onların Allah’tan başka bir ilâhı mı var? Allah, onların ortak koştukları şeylerden uzaktır.”

Dünya, Ahiret

Dünya fu’la vezninde, yakın anlamında vasıftır ve bu anlamda cahiliye şiirinde de kullanılmıştır. Kur’an’da tekrarlanarak geçen “el-dunya” kelimesi “el-âhiret”in karşısında ve insanın ölümden önceki fiili hayatı için alamet olmuştur. Tıpkı ahiret ve dâru’l-âhiret’ in Kur’an’da insanın ikinci hayatına özgü olması gibi:

 “مِنكُم مَّن يُرِيدُ الدُّنْيَا وَمِنكُم مَّن يُرِيدُ الآخِرَةَ”

“Kiminiz dünyayı istiyordu, kiminiz ahireti istiyordu.”

 “وَإِنَّ الدَّارَ الْآخِرَةَ لَهِيَ الْحَيَوَانُ لَوْ كَانُوا يَعْلَمُونَ”

” Ahiret yurduna gelince, işte asıl hayat odur. Keşke bilmiş olsalardı.”

Berzah

Lugatta iki şey arasındaki boşluk demektir. Ama Kur’an’a özgü bir kavram olarak dünya ile, yani ölümden sonrası ile kıyamet arasındaki boşluk manasına gelir:

 “حَتَّى إِذَا جَاء أَحَدَهُمُ الْمَوْتُ قَالَ رَبِّ ارْجِعُونِ لَعَلِّي أَعْمَلُ صَالِحًا فِيمَا تَرَكْتُ كَلَّا إِنَّهَا كَلِمَةٌ هُوَ قَائِلُهَا وَمِن وَرَائِهِم بَرْزَخٌ إِلَى يَوْمِ يُبْعَثُونَ”

“Nihayet onlardan birine ölüm gelip çattığında, “Rabbim, der, lütfen beni geri gönder ki, boşa geçirdiğim dünyada iyi işler yapayım.” Hayır! Onun söylediği bu söz laftan ibarettir. Onların gerisinde ise, yeniden dirilecekleri güne kadar bir berzah vardır.”

Saat

Bu kelime lugatta zamanın miktarıdır. Cahiliye şiirinde ölüm zamanı anlamında da kullanılmıştır. Kur’an-ı Kerim’de “saat” kullanımı, lugat manasıyla şöyle geçmektedir: 

“وَيَوْمَ يَحْشُرُهُمْ كَاَنْ لَمْ يَلْبَثُوا اِلَّا سَاعَةً مِنَ النَّهَارِ يَتَعَارَفُونَ بَيْنَهُمْ قَدْ خَسِرَ الَّذٖينَ كَذَّبُوا بِلِقَاءِ اللّٰهِ وَمَا كَانُوا مُهْتَدٖينَ” 

“Kıyamet günü Allah hepsini bir araya toplayacak. Dünyada, gündüzün ancak bir saati kadar yaşamış gibi gelecek kendilerine. O şekilde ki sadece birbirlerini görünce tanıyacakları kadar yaşadıklarını sanacaklar. Allah’a kavuşmayı yalan sayıp da doğru yolu tutmamış olanlar, en büyük kayba uğramışlardır.”

Ama “saat”in Kur’an-ı Kerim’in örfündeki özel anlamı, dünyanın sona erdiği ve dirilişin başladığı andır:

 “الَّذِينَ يَخْشَوْنَ رَبَّهُم بِالْغَيْبِ وَهُم مِّنَ السَّاعَةِ مُشْفِقُونَ”

“Onlar görmedikleri halde Rablerinden korkarlar, kıyamet saatinden de titrerler.”

Kıyamet

Kâme-yekûmu; kıyamen ve kıyamet, bu fiilin iki masdarıdır. Yevmu’l-kıyame, ahiret dünyasının meşhur isimlerindendir ve insanların yeni bir hayata başladıkları günün adıdır:

 “يَوْمَ يَقُومُ النَّاسُ لِرَبِّ الْعَالَمِينَ”

“Öyle bir gün ki, insanlar o gün Rabblerinin huzurunda divan duracaklar.”

“إِنَّ اللَّهَ يَفْصِلُ بَيْنَهُمْ يَوْمَ الْقِيَامَةِ”

“Allah, kıyamet günü bunların arasını şüphesiz ayıracaktır.”

Cehennem

Cehennem kelimesinin Arapça mı olduğu, yoksa Farsça veya İbranice’den mi Arapça’ya girdiği hususunda ihtilaf vardır. Kelimenin anlamının derin kuyu veya derin çukur olduğu söylenmiştir. Ama Kur’an kavramı olarak, hâkim sıfatla, ahiret azabının ateşine ve kötüleri gideceği yere verilen isimdir:

 “إِنَّ الَّذِينَ يَسْتَكْبِرُونَ عَنْ عِبَادَتِي سَيَدْخُلُونَ جَهَنَّمَ دَاخِرِينَ”

“Bana ibadet etmekten kibirlenip yüz çevirenler horlanmış olarak cehenneme gireceklerdir.”

Hulud

Açıkçası bedevi Araplar “hulud” un anlamını “uzun ömür” -aslında hiç sona ermeyecek kadar uzun- olarak tarif ediyor ve onu sıkça kullanıyorlardı. Fakat onların zihni, şu anki gözlemlenebilir dünya ufkundan öteye asla geçemiyordu. Diğer bir ifadeyle, onlar için hulud, bu dünyada hulud ve sürekli kalmak demekti. Ama bu dünyada mutlak ebediliğe ulaşmanın muhal olduğu bilgisi hesaba katıldığında birdenbire putperestliği bir kenara iten çıkmaz sokak ve son nokta beliriverdi. Bu sebeple insan hayatının boşunalığı ve geçiciliği, cahiliye şairi Ubeyd b. el-Ebras’ın sözlerinde gayet güzel tasvir edilmiştir:

Kendi kavmimin düşüncesinde, açık yolun sâkini müşfik bir kavme düştüm, gam ve hüzünle dolu gönlüm onlara yandı.

Kendi yaranımla, hiç hasislik ve dar görüşlülük etmeden kendisini bütün yardıma muhtaçların tutuklusu saymış o soylu adamlara kulak verdim.

Şimdi bunların hepsi geçip gitti ve geride bunları kaybetmenin yasını tutup ağıt okuyacak bir ben kaldım. Sadece ben değil, yeryüzünde umutları suya yazılmamış kişi de!

Hep uzun ömür arzusunda olan kişiyi görüyorsun, fakat üzüntü ve acıya tahammülden başka uzun ömrün faydası nedir?

Ama Kur’an bu fıtri arzuya güzel bir anlam bahşetmiş, ümitsizliğin tozunu tertemiz suyla yıkamış ve halledilemeyen bu muammanın sırrını açmıştır. Hal böyle olunca bugünkü hayatın ebedi olmadığı konusunda Kur’an’ın ve cahiliyetin görüş birliğine rağmen bu iki görüşün bu bilgiden çıkardığı sonuç birbirinden fersah fersah uzak ve ayrı olmuştur. Cahiliyet bu dünyanın dışında toprak tanımıyordu, ama Kur’an net biçimde insanın ruhani umutlarının tamamını ölümden sonrasına ve yeniden dirilişteki hayatın ebediliğine dayandırmıştır: 

“بَلْ تُؤْثِرُونَ الْحَيَاةَ الدُّنْيَا وَالْآخِرَةُ خَيْرٌ وَأَبْقَى” 

“İman edip salih ameller işleyenler, işte öyleleri de cennet ehlidirler ve orada ebedî kalıcıdırlar.”

Bilakis onlar dünya hayatını tercih ediyorlar. Oysa ahiret daha hayırlı ve daha kalıcıdır:

 “وَالَّذِينَ آمَنُواْ وَعَمِلُواْ الصَّالِحَاتِ أُولَئِكَ أَصْحَابُ الْجَنَّةِ هُمْ فِيهَا خَالِدُونَ”

“İman edip makbul ve güzel işler yapanlar ise, İşte onlar da cennet liktir. Hem de orada ebedî kalacaklardır.”

Kur’an’a Özgü Örf

Söylenenlerden, Kur’an’ın doğal olarak mesajını Arapça terminoloji içinde ve bu dilin diyalog formlarında ortaya koyduğu açıklığa kavuşmuş olmaktadır. Ama bu, sözkonusu sürecin, Arapça’nın lugat anlamlarında hiçbir gelişme yaşanmadan gerçekleştiği anlamına gelmez. Kur’an’ın üslubu ve Arapça’nın terminolojik karineleri ışığında giydirilen yeni anlamlar ve hakikatler, bu gelişmenin nasıl yaşandığına ilişkin çeşitli yorumlar bulunsa da, kolaylıkla gözardı edilemez. 

Bir analiz, Kur’an’ın yeni anlamlarında Arapça terminolojinin kullanımının önce mecaz suretinde ve karineyle suret bulduğu, daha sonra da çokça kullanmaktan ve Müslümanların, hatta gayri müslimlerin zihinsel alışkanlığından ve bu anlamlara zihinsel yakınlaşmasından şer’i hakikatin ve kendine özgü örfün ortaya çıktığı temeline dayanır. Nitekim tüm bilimlerde karineyle birlikte yürüyen mecazi ve metaforik gelişmeler aşamalı olarak gerçekleşen bir şeydir; kullanım sıklığından, yeni anlamın istikrar kazanması ve dolaysızlığı sayesinde anlam hakiki anlama ve bir bilime özgü kavrama dönüşmektedir.

Burada söylenen şeyin, diyaloğa hâkim akılcı ilkelerle uyumlu olduğuna işaret etmeye gerek yoktur. Bunun izahı şudur: Akılcı ilkenin gereğince, tasvire dair delalette ve kullanımın anlamında her konuşanın sözü, konuşanın iradesine değil, vazedilmeye tabidir. Bu yüzden de sözkonusu kural icabınca, konuşanın kullandığı lafızlar türdeş sözleşmelere, tayin edilmiş ve belirlenmiş vazedilmeye ya da yaygınlığı bulunan kullanım sıklığına tabidir, şahsi isteğe değil. Ama sözün doğrulanmış delaleti ve konuşanın kullandığı ciddi ve gerçek anlamı tayin, sanki bu makamda da sözün vazedilmiş anlamlarına tabi olduğuna dair öncelikli ilkedir. Fakat nakil, mecaz, tahsis vs. caiz görüldüğünde, mecburen, vazedilmiş lugat anlamın naklinin tahakkuk edip etmediğinin anlaşılabilmesi için tam bir araştırma gerçekleşmelidir. Aynı şekilde, söyleyenin, kelimeyi metaforik ve mecazi anlamdaki karinenin yardımıyla kullanıp kullanmadığının ortaya çıkabilmesi için karineler soruşturulmalıdır.

Elbette ki Kur’an’ın bütün kavramlarının yeni anlamlarda kullanıldığını ve kendine özgü şer’i kavrama dönüştüğünü iddia etmiyoruz. Ama Kur’an’ın dikkat çekici sayıdaki kelimelerinin kendine has kavramsal karşılığı bulunduğunu da uzak ihtimal görmüyoruz. Ayrıca bu konunun Kur’an’ın apaçık olmasına herhangi bir aykırılığı da yoktur. Çünkü değinildiği gibi, toplumsal bir fenomen olan ve anlamların intikalinde, ilişki kurmada, anlatım ve diyalogda aracı kabul edilen dilde yaşanan gelişme ve evrim doğal bir şeydir. İlk dönem âlimlerinden Ragıp İsfehani’nin ifadesiyle, bu, lafızların sınırlılığı ve anlamların sınırsızlığının bir gereğidir.

Kur’an’ın Dünyagörüşü

Allame Tabatabai, Taha suresinin 124. ayetini tefsir ederken Kur’an’ın gözünden azabın anlamı hakkında şöyle yazar: Kur’an, Allah’ın unutulduğu bir hayat, bizim gözümüze ferah gibi gözükse de dar olarak adlandırır:

 “وَمَنْ أَعْرَضَ عَن ذِكْرِي فَإِنَّ لَهُ مَعِيشَةً ضَنكًا”

“Her kim Allah’ı anmaktan yüz çevirirse darlık içinde bir hayatı olacaktır.”

Yine Kur’an, biz lezzetli nimetler olarak kabul etsek de malları ve evlatları da azap olarak isimlendirir:

 “وَلاَ تُعْجِبْكَ أَمْوَالُهُمْ وَأَوْلاَدُهُمْ إِنَّمَا يُرِيدُ اللّهُ أَن يُعَذِّبَهُم بِهَا فِي الدُّنْيَا وَتَزْهَقَ أَنفُسُهُمْ وَهُمْ كَافِرُونَ” 

“Servetleri ve evlatları seni şaşırtmasın. Hiç kuşku yok, Allah bunlar aracılığıyla onları bu dünyada azaba çarptırmak ve canlarının da kâfir olarak çıkmasını istiyor.”

Allame bunu şöyle izah eder: Bakara suresi 35. ayetin tefsirinde gördüğümüz gibi, üzüntü ve mutluluk, hüzün ve sevinç insanın bakışı ve dünya görüşü ışığındadır. Âlemin Rabbinin rububiyetine verdiği sözü tutan ve herşeyi ilahi bakış açısından gören insan nezdinde, kâinatın her işi iyi ve güzeldir. İşte bu, nur ile birlikte olan güzel hayatın ta kendisidir. Âlemin Rabbinden kopan kimse kendisini güçlükler, hasret ve üzüntü dairesinde buluverir; azap ve darlık içindedir.

Öte yandan, nimet ve azap, her birinin ait olduğu alan uyarınca farklıdır. Eğer insan yorumumuz onun sadece bedeniyle özetleniyorsa nimet ve azap da bunlarla karşılaştırılarak anlam kazanır. Ama yok insanı, Kur’an’ın görüşündeki gibi, yok olacak bir beden ve ölümsüz bir ruhtan oluşmuş görüyorsak, ilim gibi ruhun mutluluk kaynağı olan şeydir yahut Allah’ı anmaktan alıkoymayacak mal ve evlat gibi ruh ve bedenin her ikisinin de mutluluğudur. Bunlar gerçekte insanın mutluluğudur. Şehadet gibi bedenin eksikliğine rağmen ruhun mutluluğu olan şey ve Allah yolunda infak da insanın mutlulukları arasında sayılır.

Fakat bedenin mutluluğu ve ruhun isyanının kaynağı olan şey, Kur’an açısından aslında insan için azaptır:

 “لاَ يَغُرَّنَّكَ تَقَلُّبُ الَّذِينَ كَفَرُواْ فِي الْبِلاَدِ مَتَاعٌ قَلِيلٌ ثُمَّ مَأْوَاهُمْ جَهَنَّمُ وَبِئْسَ الْمِهَادُ” 

“Kâfirlerin şehirlerde dolanıp durması seni yanıltmasın. Çok az bir faydalanmadır bu; sonra varacakları yer, çok kötü bir yer olan cehennemdir.”

İşte bu yüzden beden ve ruhun kötülüğünün sebebi olan şey, Kur’an’ın penceresinden azap olarak adlandırılmaktadır. Sadece beden için değil, bilakis daha çok insanın ruhu için; tıpkı yozlaşmış kavimlerin uğradığı dünyevi azaplar gibi.

Böylelikle mutluluk ve kötülüğün, nimet ve azabın maddi ve Kur’ani iki ayrı bakışta birbirinden farklı olduğu açıklığa kavuşmaktadır. Kur’an insanlara herşeyi Allah’ın ışığında bakmalarını ve Allah’ın dışındaki hiçbir şeye gönül kaptırmamalarını öğretmektedir.

Anlatılanlardan anlaşılan odur ki, Kur’an ahalisinin görüşü [hakikatlere bakışta] başkalarının görüşünden farklıdır.

Kur’an’a Özgü Örfün Lugat Manasıyla Bağlantısı

Kur’an’ın kavramlarında eksen rol oynayan bir dizi öğenin kendine özgü örfünü kabul etme hakkında daha önce dile getirilen analizden, Kur’an’ın yeni örfü ve yeni anlamı ile kelimenin lugat anlamı arasındaki bağlantısının kesik olduğu sonucunu çıkarmaya mecbur değiliz ve Kur’an’ın bütün kavramlarını, onların lugat anlamlarından kopararak almaya da iznimiz var.

Kimileri, anlamların teorilerden geldiği ve oradan renk aldığına dayanıp teorilerin değişmesine tabi olarak lafızların (vazedilmiş) anlamlarının da değiştiğini itiraf etmişlerdir. Misal olarak, “güneş” kelimesinin vazedildiği büyük ışık küresiyle ilgili teori değiştiğinde güneşin anlamı da değişmiştir. Geçmişte güneşin anlamı, dünyanın etrafında dönen ışıklı cisim idi. Şimdi ise anlamı, yeryüzünün onun etrafında döndüğü büyük gaz kütlesidir. İsimlerin betimlenmesi teorisine dayanan bu görüşe göre bir şeyin tüm vasıfları ve tezahürleri onun anlamına dahildir. Lafızların anlamı da o kadar kapsamlıdır ki bu vasıfların tamamını kapsar. Bu sebeple Allah güneşe yemin ettiğinde, dünyanın çevresinde döndüğü, hidrojen ve helyumdan oluşmuş, Kur’an’ın nüzulüne çağdaş Arapların örfünde güneş adıyla bilinen eriyik kaynağa işaret etmiş olmaktadır.

Öyle anlaşılıyor ki bu görüş gerekli bilimsel destekten yararlanmaktadır. Çünkü aklın geleneği tarafından gerçekleştirilen lugat vazetme işi, örfteki gerçek anlamı karşılamak üzeredir; aslında bilimsel net görüşe göre mevcut bulunan bilinen bilinmeyen bütün vasıflarıyla hakikatlerin gerçekliği için değil. Başka bir ifadeyle, vazetmenin, daha önce sözkonusu edildiği gibi göstergenin özellikleriyle sıvanmış olması hiçbir şekilde betimleyici teorinin bakış açısıyla aynı seviyede değildir. Çünkü nesnelerin bilimsel vasıfları ve anlamlarına karşılık lafızlar vazedildiği varsayımı, şeyler konusunda mümkün tüm teoremlerin zaruri hale dönüşmesini gerektirir. Buna ilaveten, bilinmeyen tafsilatlı hakikatler karşısında lafızların vazedilmesi boşunadır. Zira şeylerin ayrıntılı hakikatleri daima insan için aşikâr değildir. Hâlbuki lafızların vazedilmesi, anlatmak ve iletişim içindir. Bu sebeple, lafızların tasavvur edilemeyen ve bilinmeyen anlamlar için vazedilmelerinin sabit etkisi olmayacaktır ve bağlantının kurulmasında maksadın ihlalidir. Lugat anlamları gözardı edilerek belli kişiler veya şeriat koyucu tarafından kendine özgü kavramlara dönüşen ve anlaşılmaları için akılların genel örfüne ilaveten özel örfün de bilinmesi gereken lafızlar bunun dışındadır. Bu konularda da yeni anlamın eski anlamla irtibatının tamamen kopuk ve kesik olması sözkonusu değildir.

Muhtemeldir ki, göstergelerde ve anlamın gereklerinde özelliklerin değişmesi, gelişme ve sınırlanmanın, anlamın aslında değişime yolaçmadığını ispatlamaya çalışan Allame Tabatabai’nin analizi işte bu açıdan olsa gerektir. “İlahi konuşma”yı izah ederken şöyle yazar: “Kur’an ayetleri ve geçmişteki peygamberlerin beyanları, bu değişimlerde mecaz ve temsilin kasdedilmediğini açıkça ortaya koyar. Eğer mecaza atfedilmesi uygun düşseydi ilahi hakikatlerle ilgili bütün sözler, yalın maddi konular üzerine tevil edilirdi. Bu yüzden ilahi konuşma, her ne kadar buradaki sözün tarifi ve sınırları bizim bildiğimiz şekliyle ilahi kelama aykırı görülmüşse de gerçek etkileri bulunan hakiki bir şeydir. Burada kasdedilen konuşma, gerçek etkilere sahip sözkonusu anlamları anlatma ve izah etme manasında Allah için kullanılabilir.” Merhum Allame, varlıkların Allah’ı “tesbih”i ve ona “secde” etmesi gibi birçok konuda buna benzer tahliller yapmıştır. Gerçi bu semantik analizlerin Kur’an’ın kavramlarına bakışta başka bir bakış açısına dönük olması mümkündür. Bu nedenle İmam Humeyni de (r) ahiret azabını izah ederken şöyle yazar: Cehennem ateşi, kabir azabı, kıyamet ve diğerlerini dünya ateşiyle ve dünya azabıyla mukayese ediyorsan yanlış anlamışsın, kötü kıyas yapmışsın demektir. Bu âlemin ateşi araz ve soğuk bir şeydir. Bu âlemin azabı çok kolay ve basittir. Bu dünyadaki idrakin noksan ve eksiktir. Bu âlemin bütün ateşlerini toplasalar insanın ruhunu yakamaz. Oranın ateşi ise bedeni yakmasına ilaveten ruhu da yakacaktır. Kalbi eritecektir. Gönülleri kavuracaktır. Bütün bu işittiklerin ve şimdiye kadar herkesten duydukların, orada hazır göreceğin amellerinin cehennemidir. Nitekim Allah Teâla şöyle buyurmaktadır:

 “وَوَجَدُوا مَا عَمِلُوا حَاضِرًا”

“Bütün yaptıklarını hazır bulmuşlardır.”

Ey aziz, yüksek ilimlerde, şiddetlenmenin mertebelerinin sonsuz olduğu ispatlanmıştır. Her nasıl tasavvur edersen et ve tüm akıllar nasıl tasavvur ederlerse etsinler azabın şiddeti ondan da şedid olabilir… Kur’an üzerinde bir miktar düşün, gör bak nasıl bir azabı vadetmiş; cehennem ahalisi, malikten kendilerini öldürmesini isterler. Heyhat ki, orada ölüm yoktur artık! Bak Allah Teâla ne buyuruyor:

 “يَا حَسْرَتَى علَى مَا فَرَّطتُ فِي جَنبِ اللَّهِ”

“Allah’ın yanında, işlediğim kusurlardan dolayı vay hâlime! Gerçekten ben alay edenlerden idim”

Bu nasıl bir hayıflanmadır ki Allah Teâla öylesine azametle ondan bahsedebiliyor. Kur’an’ın ayet-i şerifesi üzerinde düşün, iyice düşünmeden geçip gitme;

 “يَوْمَ تَرَوْنَهَا تَذْهَلُ كُلُّ مُرْضِعَةٍ عَمَّا أَرْضَعَتْ وَتَضَعُ كُلُّ ذَاتِ حَمْلٍ حَمْلَهَا وَتَرَى النَّاسَ سُكَارَى وَمَا هُم بِسُكَارَى وَلَكِنَّ عَذَابَ اللَّهِ شَدِيدٌ” 

“Onu göreceğiniz gün… Çocuğunu emziren anne, dehşetten çocuğunu unutup terk eder. Hâmile olan her kadın çocuğunu düşürür. İnsanları sarhoş olmuş görürsün, halbuki gerçekte onlar sarhoş değildirler. Fakat Allah’ın azabı pek çetindir.”

Doğru düşün azizim, Kur’an, Allah’a sığınırız, kıssa kitabı değildir. Size şaka yapmıyor. Bakın ne buyuruyor? Bu nasıl bir azaptır ki aziz bildiklerini unutturabiliyor, hamileleri yüksüz hale getiriyor. Acaba nasıl bir azaptır ki Allah Tebarek ve Teâla onu dehşet verici biçimde “şiddet”le, başka bir yerde de “azamet”le vasfediyor. Sınırı ve sonu olmayan, izzet ve saltanatı nihayetsiz olan Allah Tebarek ve Teâla’nın şiddet ve azametle vasıflandırdığı şey acaba nasıl bir şeydir? Allah bilir ki, benim ve senin aklın, bütün insanlığın düşüncesi onu tasavvur etmekte acizdir. Eğer ismet ve taharetin Ehl-i Beyt’inden (a.s) gelen haber ve eserlere müracaat eder ve bunlar üzerinde dikkatlice düşünürsen o âlemdeki azap meselesinin aklına gelen azaplardan başka bir şey olduğunu anlarsın.

İmam Humeyni (r) daha sonra cehennem ateşini vasfeden hadisi Şeyh Saduk’un ifadesiyle şöyle nakleder:

“Dünyanın etrafına her bir halkasının uzunluğu yetmiş zera olan bir zincir çekilse dünyadaki bütün aynalar onun sıcaklığından erir. Eğer dünyanın sularına bir damla zakkum damlatılsa ve zehirli iğnesi batırılsa hepsi kokusundan ölür.”

Bu bölümde anlatılanların toplamından, Kur’an’ın, hedeflerini açıklarken bütünü itibariyle akılların örfünde yaygın olan ve vazedilmiş terminolojiyi kullandığı anlaşılmaktadır. Lakin Kur’an’ın kültürel kimliğinin kendine özgü bir kimlik taşıdığı ve nüzul çağındaki Arap kültürünün kimliğinden başka bir şey olduğu yönündeki diğer hakikat de gözardı edilemez. Bu kimliğin bir bölümü, Kur’an’ın Arapça terminolojideki kavramların bir kısmı üzerinde tasarrufta bulunmasına ve onların Kur’an’ın “özel ıstılah”ına dönüştüğü yeni anlamlarda kullanılmasına borçluyuz. Gerçi bu kimliğin başka bir bölümü de Kur’an’ın cümlelerinin kuruluşu ve hükümlerin oluşumuyla elde edilmiştir. Buna özel bir başlık altında değinilecektir.

Muhkem Ve Müteşabih

Üstat Muhammed Hadi Marifet 

Yüce Allah, Kuran-ı Kerim’de muhkem ve müteşabih ayetler hakkında şöyle buyurmaktadır: 

“Bu muazzam kitabı sana indiren O’dur. Onun ayetlerinin bir kısmı muhkem olup bunlar Kitabın esasıdır. Ayetlerin bir kısmı ise müteşabihtir. Kalplerinde eğrilik olanlar sırf fitne çıkarmak, insanları saptırmak ve kendi arzularına göre yorumlamak için müteşabih kısmına tutunup onlarla uğraşır dururlar. Hâlbuki onların hakikatini, gerçek yorumunu Allah’tan başkası bilemez. İlimde ileri gidenler: “Biz ona olduğu gibi inandık. Hepsi de Rabbimizin katından gelmiştir.” derler. Bunları ancak tam akıl sahipleri düşünüp anlar.”

Bu ayet-i kerimeden Kuran’daki bazı ayetlerin müteşabih olduğu, farklı anlamlara çekilebileceği ve fitne çıkarmak isteyenlerin bu gibi ayetleri koz olarak kullanmak istedikleri anlaşılmaktadır. Peki, niçin Kuran’da müteşabih ayetler bulunmaktadır, bu ayetler hangileridir ve özellikleri nelerden ibarettir?

Bu ve benzeri sorulara iyice cevap verebilmek için öncelikle muhkem ve müteşabihin tanımını yapmak zorundayız.

İhkam Ve Teşbihin Tanımı

İhkam kavramı Kuran-ı Kerim’de üç anlamda kullanılmıştır:

1- Hiçbir kuşku ve şüpheye yer vermeyecek şekilde açık ve net olan her söz ve davranış.

2- Şeriatın sabit hükümleri. Bunun karşıtında ise nehsedilmiş, yani yürürlükten kaldırılmış hükümler bulunmaktadır.

3- Sözde ve davranışta güvenilir olmak, sağlam esaslara dayanmak. Nitekim bu anlamda Hud suresinde şöyle buyrulmaktadır: 

“Bu öyle bir kitaptır ki ayetleri en kesin delillerle desteklenmiş, sonra da güzelce açıklanmış, tam hüküm ve hikmet sahibi, her şeyden haberdar olan (hakîm ve habîr) tarafından gönderilmiştir.”

Üçüncü anlamında kullanılan ihkam kavramı tüm kuran için geçerlidir. İkinci anlam mensuh olmayan ayetler için geçerlidir ve birinci anlam ise müteşabih olmayan muhkem ayetler için geçerlidir. Şimdi konumuz olan birinci anlamı inceleyelim:

“Hekeme” maddesinin temeli, bir şeyin kendisini ifsad eden, bölen ya da bozan şeyleri engelleyici bir durumda olmasını ifade eder. “İhkam ve tahkim” (sağlamlaştırma), karar verme ve yargı anlamına gelen “hüküm”, tam bilgi, kesin ve yararlı ilim demek olan “hikmet” ve atın dizgini anlamında kullanılan “hekmet” kelimeleri buradan gelir. Görüldüğü gibi bu kökten türeyen kelimelerin tamamında önleyicilik ve sağlamlık anlamı esas alınmıştır. Şöyle de denilmiştir: Bu kök, yapıcılık ve ıslahatçılık anlamı ile beraber engelleme anlamına delâlet eder.

Müteşabih kelimesinin türediği teşbih kelimesi ise Kuran-ı Kerim’de iki anlamda kullanılmıştır:

1- Benzer ve aynı olma: “Allah, sözün en güzelini; ayetleri, (güzellikte) birbirine benzeyen ve (hükümleri, öğütleri, kıssaları) tekrarlanan bir kitap olarak indirmiştir.”

2-  Kuşkulu olmak ve şüphe uyandırmak: Maksat ve davranışın kesin olmayıp, çeşitli ihtimallere binaen kuşkular uyanıp, asıl maksat müphem olursa teşbih gerçekleşmiş demektir. Kuran’da bu manada şöyle geçmektedir: 

“(Ey Musa!) Bizim için, Rabbine dua et de onun nasıl bir sığır olduğunu bize açıklasın, nasıl bir inek keseceğimizi (teşabehe aleyna) anlayamadık.”

Konumuz olan teşbih bu anlamlardan ikincisi olarak karşımıza çıkmaktadır.

Teşabuh ism-i masdar olan “şibh” kökünden türemiş olsa, benzer ve aynı anlamına gelir, ama eğer masdar olan “şebeh” kökünden türediğini kabul edersek o zaman benzer anlamına gelir ki bu benzerlik kuşku uyandırmaktadır. Çünkü gerçeğin üstü örtülmüş, hakla batıl birbirine karışmıştır, bu yüzden hak bir söz yahut davranış batıl olarak gözükmektedir.

Buraya kadar açıkladığımız müteşabih kavramının sözlük anlamıydı, deyimsel anlamı hakkında ise şu tanımlar yapılmıştır: “Zahiri gerçek manasını yansıtmayan şey.”  Söz veya davranışın yetersizliği, işin gerçeğinin ortaya çıkmasını engellemiştir,yani işin hakikati açık ve net değildir. Ama bu tanımın kendisi de yetersizdir; çünkü bu tanım müphemleri de kapsamaktadır.

 Bu yüzden Rağıb İsfahani “müteşabih” kelimesinin kavramsal tanımını daha güzel yapmıştır: “Kuran’ın müteşabihatı başka şeylere benzediği için tefsiri zor yapılan ayetlerdir; Kuran için başka şeylerden maksat yoldan çıkmışlık ve dalâletten öte bir şey değildir, “Artık haktan sonra sapıklıktan başka ne kalır.” Öyleyse ilâhî kelâmın (Kuran’ın) ayetleri hakkın dışında bir görünüm sergileyip batıla benzediği zaman onlara müteşabihat denilir.

Bunun için “teşbih” (benzerlik) söz veya davranışa bir ipham perdesi çekmenin yanı sıra şüpheye de yol açmaktadır. Dolayısıyla her müteşabih ayetin hem iphamını (kapalılığını) bertaraf edecek bir tefsire, hem de şüpheyi giderecek bir tevile ihtiyaç vardır; çünkü tevil iphamı kaldırmanın yanı sıra şüpheyi de gideren bir tefsir çeşididir. Öyleyse tevil tefsire oranla mutlak bir özelliğe sahip bulunmaktadır. Tevilin olduğu yerde tefsir de vardır; tefsir iphamlar ile ilgilidir, bu kapalılıklar hem muhkem hem de müteşabih ayetlerde bulunmaktadır. Tevil ise yalnızca müteşabih ayetlere mahsustur; çünkü bunlarda hem ipham hem de şüpheye neden olan benzerlik (teşbih) vardır. 

Aslî ve Arazî Teşbih

Kuran-ı Kerim’de teşabuh, aslında iki şekildedir; aslî ve arazi. 

Aslî Teşbih: Lâfzın anlam ve içeriğini dinleyiciye ulaştırmakta yetersiz kalmasından kaynaklanan doğal teşbihtir. Arap dili ve edebiyatındaki sözcük ve kavramların çoğu kısa ve yüzeysel olan anlamlar için münasiptir, geniş ve derin olan anlam ve içerikleri olduğu gibi muhataba ulaştırma kapasitesine haiz bulunmamaktadır. Bir yandan Kuran’ın Arapların sözcük ve ifadeleri ile konuşma üslûbunun kullanması gerekiyordu; nitekim buyuruyor:

 “Doğrusu biz düşünüp anlamanız için onu Arapça bir Kuran olarak indirdik.” 

Diğer yandan üstün ve derin olan anlam ve içeriği dinleyiciye ulaştırmak için Arapların da yabancısı olduğu kinaye, mecaz ve istiare gibi sanatları aşağıdaki ayette olduğu gibi kullanması gerekiyordu. Yüce Allah şöyle buyuruyor:

“Savaşta onları siz öldürmediniz, fakat Allah onları öldürdü. Oku attığın zaman da sen atmadın, Allah oku attı.” 

Bu ayette insanoğlunun naçiz gücüne işaret edilmiştir. İnsanoğlu kendi iradesiyle yaptığı işlerinde bile acizdir; çünkü yaptıkları Allah’ın izniyle hareket eden ve işinin gerçekleşmesinde etkili olan bir takım faktörlere bağlıdır. O dönem Araplarının bunu anlaması çok zordu. Bu yüzden bu ifadelerden cebr ve zorunluluk çıkaranlar olmuştur. Yüce Allah başka bir ayette buyuruyor ki:

“Ey inananlar! Hayat verecek şeylere sizi çağırdığı zaman, Allah ve Resulüne uyun. Ve bilin ki, Allah kişi ile onun kalbi arasına girer ve siz mutlaka onun huzurunda toplanacaksınız. “

Dikkat edilirse bu ayette Allah’ın insan ile kalbi arasına girmesi söz konusu edilmiştir. Bu ifade şer’i emir ve yasaklara uymayanlar için de bir tehdit niteliği taşımaktadır. Allah’ın insan ile kalbi arasına girmesinden maksat nedir?  Ebu Hasan Eş’arî ve onun ekolüne tabi olanlar bu ayetin hayatta cebirin hâkim olduğuna ve iman ile küfrün iradî ve isteğe bağlı olmadığına delâlet ettiği şeklinde yorumlayıp şöyle demişlerdir: 

“Allah’ın kâfir olarak kalmasını irade ettiği kimse, eğer mümin olmak ve iman getirmek isterse Allah buna engel olur; aynı şekilde Allah’ın mümin olarak kalmasını istediği bir kimse hür iradesiyle küfrü seçmeye kalkışırsa, Allah bu kimseye de engel olur.” 

Eşaire mezhebinin önde gelenlerinden olan Fahr-u Razi bu anlamı teyit ederek diyor ki: “Bu ayet cebri kabul etmeyen Mutezilenin iddialarının aksini belirtmiştir.” 

Oysa ayet başka bir şey söylemekte ve insanların dikkatini inkârı mümkün olmayan bir hakikate çekmektedir. Bu ayet şöyle diyor: 

“Gerçek hayat, insan şer’i kanun ve kurallara boyun eğdiğinde elde edilir, ancak bu durumda insan gerçekten yaşadığını ve hayatta olduğunu hisseder. Herkes kendi hakkını riayet edip başkalarının hak ve hukukuna tecavüz etmediği zaman hayat gerçek anlamda tahakkuk bulur. Dini kanun ve prensiplerin hâkim olduğu ve herkesin başkalarının hakkına riayet ettiği ve sınırını aşmadığı bir toplum huzur içinde yaşar. Böylece insanlar Kurani anlamda ihya edici olan hayatı yakalar. Şeriat sayesinde insan, kendi insanî ve hakikî kimliğini derk eder, bu vesileyle insanlık topluma hâkim olur. Baş kaldıran ve asi olan insanın, yırtıcı hayvanlar gibi aşağılık ve iğrenç istekleri uğruna yaşaması mümkündür. Böyle bir toplumda insaniyet unutulmuşluğa terk edilir, insan da kendisine ve kimliğine karşı yabancılaşır. Bu gibi insanların karşılaştıkları en büyük musibet işte budur; kendini unutmak ve insanlığından gafil olmak. İnsan kendi eliyle kendi öz benliğinden ve mahiyetinden uzaklaşıp hayvanlar âlemine doğru yol alabilir. İşte bu anda ayeti kerimede dile getirilen şu hakikat gerçekleşir: 

“Allah’ı unutan ve bu yüzden Allah’ın da kendilerine kendilerini unutturduğu kimseler gibi olmayın.” 

Başka bir ayette buyuruyor: “Yine O’na iman etmedikleri ilk durumdaki gibi onların gönüllerini ve gözlerini ters çeviririz.”

Genellikle mebde, mead, insanın kudret ve iradesi, âlemdeki tasarrufu, yaratılış ayetleri, mükellefiyetin nedenleri, Allah’ın sıfatları ve benzeri konuları ele alan ayetler müteşabih ayetler sayılmaktadır; zira bu husustaki manalar oldukça ulvî, derin ve geniştir. Ancak bu manaları ve içeriği dillendiren lâfızlar ve sözcükler yetersiz ve eksiktir.

Allah’ın iradesi ve ilmi, emanet, hilafet, yerin ve göklerin insanın emrine musahhar kılınması, izin, hidayet ve dalâletle ilgili ayetler müteşabih görünmektedir. Bu yüzden sahih ve dayanağı bulunan bir tevile ihtiyaç duymaktadırlar. 

Arazî Teşbih: İslam’ın ilk yıllarında müteşabih olmayan ve Müslümanların ihlâs ile karşılayıp sağlıklı bir şekilde algıladıkları mana ve maksatları herkes tarafından bilinen ve şüpheye mahal bırakmayan ayetler de olmuştur.

Bu kısımdan olan ayetler işin başında rahatlıkla anlaşılıyordu ve hiçbir teşbih söz konusu değildi, fakat daha sonra felsefi ve kelami tartışmaların oluşması ve bazı felsefi konuların Yunan’dan İslam diyarına gelip yayılması birçok ayet üzerine ipham perdesi çekmiştir. Düne kadar muhkem olan ayetler bugün müteşabih ayetler zümresinde sayılmaya başladı. Bazı kelamcıların ve tartışma ehlinin yersiz taassupları herkes tarafından rahatlıkla derk edilen ayetlerin müteşabih bir görünüm kazanmalarına neden oldu. Aşağıdaki ayeti buna örnek olarak verebiliriz, yüce Allah şöyle buyurmaktadır:

“Yüzler vardır ki, o gün ışıl ışıl parıldayacaktır, Rablerine bakarlar.”

Arapların yaygın kullanımında bu ayetlerden Allah’ın yüce dergâhına teveccüh etmek ve o mekâna bakmak anlaşılıyordu. Zamahşehri konu hakkında diyor ki: “Sevr halkından bir kız çocuğu gördüm. Öğle vakti insanlar istirahat ettiklerinde o dilleniyor ve diyordu ki: ‘Benim küçük gözlerim Allah’a ve siz halka bakıyor’ kızın burada kullandığı kelime “nezere”dir, ayette de aynı kelime kullanılmıştır. Bunun bir yere bakmak ve beklenti içinde olmaktan başka bir anlamı yoktur. Arap’ın salim olan tabiatıyla mezkûr ayetten anladığı yukarıdaki anlamdan başka bir şey değildir. Neden Eşairi mektebinin kurucusu Ebu’l- Hasan Eşari bu ayetin yaygın olan anlamını değiştirip; “Allah’ın zatını görmek şeklinde” yorumlamıştır. O “nazar” kelimesini; itibari nazar, intizari nazar ve görme nazarı olmak üzere üç farklı anlamda ele almıştır. İbret alma maksadıyla bir şeye bakmanın kıyamette yeri yoktur. İntizar anlamındaki nazar da “ila” harfiyle birlikte gelmez, örneğin yüce Allah buyuruyor:

“Ben onlara bir hediye gönderip, elçilerin ne haber ile döneceklerine bakacağım.” Bu ayette nazar intizar anlamında kullanılmıştır. Dolayısıyla Ebu’l- Hasan Eşari göre,” “Yüzler vardır ki, o gün ışıl ışıl parıldayacaktır, Rablerine bakarlar.” ayetindeki nazar kelimesinden kasıt başka bir şeydir. Ebu’l- Hasan Eşari’ye soruyoruz “rablerinden gelecek sevaba bakarlar” diye cümleyi kursak nasıl olur? Verdiği cevap şudur: “Kuran’da böyle bir takdim söz konusu olmamıştır. Dolayısıyla ayetin zahiriyle yetinmek gerekir. “Gözler onu göremez, O ise bütün gözleri görür” ayeti kerimesinden maksat ahiret gözü olmayıp dünya gözüdür, kâfirler her iki âlemde de Allah’ı görme lezzetinden mahrumdurlar. 

Herhalde Ebu’l- Hasan Eşari göz dikmek ve beklemek anlamında olan nazar kelimesinin “ila” ekiyle geleceğini bilmiyordu. Arap şairi diyor ki:

Ben bir fakirin fedakâr bir zengine baktığı gibi 

Senin vaat etiklerine bakıyorum.

Serv kabilesinden olan dilenci kızın söylediği, “Küçük gözlerim Allah’a ve siz halka bakıyor” cümlesinde de nazar kelimesi “ila” ön ekiyle gelmiştir.

Aynı şekilde,”Rahman, Arş’a istiva etmiştir” ayetindeki istiva kelimesinden kasıt tedbir arşını hükümranlığı altına almaktır. “Arş” kâinatı idare ve tedbir ilmi için kinaye olarak kullanılmıştır. Yine  “Kürsü” kelimesi ilahi hükümranlık ve saltanat için kinaye olarak gelmiştir, lakin zahir ile yetinenler bu ayetteki istiva kavramını saltanat tahtına oturmak anlamında almışlardır. Böyle bir yorumun gereksinimi Allah’ın cisim ve mekâna sahip olduğu düşüncesidir, bu tür bir yaklaşım da onun kutsiyeti ve ulûhiyetiyle bağdaşmaz. O her yerde hazır ve nazır olduğuna göre bir mekânda nasıl saltanat tahtına kurulabilir. 

İbn-i Betute seyahatnamesinde diyor ki: “Şam camisine girdim. İbn-i Teymiyye minberin üstündeydi, Allah’ın cisim olduğunu söylüyordu. O, Allah’ın saltanat tahtına oturması hakkında hikâyeler anlatıyordu. Bir yerde; ben bu minberden indiğim gibi Allah da celal tahtından iniyor, deyip bir iki basamak aşağı indi. Bunu söyler söylemez kargaşa çıktı.”

 Hâlbuki istiva kelimesi Arap örfünde hüküm altına almak anlamında kullanılmıştır. Şair diyor ki: 

Bişr Irak’a istiva etti, 

Kan dökmeden ve kılıç kullanmadan. 

Aynı şekilde, “Baldırların açılacağı (Yevme yukşefu ‘an sakin) ve kâfirlerin secdeye çağrılıp da gözleri düşmüş ve kendilerini zillet kaplamış bir hâlde buna güç yetiremeyecekleri günü (Kıyamet gününü) düşün. O gün, işler güçleşir ve secdeye davet edilirler, derken güçleri yetmez” ayetinde “sage” kelimesi işlerin zorluğu, şiddet ve vahametin kinayesi olarak kullanılmıştır. Araplar savaş kızıştığında diyorlardı ki: “Ve gametu’l-harb alas Sag / Savaş şiddetlenip kızıştı” Keşfu Sak bir işe hazırlıklı olmak ve kemeri sıkmak için kinaye olarak kullanılırdı. Eskiden insanlar bir işi yapmak istediklerinde paçalarını sıvarlardı. Mezkûr ayet kıyamet gününde işlerin zor olacağını ve kâfirlerin sıkıntılarla baş başa kalacaklarını anlatan bir kinayedir. 

Zamahşeri Keşşaf tefsirinde ayeti bu şekilde yorumlamıştır. Lakin Eşariler ve tecessüm ehli olanlar ayetin zahirini el alıp şöyle demişlerdir: “Buradaki sak deyiminden kasıt Allah’ın paçasıdır. O gün sıvanacaktır ve kâfirler secde etmekle emr olunacaklardır ama buna güç yetiremeyeceklerdir.”

Müfessirlere Göre Teşbih

İhkâm ve teşbih hakkında birçok tefsir yapılmıştır, bunların çoğu karışık, iç içe olan ve az bir farkla birbirinden ayrılan yorumlardır. Bazıları bu deyimlerin mısdaklarını gösterip müteşabihler ile müphemleri birbirine karıştırmışlardır. Allame Tabatabai bu konu hakkında kendi tefsirinde 16 yorum ve tanıma yer vermiştir. Bazı müfessirler ise bu sayıdan daha fazlasını getirmiştir. Şimdi bunlardan bazılarını getirelim:

İbn-i Abbas’tan rivayet edildiğine göre diyor ki: “De ki: Gelin Rabbinizin size neleri haram kıldığını okuyayım.” Bunun gibi ayetler muhkemdir, müteşabih ayetler ise; başlarında mukatta harfleri olan ayetlerdir. 

Bazılarına göre; nasıh olan ayetler muhkem ve mensuh olmuş ayetler de müteşabihdir.

Muhkem ayetler ahkâm ayetleridir, bunun dışında kalan ayetler ise müteşabihtirler. 

Muhkem ayetler geçmiş peygamberler ve ümmetlerinin kıssaları ile ilgili ayetlerdir, müteşabih ayetler ise bu ayetlerde var olan iphamlardır. 

Müteşabih ayetler Allah’ın sıfatları ile ilgili olan ayetlerdir.

Müteşabih ayetler kıyamet gününün durumu ve o günün sıkıntı ve korkuları ile ilgili olan ayetlerdir. 

Müteşabih ayetler özet olarak gelen ve içinde kapalı noktaların olduğu ayetlerdir. 

Müteşabih ayetler karmaşık ve net bir şekilde anlaşılması zor mefhumlara haiz bulunan ayetlerdir,muhkem ayetler ise mefhumları açık ve kanıtları belli olan ayetlerdir.

Müteşabih ayetler anlaşılmayan ayetlerdir, muhkem ayetler ise bunun tam aksi anlaşılır ayetlerdir. 

Müteşabih ayetler, birden fazla ayeti içinde barındıran ayetlerdir, muhkem ayetler ise birden fazla anlamı olmayan ayetlerdir.

Müteşabih ayetler, yorumlamaya ve açıklamaya ihtiyaç duyan, muhkem ayetler ise yorumlamaya ve açıklamaya ihtiyaç duymayan ayetlerdir. 

Müteşabih ayetler, künhüne erişmenin yolu olmayan lakin zahirinde muhkem bir anlamı kasteden ayetlerdir. 

Muhkem ayetler, herkesin anlamı hakkında ittifak ettiği, müteşabih ayetler ise anlamı ve yorumu hakkında görüş birliği olmayan ayetlerdir. 

Müteşabih ayetler tefsiri zor olan, muhkem ayetler ise yorum ve tefsiri kolay olan ayetlerdir.

Muhkem ve müteşabih ayetlerin neler olduğu hususunda buraya kadar getirilen görüşler genellikle eski âlimlerin görüşleridir. Son zamanlarda müteşabih ayetlerin yorumu hakkında oldukça tuhaf ve kabul edilmez iki varsayım daha öne sürülmüştür. 

Birinci Görüş: Ayetullah Talakani Kuran hakkında nüzulden önceki durum ve nüzulden sonraki durum olmak üzere iki durum göz önünde bulundurmuştur. Kuran nazil olmadan önce muhkemdir, indikten sonra ise müteşabihtir. Yani Kuran’ın iki varlık aşaması vardır, inmeden önceki varlık boyutuna tenzil denilmektedir, nazil olduktan sonraki aşaması ise nüzul aşamasıdır. İnmeden önceki aşamada Kuran muhkemdir, değişmez, sabit ve geneldir. Kuran bu aşamada “Ümmu’l-kitaptır.” Bu aşamada düşünce ve algıların ötesinde olup Arapça değildir, sabit ilkeleri ve değişmez kanunları vardır.  Bu, korunmakta olan hikmet ve hüküm dolu muhkem ve ana kitap farklı zaman ve mekânlarda, düşünce kalıplarında şartlara göre çeşitli ayetler, kelimeler, cümleler ve ayrıntılar şeklinde açıklanmış ve okunmuştur. Ayrıntılı bir şekilde inen bu ayetler muhkem ve ana kitabın kendisidir, ama kelime ve cümleler şeklinde insanlara inerek müteşabih olmuşlardır.

Cevap: Ayetullah Talakani’nin bu beyanında iki yanlışlık göze çarpmaktadır:

1- Şüphe uyandıran ve fitne çıkaran teşbih ile benzerlik ve uyum arzeden teşbih birbirine karıştırılmıştır; çünkü Âl-i İmran suresi yedinci ayetinde müteşabih ayetler fitne peşinde koşanlar için bir koz ve bahane olarak nitelendirilmiştir. Allah’ın sıfatları, yaratılış ve marifet hakkındaki bazı ayetler bu kabildendir, dar görüşlü insanlar bu ayetlerin anlamlarını kolayca idrak edemezler. 

2- Kuran’ın iki aşamada nazil olduğu varsayımı yani arşi ve ferşi boyutu kendisiyle hiçbir irtibatının olmadığı muhkem ve müteşabihler konusunda ele alınmıştır. Arapça olan ve Resulullah’a (s.a.a)  inen bu Kuran, ayetlerinin muhkem ve müteşabih olmak üzere ikiye ayrıldığını söylemektedir. Yüce Allah buyuruyor:

“Onun (Kuran’ın) bazı ayetleri muhkemdir ki, bunlar Kitabın esasıdır. Diğerleri de müteşâbihtir.”

Bu görüşün sahibi niçin bütün Kuran’ı ulvi merhalede muhkem ve sufli merhalede ise müteşabih olarak varsaymıştır? Peki, insanlar muhkem ayetleri elde etmek için nasıl ulvi merhaleye ulaşabilirler? Öte taraftan müteşabih ayetlere ehli olmayanların yaklaşması yasaklanmıştır. 

İkinci Görüş: Bu görüş kendi inkârcı görüşlerini İslam ile bir sentez şeklinde sunmaya çalışan mülhit gruplar tarafından ileri sürülmüştür. 

İslam dininin genel prensiplerini belirleyen ayetler muhkem ayetlerdir, bu sağlam ve daimi olan prensipler sabit ve değişmez hükümler mesabesindedirler. Hidayetin delalete, hakkın batıla ve mustazafların müstekbirlere galip geleceği gibi hususlar kalıcı hakikatler kategorisinde yer almaktadır. Müteşabih ayetler ise temel nitelik arz etmeyen ancak temel esaslardan kaynaklanan konuları içermektedirler. Muhkem ayetler stratejik bir role sahipken, müteşabih ayetler de bu stratejinin uygulanmasında taktiksel bir role sahiptir. Müteşabih ayetler için zaman içerisinde gabz ve bast, çağa göre farklı yorumların yapılması söz konusudur. Hatta ahir zamanda bu ayetler değerini yitirip irtica nedeni olarak da gösterilebilirler.

Cevap: Bu varsayım şeriatın temel kanun ve kurallarından kaynaklanan teferruatı Kuran’ın muhkem ve müteşabihi olarak ele almıştır. İslam şeriatının temel kanun ve kuralları değişmez prensiplere sahiptir. Zaman ve mekân şartlarının değişmesiyle değişen tüm ferii hükümler bu ferii hükümlerden istinbad edilmektedir. Zaman ve mekân şartlarına vakıf olan bir fakih bu temel kurallar çerçevesinde mevcut siyasî, iktisâdi toplumsal akım ve gelişmeleri ele alıp değerlendirmeli ve bu kurallar çerçevesinde bu akımların doğruluğu ve yanlışlığını, fayda ve zararlarını teşhis edip İslami hükümleri açıklamalıdır. 

Bu gelişme zamanın bir gereğidir ve içtihadın bir sonucudur. Bunun nesh olgusu ile uzaktan yakından bir ilişkisi yoktur; çünkü nesh olgusu genel olan ahkâmda ortaya çıkar. Yoksa ayrıntı ve teferruata değil. Ayrıca bu değişim ve gelişimin Kuran’ın temel ahkâmında yeri yoktur; zira bunlar değişmeyen genel hükümlerdir. Aslında Kuran’da değişebilen hükümler yoktur, Kuran tüm içeriğiyle değişmez ve bakidir. 

Kuran’da Müteşabih Ayetlerin Oluş Nedeni

Buraya kadar yapmış olduğumuz, Kuran’daki teşabuhun nedenleri ve iki çeşit teşabuhun bulunması hususundaki açıklamalar ile Kuran’da niçin müteşabih ayetlerin olduğu sorusuna da cevap verilmiş oldu. 

Müteşabih ayetlerin bazıları İslam’ın ilk yılarında Arapların yaygın üslup ve edebiyat anlayışlarına göre mefhumları açık olan ve sonradan müteşabih olmuş ayetlerdir. Bunlar muhtelif İslami fırkaların başta kelami konuları olmak üzere fikri ve itikadi meselelerde yaşanan tartışmalardan sonra teşbih felaketinden nasiplerini almışlardır.

Diğer bazı müteşabih ayetler ise zaten Kuran’da vardı ve bunların varlığı da çok normal bir şeydir. Bu gibi teşbihler yüzeysel anlamlar için konulan Arap kelâm ve kelimeleriyle derin ve engin manaların ifade edilebilmesi sonucu oluşmuşlardır. Yani Kuran ulvî anlamları beyan etmek için hem avam halkı hem de düşünürleri ikna etmesi gerekiyordu. Bu yüzden daha çok hitabe ve burhan yöntemlerini birleştirip meşhurat ve yakiniyattan düzenli bir birliktelik meydana getirmiştir. Bu iki edebi yöntem görünüşleri itibarîyle birbirlerinden farklı olmalarında rağmen aralarında düzenli bir uyum oluşturmuştur. Bunun kendisi Kuran’ın mucize olmasının delillerinden biri sayılmaktadır.

Endülüslü İbn-i Rüşt (ö. 595 h.) konu hakkında şunları yazmaktadır: “İnsanlar şeriat ile olan ilişkisinde üç gruba ayrılırlar:

Birinci grup; ilâhî hikmeti derk eden, bilgi sahibi insanlardan oluşur. Bunlar her hangi bir olayla karşılaştıklarında sabreder ve metanetli davranırlar.

İkinci grup; toplumun çoğunluğunu meydana getiren avam halktır. Bu grubun bireyleri o kadar ilim ve bilgiyle ilişkisi olmayabilir ama saf tabiatları, temiz niyetleri ve nuranî bir gönülleri vardır.

Üçüncü grup; bu iki gurubun ortasında yer alır. Bunlar ne âlimdirler ne de kendilerini avam halktan kabul ederler. Kendilerini herkesten üstün ve âlimler sınıfından bilirler. Hâlbuki ortaya çıkıp kendilerini gösterme liyakatine sahip değillerdir.

Teşabuh üçüncü grup için söz konusudur; çünkü âlimler kendi ilimlerinin gölgeleri altında ve hakikatlere ulaşma yolunda kendilerine lâyık olan metaneti gösterdiklerinden yollarının üstünde asla teşabuh olmaz. Avam tabakası da sahip olduğu saf ve sade zihinle asla şeriatın öğretilerinden şüpheye düşmezler, zira lâfızların ve tabirlerin zahirleriyle iktifa edip konu hakkında meraklanmazlar.

Şeriatın öğretileri güzel ve leziz yemek gibi sağlıklı bedenler ve temiz tabiatlı insanlar için yararlıdır. Bu her ne kadar kimi insanlar için zararlı olsa da halkın çoğunun içinde yer aldığı diğer bir grup için faydalıdır. Nitekim yüce Allah şöyle buyurmaktadır: “O, fasıklardan başkasını saptırmaz” yani doğal beşeri sınırlarından çıkan insanlardan başka kimse ilahi öğretinin gölgesi altında sapıtıp yoldan çıkmaz. Bu durum bazı ayetlerden dolayı sadece bazı insanlar için gerçekleşir. Bazı ayetlerde madde âleminde benzeri olmayan hisler ötesi âlem dillendirmiş ve insanların derk edebileceği şeylerden misaller ve deliller getirilmiştir. Bazı insanlar bu ayetlerin zahirlerini bakıp ayetlerde beyan edilenlerin hakikatin kendisi olduğunu zannettiklerinden hayret ve şüphe içinde kalmışlardır. Bu gibi müteşabih ayetler şüpheye neden olmuştur. Elbette bu durum âlimler ve avam halk için geçerli değildir. Çünkü bunlar temiz ve iyi bir mizaca sahip olduklarından iyi yiyecek kendileri için yararlıdır. Lakin bu iki grup dışındaki insanlar hastadır ve bunlar temiz bir mizaca sahip değillerdir. Dolayısıyla yemek her ne kadar güzel ve leziz olsa da bundan lezzet alıp faydalanamazlar. Yüce Allah şöyle buyuruyor: 

“Kalplerinde eğrilik olanlar, fitne çıkarmak ve onu tevil etmek için ondaki müteşâbih ayetlerin peşine düşerler.”

Şeriat, öğreti ve programında hem avam tabakasının yararlanabileceği hem de âlimlerin kabul edeceği bir yöntemi benimsemiştir. Kuran bu yüzden her iki grubun da derk edebileceği tabirler ve lafızları kullanmıştır. Avam halk ayetlerin zahirleriyle yetindiklerinden ayetlerde anlatılmak istenen şeyin ayette belirtilen misal veya buna yakın bir şey olduğunu kanısına sahip olurlar. Dolayısıyla bununla yetinip daha ileri gitmezler. Âlimler ise misallerde gizli olan hakikatleri algılarlar.

Eğer dikkat edersen şeriat, halkın anlaması ve kabul etmesi için bu gibi misal ve tabirlerle konuyu anlatmakla birlikte âlimleri bu gibi tabirlerin sırlarıyla aşina kılmış ve bunların hakikatlerini kendilerine göstermiştir.”

Hissedilmeyenin hissedilene benzetilmesinde Hakk Tealanın zatını tamamen gösterebilecek en güzel örnek onun nura benzetilmesidir. Bu hakikat onun zatı itibarıyla zahir olması ve zahir olan her şeyin kendisine bağımlı olmasıdır. Başka bir ibareyle o varlık âleminde en belirgin varlık olmakla birlikte hakikati de gözlerden en ırak varlıktır. Hiç kimse onun hakikatine yol bulamamıştır.

Allah’ın zatına has olan bu gibi sıfat ve vasıflar için madde ve his âleminde nurdan daha iyi bir teşbih bulunamaz. Bu konuda İmam Fahrurazi, Şeyh Muhammed Abduh ve Allame Tabatabai İbn-i Rüşt’ün yöntemini benimsemişlerdir.

Müteşabihlerin Tevilini Kim Bilebilir?

Bu konu tefsir bilginleri arasında yoğun tartışmalara neden olmuştur. Tartışmanın ve ihtilafın nedeni, şu ifadeye yönelik anlayışların farklılığıdır:  “Ve ilimde derinleşenler: Biz ona inandık, tümü Rabbimizin katındandır.” Bu ifadenin orijinalinin başındaki “vav” harfinin atıf edatı mı, yoksa istinaf (yeni bir hususa geçiş) edatı mı olduğu noktasında farklı görüşler ileri sürülmüştür. Bazı ilk kuşak müfessirler, Şafiiler ve Şia mezhebine mensup müfessirlerin büyük bir kısmı, “vav” harfinin atıf edatı olduğu ve ilimde derinleşenlerin Kuran’da yer alan müteşabih ifadelerin tevillerini bildikleri yönünde görüş belirtmişlerdir.  İlk kuşak müfessirlerin büyük kısmı ve Ehl-i Sünnet’ten Hanefiler, “vav” harfinin “istinaf” edatı olduğunu ve müteşabih ifadelerin tevillerinin Allah’tan başkası tarafından bilinemeyeceğini, müteşabih ifadelerin tevillerinin yüce Allah’ın özel bilgisi kapsamında olduğunu belirtmişlerdir.  İlk görüşü savunanlar kendi görüşlerini kanıtlamak için çeşitli deliller sunmuş, bazı rivayetleri ileri sürmüşlerdir.  İkinci görüşü savunanlar da başka yöntemlere ve müteşabih ifadelerin tevillerinin yüce Allah’ın özel bilgisinin kapsamında olduğunu belirten rivayetlere dayanmışlardır. Her grup karşı tarafın görüşünü çürütmek ve kanıtlarını geçersiz kılmak için yoğun bir çaba içine girmiştir. 

Velhasıl, hiç şüphesiz Kuran’da müteşabih ayetler bulunmaktadır,peki bunların tevilini bilme imkanu varmıdır ,eğer varsa bunu kimler başara bilir? Öncelikle bu soru iki şekilde sorulabilir:

1- Kuran’ın zahiri tabirinden ne anlaşılmaktadır? Tabirlerinin zahirinde ne anlam çıkartılır?

2- Acaba araştırmacılar genel bir şekilde müteşabih ayetlerin anlamlarına vakıf olma imkânına sahip midirler?

Allame Tabatabai, ayetin zahirinden inhisar hükmü çıkarmış ve müteşabih ayetlerin tevili hakkındaki bilginin sadece Allah’a ait olduğu ve başkalarının buna tabi olmak dışında başka yollarının olmadığı sonucuna ulaşmıştır. Fakat araştırmacılar müteşabih ayetlerde gizli olan hakikatlere ulaşma imkânına sahip olmalıdırlar. Bu, Allame Tabatabai’nin konu hakkında öne sürdüğü görüştür, şimdi bu görüşü getirelim:

“İlahi öğretilerin hazinesi sayılan Kuran’ın gizli hakikatlerine ulaşmak için gidilen yolun kapalı olması kabul edilecek bir şey olmadığı kesindir. “Onlar Kuran’ı düşünmüyorlar mı? Yoksa kalplerin üzerinde kilitleri mi var?” Ayeti de bunu ispatlamaktadır. Eğer Kuran’da hiçbir Müslüman’ın, hiçbir âlimin, Peygamber’in (s.a.a) ve imamların bütün muhtevasını bilmedikleri ayetlerin olduğunu farz edelim, bu durumda ilahi hikmet zan altında kalır. Ebediyete kadar beşerin hidayeti unvanıyla nazil olan bir kitabın, hiç kimsenin hatta Resulullah’ın bile anlayamadığı iphamlı tutumunun olması nasıl mümkün olabilir? Kesinlikle bu ihtimal muhal ve ilahi hikmete binaen imkânsızdır.

 “İlimde derinleşmiş olanlar” cümlesinin zahiri istinafiyedir, eğer öncekine atfedilmemişse cümle tekrar edilir; çünkü bu cümle, kendisinden önceki cümle yani: Kalplerinde bir kayma olanlar” ayetinin zıddıdır. Dolayısıyla ayetin takdiri şu şekildedir: Bu iki grup arasındaki fark; birinci grubun kötü niyetlerle müteşabih ayetleri ele almaları ikinci grubun da temiz kalp ve iyi niyetlerle müteşabih ayetlere yaklaşmaları ve bu ayetler karşısında teslim olmalarıdır.

Buna ilave olarak eğer “vav” harfi atf harfi olursa ilimde derinleşmiş olanların müteşabih ayetlerin tevilini bilmeleri ve bu grubun en bariz ferdi olan Peygamber’in (s.a.a) isminin ayrı olarak zikredilip:”Tevilini bilmezler ancak Allah ve Resulullah ve ilimde derinleşmiş olanlar” denilmesi gerekir; zira risalet makamının böyle bir gereksinimi vardır ve birçok yerde de Peygamber’in (s.a.a) ismi ayrı olarak zikredilmiştir. Örneğin: “Peygamber, Rabbi tarafından kendisine indirilene iman etti, müminler de” ve “ona uyanlar, bir de bu Peygamber” ve buna benzer diğer ayetler…

Ayetin zahirine göre tevil ilmi her ne kadar Allah’a mahsus olsa da bazı delillerle bunun istisnası vardır. Nitekim gayb ilminin Allah’a mahsus olduğunu belirten ayetler; “O, gaybı bilendir. Hiç kimseye gaybını bildirmez Ancak seçtiği resullerden başka” ayetiyle istisna olmuştur. 

Bu ayet ilimde derinleşenlerin sadece bir boyutunu beyan etmiştir ve bu insanların bu gibi ayetler karşısında şüpheye düşmeyip hakka teslim olduklarını beyan etmiştir. Aynı zaman da zikredilen başka bir nedenden dolayı ilimde derinleşenlerin müteşabih ayetlerin tevilini bildikleri ve Kuran’ın gizli hakikatlerine ulaşma imkânına sahip oldukları ispatlandı.”

Buraya kadar olan Allame Tabatabi’nin el-Mizan tefsirinde Al-i İmran suresinin 7. ayetinin tefsirinde söylemiş olduklarıydı.

Fahri Razi ise kendi tefsirinde şöyle diyor:” Ayette atf, fesahatten uzaktır, eğer ayette atf olsaydı “yegulune amenna bihi” cümlesi “veyegulune” yahut “hum yegulune” şeklinde “vav” haliyesi ile benzerlik taşımalıydı.”

Şimdiye kadar konu hakkında söylenen her şey yukarıda açıklandı, fakat bu önemli konu hakkında şu noktalara da dikkat edip, göz önünde bulundurmak gerek:

 1-“Emma” -tafsil harfidir- başka bir cümlenin zıttı olmasına gerek yoktur; çünkü iki zıttan biri getirildiği zaman diğeri aşikâr olur ve getirilmesine gerek kalmaz. Arapçada denildiği gibi, “Bilineni getirmeyip, hazfetmek uygundur” Arapçada ve özellikle de Kuran’da kısa ve özlü konuşma en güzel olanıdır. 

Nisa suresinde şöyle buyruluyor: “Ey insanlar! Şüphesiz size Rabbinizden kesin bir delil geldi ve size apaçık bir nur indirdik. Allah’a iman edip ona sımsıkı sarılanları ise O, tarafından bir rahmet ve geniş bir nimet içine yerleştirecek ve onları, Kendisine varan doğru yola koyacaktır.” Yani: kafir olanlar ise; geniş bir rahmetin içerisine yerleştirilmeyecekler ve doğru yola da konulmayacaklardır.

Kasas suresinde isyan eden halkların akıbeti hatırlatıldıktan sonra salihler hakkında şunlar buyrulmaktadır: “Ancak kim tövbe edip iman eder ve salih amellerde bulunursa artık kurtuluşa erenlerden olmayı umabilir.” 

Cin suresinde salih kulların özellikleri beyan edildikten sonra fasıklar için deniliyor ki: “Hak yoldan sapanlar ise cehenneme odun olmuşlardır.” 

Bütün bu örneklerde karşıtının herkes tarafından rahatlıkla anlaşılmasından dolayı, karşıt cümlenin getirilmesine gerek duyulmamıştır.

2- “İlimde derinleşmiş olanlar” cümlesi “Kalplerinde kayma olanlar” cümlesinin zıttı olamaz çünkü bu iki cümle arasında tekabülü bir ilişki yoktur. Devinimli bir mizaca ve kötü bir kalbe sahip olan insanların karşısında iyi bir mizaca ve sakin bir kalbe sahip insanlar yer alırlar. Âlimlerin ve hakiki ilimleri arayanların karşısında cahiller ve ilimden uzak insanlar yer alırlar. Buna binaen yukarıdaki iki cümle birbirinin zıttı olamazlar.

3- “Hüküm ve mevzu arasında uyum olmalıdır” kanunu gereğince, “İlimde derinleşmiş olanlar” cümlesinin haberi ilim ve bilgi makamına münasip olmalıdır; çünkü ilimde derinleşenler bilmeden teslim olurlarsa konunun mahlası imanda ihlâs olur; zira saf imanın gereksinimi mutlak teslimiyettir. Fakat ilim ve bilginin gereksinimi bilmeden teslim olmamak için araştırmak ve incelemektir. Özetle, konunun hükme uygunluğunun iktizası bilmeye uygundur, bilmemeye değil. 

4- Şimdi gelelim şu sorunun cevabına: “Niçin Allah Resulü, ilimde derinleşenlerden ayrı olarak zikredilmedi?” Bu sorunun cevabında şunu söylememiz gerekir: Bazı ayetlerde isminin ayrı zikredilmesi bütün ayetlerde ayrı zikredilmesini mi gerektirir? “Bu iltizamın gereksizliği”dir ve hiçbir zorunluluğu yoktur. Grupsal övgünün olduğu birçok ayette Resulü Ekrem’in adı ayrıca zikredilmemiş ve bu grup ile birlikte anılmıştır. Örneğin Al-i İmran suresinde şöyle buyrulmaktadır: “Allah, kendisinden başka ilah olmadığına şâhiddir. Melekler ve ilim sahipleri de adaletle şâhiddir.” Resulullah da kesinlikle Hakk Teâlâ’nın vahdaniyetine şahit olan ilim ehli kimselerdendir, bu gibi grupsal övgünün olduğu birçok ayette Resulü Ekrem de grup içinde mahfiller meşalesi unvanıyla anılmıştır ki bu kabil ayetler çok fazladır. 

5- “Yegulune amenne bihi-Biz ona iman ediyoruz derler…” Cümlesi şimdiki zaman kipini almıştır, bu durum  -ki sabit bir imanın göstergesidir- müteşabih ayetlerdeki gizle hakikatlere ulaşmak için ilahi hikmeti göz önünde bulundurma nedeni olmuştur. Zira bu insanlar ilim ve bilgi ehli oldukları için mustarip olmaz, müteşabih ayetler karşısında vesveseye kapılmazlar. Bunlar, muhkem ayetlerin nazil olduğu kaynaktan müteşabih ayetlerin de nazil olduğunu düşünürler, bu yüzden lafızların zahirinin göstermediği bazı şeylerin perde arkasında olması gerekir. Bu hassas noktadan araştırma ve inceleme eğilimi başlar ve arayanlar sonunda istediklerine ulaşırlar. Dolayısıyla bu cümle hareketin bilmeye doğru olan başlangıç noktasını gösterir ki, ilimde derinleşenler bu yolla müteşabih ayetlerin tevilini öğrenirler. 

6-  Hal cümlesi eğer şimdiki zamanın olumlu fiili ile başlarsa “vav” harfinden arî olmalıdır. İbn-i Malik diyor ki: “Fahri Razi dışındaki bütün âlimler ve edebiyatçılar “yegulune amenne” cümlesinin “hal” olduğu konusunda hemfikirdirler. Bütün edebiyatçıların görüşüne ter olarak Fahri Razi’nin bu görüşü nasıl ortaya attığı belli değildir.

7- Eğer “İlimde derinleşmiş olanlar” cümlesini müstenife bilsek bile herkesin tevilini yapamayacağı Kuran’daki müteşabih ayetlere delalet etmez; çünkü “Tevilini bilmezler ancak Allah bilir” cümlesindeki sınırlama izafi olup selbi ve olumsuz boyutu kastedilmektedir. 

Hekim olan Allah, yol gösterici hidayet unvanıyla insanlara bir kitabı sunup sonradan insanlara “bu kitabın içinde anlaşılmayan bazı pasajlar vardır ve bunların hakikatine ulaşmak herkesin işi değildir” demesi ne belağat ve ne de hikmet ile uyuşur. Hekim olan bir varlığın böyle bir sözü söylemesi mantıklı değildir, fakat “bu kitabın içinde bazı pasajlar vardır ki zahiri itibarîyle kötü kalpli insanların kötü kalpli kimselerin kötü faydalanmasına neden olabilir, bunları algılamaya neden olacak kilit bizim elimizdedir ve insanlar ancak bizim tarafımızdan ona yönlendirilirler” demesi mantıklıdır. Dolayısıyla ayetteki sınırlamanın sadece selbi boyutu vardır ve tevil ilmini fakat kötü düşünce ve kalpli insanlardan selb etmektedir.

Müteşabih Ayetlerden Örnekler

Kuran ayetlerindeki teşabuhun, asli ve arazi olmak üzere iki kısma ayrıldığına değinmiştik. 

Aslî teşbih; kısa tabirlerin uzun manaları ifade etmedeki yetersizliğinin şüpheye sebep olmasıdır. Bu ayetler daha çok temel dünya görüşü hakkındaki öğretiler ve tanıma hakkındaki ayetlerdir. Bu kabil müteşabih ayetler, Kuran’ın bütün ayetlerine oranla sayıları azdır. Bu müteşabih ayetleri anlamanın yolu ise; Ümmü’l-Kitap olan muhkem ayetler, Peygamber (s.a.a) ve imamların hadisleri ve selef salihlerin sözlerine müracaat etmektedir.

Bunun mukabilinde Kuran’daki teşbihlerin geneli arazidir. Kuran’ın nüzulü döneminde ve sonrasında ortaya çıkan farklı mezhep, inanç ve düşünceler kendilerine dayanak bulabilmek için Kuran’a müracaat etmiş ve düne kadar muhkem olan ayetleri kendi tefsirleriyle müteşabih kılmışlardır, bugün müteşabih olarak kabul edilen ayetlerin çoğu bu kabildendir. 

Şimdi her iki gruba örnek olarak Kuran’da bulunan bazı müteşabih ayetleri getirelim:

Cemal ve Celal Sıfatları

Yüce Allah’ın iki çeşit sıfatı bulunmaktadır. Birincisi Rabbul âleminin sahip olduğu kemali sıfatlar olan cemal veya subiti sıfatlar, diğeri de asla kendisinde bulundurmadığı, tenziye sıfatları da denilen celal veya selbi sıfatlardır.

Yüce Allah’ın cemal ve celal sıfatlarıyla vasıflandırılması veya vasıflandırılmaması hakkında kelam ehlî olan Mutezile ve Eşaire arasında ihtilaf vardır. Mutezililer Hakk Tealanın zatını herhangi bir sıfatla vasıflandırmayı reddetmişlerdir; zira vasfın gereksinimi Hakk Tealanın zatının vasıflar mebdesine yakınlaşmasıdır. Aynı şekilde insan herhangi bir sıfatla vasıflandırıldığı zaman vasfın mebdesi zatına arız olur. Böylelikle zat ve vasf birliktelik arz eder, örneğin ilmin zatına arız olduğu kimseye âlim denilmektedir. Oysa Hakk Tealanın zatı her türlü hadis uruzdan veya ezeli iktiramdan müberradır. Kuran ve hadislerde zikredilen bu sıfatlar için sonuç göz önünde bulundurulmaktadır, yoksa gerçek anlamda Allah için kullanılmamıştır. Yani eğer Allah’ı ilim sıfatıyla vasıflandırıp her şeye âlimdir dersek kasıt şudur: Bu sıfatla vasf olunmak Allah’u Tealaya hâsıl olduğundan hiçbir şey Allah’a gizli değildir; çünkü var olan her şey Allah’ın huzurundandır. Yoksa bu sıfatın mebdesi hakkın zatı için arız olmamış ve birliktelik onun için söz konusu değildir. Aynı şekilde kudret, hayat, hikmet ve hatta irade, rıza vb. diğer bütün sıfatların netice ve gayesi göz önünde bulundurulduğu için zatın sıfata yakınlaşması söz konusu değildir.

Eşaire bu yöntemi benimsememiş ve bunu delilden arî bir çeşit şahsi tefsir ve tevil kabul etmişlerdir, diyorlar ki: Kuran’ın zahirine riayet edilmesi gerekir ve hiçbir şekilde Kuran’ın şahsi tefsir ve tevili doğru değildir. Allah kendisini bu sıfatlarla vasf etmiş ve halkın diliyle konuşmuştur, dolayısıyla bu vasf çağdaş örfün algıladığı mefhumlarla olması gerekir. 

Ebu’l- Hasan Eşari ( Şeyh Eşairi) diyor ki: “Yüce Allah zatının ilme olan birlikteliğinden âlimdir, zatının kudrete olan birlikteliğinden kadirdir.” O bu sözünü ispatlamak için aşağıdaki ayetleri delil olarak getirmiştir: 

 “Bilin ki, o ancak Allah’ın ilmiyle indirilmiştir.”

 “Fakat Allah, sana indirdiğini kendi ilmiyle indirmiş olduğuna şahitlik eder.”

 “Allah’ın ilmine dayanmadan hiçbir dişi ne hamile kalır, ne de doğurur.”

 “O’nun bildirdiklerinin dışında insanlar O’nun ilminden hiçbir şeyi tam olarak bilemezler.”

 “Onlar kendilerini yaratan Allah’ın, onlardan daha kuvvetli olduğunu görmediler mi?”

 “Şüphesiz rızık veren, güç ve kuvvet sahibi olan ancak Allah’tır.”

Ebu’l- Hasan Eşari diyor ki: “Allah bu ayetlerde ilim ve kudret sıfatlarının mebdelerini kendisi için sabit ve zatına yakın bilmiştir. Böylelikle kendisini Âlim ve Kadir sıfatlarıyla vasıflandırmıştır. Eşari buna ek olarak, “Hayy vasfı hayat kelimesinin müştakı, Âlim kelimesinin müştakı ilim ve Kadir kelimesinin müştakı ise kudrettir” diyor. Acaba bu vasıflar herhangi bir mefhumun göstergesi midir? Yoksa sadece muhtevasız vasıf mıdır? Şüphesiz ikinci ihtimal kabul edilemez. Sonuç itibariyle bu vasıflar Arap örfünde yaygın olduğu şekliyle kendi mefhumlarının beyan edicisidir.

Elbette bu ayetlere istinat etmek mugalâtadır; zira bu ayetlerde sadece Hakk Tealanın zatının ilim ve kudreti işlenilmiş ve asla mukaddes zatın, ilim ve kudret sıfatlarının mebdesi ile birlikteliği dile getirilmemiştir. Buna ilave olarak Mutezililer asla Allah’u Teala’nın ilim, kudret ve hayat sıfatlarını reddetmemişlerdir. Sadece mukaddes zatın bu sıfatların mebdesi ile olan birlikteliğini inkâr etmişlerdir, yoksa bunlar zaten Allah’ı Âlim, Kadir ve Hayy olarak biliyorlar. Başka bir deyişle Mutezililer, Hakkın zatını, Hakkın sıfatlarının mebdesi ile birlikte olduğuna inanan diğer grubun aksine Allah’ın mukaddes zatının bu sıfatların mebdesi ile birlikteliği olmadan bu sıfatlarla vasıflandırıldığına inanırlar. 

Ehli Beyt mektebinin temiz kaynağından intifa eden ve ders alan İmamiye ekolü bu konuyu da açık bir şekilde tahlil etmiş ve orta yolu tutmuştur. Bu mektebin taraftarları ne Eşariler gibi Hakkın zatını vasıfların mebdesi ile birlikte ele almış ne de Mutezililer gibi bu ittisaf için Hakkın zatıyla bir irtibat kurmuştur. Allah’ın mukaddes zatını hiçbir etki olmadan tüm celali ve cemali sıfatların kaynağıdır; çünkü varlık âleminde mevcut olan her türlü kemal vasfı onun zatından kaynaklanır ve tüm bunlar eksiksiz onun zatından vardır. Eğer Hakkın zatında bu kemaller olmasaydı varlık âlemindeki bütün bu kemaller nasıl meydana gelebilirdi? Bu yüzden Hakkın zatı tüm kemal-i sıfatların mecmuasıdır ve tüm sıfatlar onun zatının aynısıdır. Ne bir şey ona arız olabilir ne de bir şey onunla birlikte olabilir. Ezelde sadece o vardı ve onun dışında hiçbir şey yoktu.”Hiçbir şey yokken Allah vardı.” Hakk Tealanın sıfatlarının zatıyla aynı olması bu anlamdadır. Nitekim Eşaire farklı iki şeyin kıyası olan Hakkın sıfatlarını halkın sıfatları gibi ele almıştır, hâlbuki yüce Allah şöyle buyuruyor: “O’nun benzeri hiçbir şey yoktur.”

Emirel müminin Hz. Ali (a.s) şöyle buyurmaktadır: “Dinin evveli O’nu tanımak, O’nu tanımanın kemali O’nu tasdik etmek, O’nu tasdik etmenin kemali onu bir bilmek, O’nu bir bilmenin kemali O’na karşı ihlâslı olmaktır. O’na karşı ihlâslı olmanın kemali, ondan sıfatları nefyetmektir. Zira her sıfat mevsuftan (sıfat sahibinden) ayrıdır. Hakeza her mevsuf da sıfattan ayrıdır. Dolayısıyla Allah’ı vasfeden onu başkasına eşlemiş olur. Onu eşleyen onu ikilemiş olur. O’nu ikileyen onu tecezzi etmiş (cüzzlere ayırmış) olur. O’nu tecziye eden onu tanımamış olur.”

Tahayyüzün Reddi

Tahayyüz mekânda bulunma ve yöne sahip olmadan ibarettir, bu da maddi varlıkların özellikleri ve cisimlerin gereksinimlerindendir. Başka deyişle boş bir kap doldurulup herhangi bir mekânda karar kılınırsa bu açıdan yöne ve boyutlara sahip olmuş olur (sağ, sol, ön, arka, yukarı, aşağı). 

Yüce Allah’ın zatı böyle bir tahayyüzden uzaktır; çünkü o salt tinsel varlıktır. Yani madde ötesi ve bütün maddi özelliklerden münezzeh bir varlıktır. 

Fakat Ehlisünnetin Eşaire mezhebi tahayyüzü kabul etmiştir ve böylece yüce Allah için mekan ve yöne inanmıştır. Bu inançlarını ispatlamak için de kendilerince Kuran-ı Kerim’den bazı ayetleri zikretmişlerdir. Örneğin:

 “Rahman, Arş’a kurulmuştur.” 

 “Gökten yere kadar bütün işleri Allah yürütür ve sonra O’na yükselir.”

 “Onlar, üstlerindeki Rablerinden korkarlar.”

 “Gökte olanın, sizi yere batırıvermeyeceğinden emin misiniz?”

 “Güzel sözler ancak O’na yükselir. Salih ameli de güzel sözler yükseltir.”

 “Rabbinin emri gelip melekler sıra sıra dizildiği zaman.”

 “Onlar, ille de buluttan gölgeler içinde Allah’ın ve meleklerinin gelmesini mi beklerler? “ 

Eşaire, bu inancına yani Allah’ın bir mekan ve yönde bulunduğuna delil olarak yukarıdaki ayetler gibi Kuran’dan otuz kadar ayet getirmiştir.

İmamiye de, Mutezile gibi muhkem ayetlerden biri olan, “O’nun benzeri hiçbir şey yoktur.” Ayetine binaen Allah’ı mahlûklara benzemekten müberra bilmiştir, bu yüzden de Eşaire ve benzerlerinin müteşabih kıldıkları mezkûr ayeti tevil etmişlerdir. 

Öncelikle bu kabil ayetlerden istifade edilen arş, kürsü, suud, nüzul, yükseklik, sema ve istiva gibi kavramları açıklamalıyız: 

Arş: Kuran-ı Kerim’de arş kelimesi Rabbe oranla yirmi bir defa, kürsü kelimesi bir defa ve istiva terimi yedi defa zikredilmiştir. Arştan kasıt tedbir arşıdır. Nitekim Allah Kuran’da şöyle buyuruyor: “Sonra da işleri yerli yerince idare ederek arşa istiva eden Allah’tır.” Ayette arş (taht, saltanat tahtı) gerçek manası ile ele alınmamıştır ve genellikle bu kelime Arapçada mecazi anlamıyla kullanılır. Birçok ayette mecazi anlamını ifa etmesi için arş kelimesi “Tedbir” kelimesi ile eş anlamda kullanılmıştır, yüce Allah buyuruyor: 

“Şüphe yok, Rabbimiz, öyle bir Allah’tır ki gökleri ve yeryüzünü altı günde yaratmıştır da sonra Arşa istiva etmiştir; aceleyle ve durmadan geceyi takip eden gündüze gecenin örtüsünü atar, o örtüyle örter onu ve güneş de onun emrine râm olmuştur, ay da, yıldızlar da. İyice bil ki yaratış da onun, buyruk da. “

Dikkat edilirse her iki ayette de tedbir kelimesi “Arşa istiva eden” cümlesinden sonra gelmiştir, özellikle ikinci ayette önce yaratma sonra da arşa istila dillendirilmiştir. Son olarak her ikisini bir yerde toplamış ve “Yaratmak da,  buyruk da yalnız O’na mahsustur” demiştir. Ayetteki “el emru-emretmek” ten kasıt tedbirdir. Bu “Arşa istiva eden” ayetinin de tekrarıdır. 

Diğer surelerde de “Arşa istila etmek” “Tedbir” kelimesiyle eşanlamlı kullanılmıştır. “Hakka” suresinde Hakk Teâlâ’nın kıyamet gününde Ceberut meydanındaki kapsayıcılığının dillendirildiği yerde arştan da bahsedilmektedir. “O gün Rabbinin arşını, bunların da üstünde sekiz (melek) yüklenir.” Bu yüzden arş mecazen tedbirden başka bir şey değildir. İmam Ali b. Musa el Rıza (a.s) arşın açıklamasında buyuruyor ki: “İlim ve kudret, arş ismi ile yâd edilir.”

Kürsü: Kürsüden kasıt yüce Allah’ın bütün varlık âlemine mutlak egemenliğidir. “O’nun kürsüsü, bütün gökleri ve yeri kaplayıp kuşatmıştır.” Ayetinden maksat melekûtun kapsayıcılığı ve Allah’ın mutlak hâkimiyetidir, nitekim ayetin devamında şöyle denilmektedir: “Onları koruyup gözetmek kendisine zor gelmez.” 

İstiva: Eğer “ila” istiva ile yakın anlamda kullanılırsa örneğin, “Sümmesteva ilas sema-sonra göğe istiva etti” ayetinde olduğu gibi dayanmak anlamındadır, yani kast etmek ve teveccüh etmektir. Eğer “ala” ile kullanılırsa örneğin, “Sümmesteva alal arş-Arş’a istiva eden” ayetinde olduğu gibi hâkimiyet ve tedbirin kuşatıcılığı anlamındadır. Şairin aşağıdaki şiiri de bu kabildendir. 

Beşr Irak’a istiva etti,

Kılıç kullanmadan ve kan dökmeden.

Sonuç itibariyle arş, kürsü ve istiva terimlerinin geçtiği ayetlerde bunların mecazi anlamları göz önünde bulundurulmuştur. Bu yüzden gerçek anlamları ile ele alındıkları düşünülmemelidir. 

Yükseklik:  “Gökyüzünde”,”Nüzul” ve “Suud” kelimeleri Allah için kullanıldığı zaman burada gerçek mana maksat değildir bilakis mecazi mana kastedilmiştir. Yani bu topraksı dünyadan daha üstün başka bir âlem vardır ki bütün iyilikler ve bereketler o âlemden bu topraksı dünyaya gelir. Allah’ın dergâhı  -eğer onun için bir dergâh tasavvur edilirse- bu topraksı dünyadan daha üstün bir âlemdedir ki onun tarafından rahmet gönderilir ve kulların salih amelleri ona doğru yükselir. Yoksa Allah herhangi yönde karar kılmamıştır.”Nereye dönerseniz dönün Allah’ın yönü orasıdır.” 

Kullar alışkanlıkları gereğince Allah’ın dergâhına dua için yöneldikleri zaman gökyüzüne bakıp ellerini yukarıya kaldırmaları bereket kaynağının bu dünyanın sınırları dışında olduğunu gösteren bir sırdır. İnsan bu madde âleminden daha üstün bir âlemden ihtiyacının giderilmesini istemeyi adet edinmiştir. Çünkü kendisine bu madde âleminde gördüğünden doğal olarak diğer âlemi yeryüzünün dışında tasavvur etmekte ve bu yüzden o âleme yönelmektedir. Başka bir âleme yönelmenin gereksinimi gökyüzüne yönelmektir; zira gökyüzü yeryüzünün dışında yer alır. İnsan yeryüzünün hangi noktasında olursa olsun bu tasavvurundan dolayı muhitinin dışına teveccüh etmektedir. İlahi dergâhın yüksekliği “Gökyüzünde” olma meselesi bundan intiza edilmiştir. Nitekim yukarıya doğru yönelmek sırdan başka bir şey değildir.

 “Her şeyin hazineleri yalnız bizim yanımızdadır. Biz onu ancak belli bir ölçüyle indiririz.”

Bu ayetteki “İndirmekten” kasıt madde ötesi âlemden madde âlemine tenzildir. Kuran ayetlerinde kullanılan nüzul, inzal ve tenzil gibi bütün kelimeler bu türdendir.

Gelelim bazı ayetlerde yüce Allah için “gelip, gitme” kavramlarının kullanılmasına; örneğin ayette şöyle buyrulmaktadır:

“Allah’ın gelmesini beklerler.”

“Rabbin geldiği zaman.” 

Bu ve benzeri ayetlerde hakiki anlam değil mecazi anlam kullanılmıştır, bu da Arap örfünde en yaygın olan mecaz şeklidir. Örneğin; “Rabbin geldiği zaman” ayetinin zahirinde gelme fiili Allah’a nispet verilmektedir oysa bunun gerçek anlamı,”Rabbinin emri geldiği zaman”dır. Diğer bir örnekte,”Kentten sor” ayetidir ki gerçek anlamı, “Kent ahalisinden sor” dur. Bu tür mecazi kullanımlardaki takdir veya kelime düşüklüğünün şahidi başka ayetlerdir. Örneğin Allah’u Teala buyuruyor ki: “Allah’ın emri gelince de hak yerine getirilir. İşte o zaman bunu batıl sayanlar hüsrana uğrarlar.” “Kendilerine meleklerin gelmesini yahut Rabbinin (azâb) emrinin gelmesini mi bekliyorlar.” 

Velhasıl Kuran ayetlerinde fazlaca kullanılan ve bazı ayetlerde izharın ve bazı ayetlerde de takdirin alındığı bu gibi mecazi kullanımlar Arapçada çok yaygındır. 

Yüce Allah’ı Görme

Eşaire, kıyamet gününde müminler hesaba çekildikten sonra Allah’ı göreceklerine inanmaktadırlar. Ebu’l- Hasan Eşari bu inancı için,”O gün yüzler ışıl ışıl parlar ve Rablerine bakarlar” ayetini delil olarak öne sürmüştür; zira ayette müminlerin Allah’ın nurani çehresini seyredecekleri için çehrelerinin aydınlanacağı söylenmiştir. Eşari diyor ki: Arap dilinde nazar kelimesi üç anlamda kullanılır. 

1- İtibari Nazar: İbret ve ders alma. Örneğin; “Deveye bakmıyorlar mı, nasıl yaratılmıştır!”

2- Beklemek: Nitekim ayette buyruluyor ki: “Onların beklediği (Ma yenzurune): Sadece bir ses!.. Çekişip dururlarken kendilerini çarpacak bir ses… “ 

3- Gözle görmek: Bahis konusu ayetin kastıdır. Zira o gün ibret alınacak bir şey yoktur ve aynı şekilde “Nazar” bekleme anlamında değildir, örneğin Hz. Süleyman diyor ki:”Elçilerin ne haber ile döneceklerine bakacağım.” 

Ebu’l- Hasan Eşari’ye soruyoruz: “Niçin sevap kelimesini yani, ‘Rabbin sevabına bakarlar’ takdir almayalım?” Bunun cevabında diyor ki: “Mebna takdirin olmamasıdır; zira sözün zahirinin tersinedir. Çünkü ayetin zahirindeki anlam Allah gözle bakmaktır. Eğer sevap kelimesini takdir olarak alırsak Allah dışındaki herhangi bir varlığa nazar edilmiş olur. Yani eğer birilerinin sözünü zahirinin tersine yorumlarsak veya sözünü değiştirecek şekilde herhangi bir yerini takdir olarak alırsak bu doğru olmaz.”

 Eşari, “Gözler O’nu idrak edemez” ayeti hakkında diyor ki: “Görmemekten kasıt bu dünyadadır ki ahirette görmek olasılığıyla bir çelişkisi yoktur; zira daha üstün âleme bırakılan Hakkın çehresini görme en üstün lezzetlerdendir ya da ayette belirtilen görmemekten kasıt Hakkı görmekten mahrum olacak kâfirlerdir.” 

Ama daha önce “Nazar” kelimesinin bahis konusu olan ayette nazar etmek “Göz dikmek” anlamında olduğunu hatırlattık, yoksa bakmak anlamında değildir. Bu beklemek anlamına gelir ki Arap edebiyatında yayın bir şekilde kullanılır. Arap şair Cemil b. Muammir diyor ki: 

Padişah olan sana göz diktiğim zaman,

Yanındaki deryadan ve nimetlerinden bana bağışla. 

Başka bir şair diyor ki:

Vaadin için sana doğru göz dikmişim,

Fakirin zengine göz diktiği gibi.

Zamahşehri bu ayetin tefsirinde Mekke sokaklarında dilencilik yapan kimsesiz ve kör kızın sözlerini aktarmaktadır. “Diyor ki: Gözlerim Allah ve siz halka dikilmiştir.”  

Bütün bu örneklerde “Nazar” kelimesi göz dikmek anlamındadır ve “ila” harfi ile birlikte alınmıştır. Bu yüzden mezkur ayetin anlamı şudur: “O zor günde çehreler sevinçli ve aydındır. Zira Allah’ın lütuf ve inayetine göz dikmişlerdir.” 

Eşari, Allah’ın görüneceğini ispatlamak için, “Rabbim! Bana (kendini) göster” ayetini de delil olarak getirmiştir ki eğer Allah’ın görünmesi imkânsız olsaydı Hz. Musa nasıl böyle bir istekte buluna bilirdi? 

Ama bu istek Hz. Musa’nın isteği değildi, İsrail oğullarının isteği idi ve Hz. Musa onların dilinden Allah’a arz etmişti. İsrail oğulları cahilce böyle bir istekte bulunmuş ve eğer Allah kendisini göstermezse iman getirmeyeceklerini söylemişlerdi. Hz. Musa onların isteklerini yerine getirmekten kaçınıyordu. Ama Allah kavmini isteğini dile getirmesi için Musa’ya izin verdi. Zira diğer ayetlerde Hz. Musa’ya böyle bir istekten dolayı baskı uyguladıkları için İsrail oğulları direkt kınanmıştır. Nisa suresinde şöyle buyrulmaktadır: 

 “Ehl-i kitap senden, kendilerine gökten bir kitap indirmeni istiyor. Onlar Musa’dan, bunun daha büyüğünü istemişler de, “Bize Allah’ı apaçık göster” demişlerdi. Zulümleri sebebiyle hemen onları yıldırım çarptı. Bilâhare kendilerine açık deliller geldikten sonra buzağıyı (tanrı) edindiler. Biz bunu da affettik. Ve Musa’ya apaçık delil (ve yetki) verdik.” Yani İsrail oğulları Musa’dan kendilerine Allah’ı göstermesini istemişlerdi. Bu yüzden yıldırım çarpma belasına duçar oldular. 

Bakara suresinde bu daha açık bir şekil belirtilmiştir: “Hani siz, “Ey Musa! Biz Allah’ı açıktan açığa görmedikçe sana asla inanmayız” demiştiniz. Bunun üzerine siz bakıp dururken sizi yıldırım çarpmıştı.”

Nitekim İsrail oğulları bu yersiz isteklerinden dolayı yıldırım çarpma belasına duçar oldular, bundan dolayıdır ki, İsrail oğulları direk Allah tarafından kınanmıştır, Hz. Musa kınanmamıştır. 

Beden Azaları

Eşairiler, Allah’ın beden azalarına sahip olduğunu zannediyorlar ve Kuran’da el, ayak, çehre, göz gibi kelimelerin geçtiği ayetleri delil olarak öne sürüyorlar, örneğin; “Yahudiler, Allah’ın eli bağlıdır, dediler. Hay dedikleri yüzünden elleri bağlanası ve lânet olasılar! Bilâkis, Allah’ın elleri açıktır, dilediği gibi verir.” 

Lakin bu ayette Eşairi’nin iddiasını destekleyecek herhangi bir şey bulunmamaktadır; çünkü “elin bağlılığı” deyiminden maksat güçsüzlük ve acizliktir, bunun karşısında “elin açıklığı” ibaresi ise güç ve kudretin göstergesidir. Arap edebiyatında genellikle bu anlamlarıyla kullanılırlar, nitekim başka bir ayette şöyle deniliyor: “Elini bağlayıp boynuna asma. Ama onu büsbütün de salıverme. Sonra kınanır, hasretler içinde kalırsın.” Bu iki tabirin hakiki mefhumları bu ayette kast edilmediği çok açık bir şekilde görülmektedir; çünkü kasıt hasret nedeni olacak yaşamda katılık ve davranışlarda rahatlıktır. 

Yukarıdaki ayette geçen “elin bağlılığı-elin açıklığı” deyimleri Âl-i İmran suresinde fakir ve zengin unvanlarıyla zikredilmiştir:”Gerçekten Allah fakir, biz ise zenginiz diyenlerin sözünü andolsun ki Allah işitmiştir.” Allah’u Teâlâ bu iddianın cevabında şöyle buyuruyor: “De ki: Lütuf ve ihsan Allah’ın elindedir. Onu dilediğine verir. Allah’ın rahmeti geniştir ve O her şeyi hakkıyla bilir.” Başka bir yerde de buyuruyor: “Allah’ın elindedir, onu dilediğine bahşeder. Allah, büyük lütuf sahibidir.” 

Kuran’da on iki defa el kelimesi Allah’a nispet verilmiş ve bütün bu yerlerde kasıt güç ve kudrettir. 

Kuran’da on bir defa çehre kelimesi kullanılmıştır ki mukaddes zatın kendisi anlamındadır, örneğin; “O’nun zatından başka her şey yok olacaktır.” “Biz sizi Allah rızası için doyuruyoruz.” Diğer ayetler de bu kabildendir.

Göz kelimesi Kuran’da bir defa tekil ve dört kez çoğul olmak üzere beş defa gelmiştir ve bunların tamamından kasıt özel inayettir. “Rabbinin hükmüne sabret. Çünkü sen gözlerimizin önündesin.” Hakeza Taha suresinde Musa’ya hitaben buyruluyor ki: “Gözümün önünde yetiştirilesin.” 

Baldır kelimesi de Kalem suresinde zikredilmiştir: “O gün baldır açılır.” Buradaki baldırdan kasıt kıyamet gününün sıkıntı ve zorluğudur, Allah’u Teala başka bir ayette buyuruyor ki: “Ve baldır, baldıra dolaşınca İşte o gün sevk edilecek yer, sadece Rabbinin huzurudur.”

Aslında “keşfu’s-sag” ,Arap edebiyatında yaygın bir şekilde ciddiyet ve çabalamanın kinayesi olarak kullanılır. Yani oyun oynama dönemi olan bu dünyadaki hayat son bulmuş ve gerçekleri görme zamanının gelmiştir. Farsçada “keşfu’s-sag” kelimesi yerine bir işe soyunmak veya kolları sıvamak deyimleri kullanılır ki kasıt herhangi bir işi yapmakta ciddi olmaktır. 

İrade ve Özgür Olma

Eşairiler ve Adlcılar arasındaki tartışmalı konulardan biri de insanın özgür iradesi ile gerçekleştirdiği fiillerdir ki; acaba insan kendi iradesiyle mi bu fiiller tahakkuk bulur yaksa iradesinin dışında mıdır? 

Ebu’l- Hasan Eşari diyor ki: “Rububiyette tevhidin gereksinimi şudur; varlık âleminde meydan gelen her şey örneğin insanın özgür iradesiyle (görünürde) gerçekleştirdiği fiiller Hakk Teâlâ’nın direk iradesiyle vaki olur. Yoksa Rububiyette şirkin nedeni ve Allah dışındaki bir varlığın bir şey meydana getirmesinde onunla şeriki olmayı gerektirir. Hâlbuki “herhangi bir şeyin meydana gelişinde Allah’ın iradesi dışından hiçbir şeyin dehaleti yoktur.”

Ebu’l- Hasan Eşari bu iddiasını ispatlamak için yirmi beşten fazla ayeti delil olarak getirmiştir. Örneğin;

1- “Oysa Allah sizi de, yaptığınız şeyleri de yaratmıştır.”

2- “Allah her şeyin yaratıcısıdır.”

3- “Yeryüzünde vuku bulan ve sizin başınıza gelen herhangi bir musibet yoktur ki, biz onu yaratmadan önce, bir kitapta yazılmış olmasın.”

4- “Şüphesiz O, güldürür ve ağlatır.” 

Cebre inananlar aşağıdaki ayetleri de delil olarak getirmişlerdir:

5- “Allah’ın dilemesi olmadıkça siz dileyemezsiniz.”

6- “Allah dilemedikçe yine de inanacak değillerdi”

7- “And olsun, biz cinler ve insanlardan birçoğunu cehennem için yaratmışızdır.”

Yani bunlar azap görmek için yaratılmışlardır. Yoksa kendi nefisleri helak olma nedeni değildir ki, kendi elleriyle kendileri için cezayı hazırlamış olsunlar.

Kuşkusuz insanın şahsi iradesi ihtiyari fiilleri gerçekleştirmede önemli bir role sahiptir. Bu yüzden insanın fiilleri kendisine nispet verilir ve bunları iyi ve kötü sonuçlarını yüklenmek zorunda kalır. Bu herkesin vicdanına müracaat ettiğinde rahatlıkla anlayabileceği bir şeydir. İnsan iyi ve kötü fiilleri yapmakta özgürdür, eğer isterse bunları yerine getirir ve eğer istemezse yerine getirmez. İnsanın hiçbir zorunluluk olmadan bunları özgürce gerçekleştirdiği aşikârdır; zira bu durum vicdani önermelerden sayılmaktadır, yani bunun aşikâr olduğu zaruri ve bedihidir ve bedihi olmaları da insanın deruni vicdanından kaynaklanır. Dolayısıyla delil, burhan ve istidlale ihtiyaç yoktur.

Buna ilave olarak önceden de belirtildiği gibi övme, kınama, müjdeleme, korkutma, sevap, ceza vb. ancak iyi ve kötü fiillerin özgür irade ile eyleme dökülmesi ve bunların fazilet ve kötülük sayılmalarıyla açıklanılabilir. 

Kuran baştanbaşa ahlaki fazilet ve kötülük sayılan ve insanın davranışlarından kaynaklanan övgü ve kınamalarla doludur. Şer-î vazife göz önünde bulundurulmaksızın insanın kendi fiillerini gerçekleştirirken seçme güç ve kudretine sahip olduğu görülür. Tersi bir durum abes ve beyhudedir. 

Bu gibi ayetler muhkem ayetlerden sayılmaktadır; çünkü insanın fıtratı ve vicdanı ile uyum içindedir. Bu beyana muhalif ayetler görünüşe göre müteşabihtirler ve muhkem ayetlere göre yorumlanmalıdır.

İnsanın fiillerinin ihtiyari olduğuna delalet eden bazı ayetler şunlardır:

1- “Kim de âhireti ister ve ona lâyık bir biçimde mümin olarak gayret gösterirse, işte bunların çalışmaları makbul olur.” 

2- “Şu hâlde, kim mümin olarak bir salih amel işlerse, çalışması asla inkâr edilmez. Şüphesiz biz onu yazmaktayız.”

3- “Her kişi kendi kazandığına karşılık bir rehindir.” 

4- “İnsanların bizzat kendi işledikleri yüzünden karada ve denizde düzen bozuldu.”

5- “Kendilerine hidayet geldiği zaman, insanları inanmaktan alıkoyan şey neydi.”

6- “Kim bir kötülük yapar yahut kendine zulmeder, sonra da Allah’tan bağışlama dilerse, Allah’ı çok bağışlayıcı ve çok merhamet edici bulur.” Eğer insan kötü işlerin yapımında ihtiyar sahibi olmazsa veya kendisine zulmetmeyi reva görürse onun bu işini nasıl kötü sayabiliriz. Bu durumda af dilemesinin ne anlamı olabilir? 

7- “Allah, bir kimseyi ancak gücünün yettiği şeyle yükümlü kılar. Onun kazandığı iyilik kendi yararına, kötülük de kendi zararınadır.” Bu ayet açıkça insanın iyi ve kötü işleri yapmaya Kadir ve gücü oranında mükellef olduğunu dolayısıyla işlerinin sonucunun da kendisine döndüğünü gösterir.

8- “Dinde zorlama yoktur; çünkü doğruluk sapıklıktan iyice ayrılmıştır.” Zira dinin hakikati inançtır, bu yüzden delillerin aşikâr olmasıyla hâsıl olur ve hiçbir şekil zorunluluk kabul etmez.

9- “Şüphesiz bunlar bir öğüttür. Kim dilerse Rabbine ulaştıran bir yol tutar.” Bu ayet insanın özgür iradesiyle hakka gidecek olan yolu ve hakikati bulması için Allah tarafından olan şeylerin insan aklını ve fıtratını harekete geçirmekle birlikte kendisine zahiri yol göstericileri de göndereceğini açıkça gösterir.

Saptırma ve Yoldan Çıkarma

Yoldan çıkarma anlamına gelen “saptırma fiili” ilahi ve örfü değerlerin karşısında yer alan bir fiil olmasına rağmen Kuran’ın birçok ayetinde konu edilmiş ve bu fiil Allah’a nispet verilmiştir. Bu ayetlerde “saptırma fiilinin” asla gerçek anlamlarıyla kullanılmadığı ve bunların sadece mecazi beyanlar olduklarını anlamak için ilahi özelliklere dikkat etmek gerekir. 

Allah’a nispet verilen “saptırma”, yoldan çıkarma anlamındadır. Yani hakikatler karşısında inat edip diretenleri kendi hallerine bırakmak ve has inayetten mahrum etmektir. Bu insanların kendileri Hakk Teâlâ’nın has inayetine mazhar olmak istememiş ve bunun için gerekli olan zemineleri kendi vücutlarında meydana getirmedikleri için kendi hallerine bırakılmışlardır.

“Allah, iman edenleri hem dünya hayatında hem de ahirette sabit bir sözle sağlamlaştırır, zalimleri ise saptırır.”

 Dolayısıyla Allah’ın saptırdığı kimseler Hakk’a dönmenin yollarını aramayan kimselerdir.”Uydurmuş oldukları yalanlar, dinlerinde kendilerini aldatmaktadır.” Yani bu gibi insanların yöntemleri beyhude işlerle uğraşmak ve boş sözler söylemektir, bu işleri de onları mağrur kılmış ve isyan etmeye sevk etmiştir.

 “Allah’a iman edip ona sımsıkı sarılanları ise (Allah), kendisinden bir rahmet ve lütfa kavuşturacak ve onları kendisine varan doğru bir yola iletecektir.” 

Hatim Ve Mühürleme

Kuran’da geçen hatim, ta’b/mühürleme ve örtü kelimeleri aynı şey hakkında olup inatçı ve serkeş insanların kendi yanlış tavır ve davranışlarıyla kendileri için hazırladıkları hicap anlamındadır. 

“Allah, onların kalplerini ve kulaklarını mühürlemiştir. Gözleri üzerinde de bir perde vardır.”  

“Onların kalplerine – ki idrak etme organıdır- mühür vuruldu.” 

Lakin bu mühürleme ve hicap perdesinin zeminini kendileri hazırlamışlardır, bu mesele başka ayetlerde de açıkça görülmektedir:

“Gördün mü o kimseyi ki kendi hevâsını kendisine tanrı edinmiş ve onu Allah bir bilgi üzerine şaşırtmış ve kulağı ve kalbi üzerine mühür basmış.” 

 “Çünkü onlar önce inandıklarını iddia ettiler, sonra inkâra gittiler. Bu sebeple kalpleri mühürlendi.” 

“Küfürleri sebebiyle Allah o kalpler üzerine mühür vurmuştur.” 

Yani bu insanlar müminleri kandırmak için zahiren iman getirmişlerdir, ama müminlerin tutumlarını gevşetmek için sonradan bir daha hakkı inkâr etmişlerdir. Bundan dolayı da Allah bunların gönüllerine mühür vurmuştur.

 “Allah, büyüklük taslayan her zorbanın kalbini işte böyle mühürler.” Bu yüzden Allah, bu acı gerçeği onların kendi diliyle anlatmakta ve Hakkı inkâr etmenin zeminini kendi elleriyle hazırladıklarını ve onların bunu itiraf ettiklerini beyan etmektedirler.

“(Bu,) bilen bir kavim için, ayetleri Arapça okunarak açıklanmış bir kitaptır. Bu kitap müjdeleyici ve uyarıcıdır. Fakat onların çoğu yüz çevirdi. Artık dinlemezler. Ve dediler ki: Bizi çağırdığın şeye karşı kalplerimiz kapalıdır. Kulaklarımızda da bir ağırlık vardır. Bizimle senin aranda bir perde bulunmaktadır. Onun için sen (istediğini) yap, biz de yapmaktayız! “  

Bu ayetlerin içeriğinin mutlak inat ve inatçılığı anlattığı ve bütün bu ibareler bir temsil ve istiareden öte bir şey olmadığı açıktır. Nitekim Allah bu insanları kınamış ve onların şu sözlerle Hakk’ı inkâr ettiklerini söylemiştir:

“Kalplerimiz perdelidir.” dediler. Öyle değil! Kâfirlikleri sebebiyle Allah onlara lânet etti. Onun için pek az iman ederler.” 

AHMED’İN MÜSNED’İNDE ŞİA’NIN YANSIMALARI

Dr. Seyyid Kazım Tababatai

İlahiyat Fakültesi, Meşhed Firdevsi Üniversitesi

ÖZET

Ahmed b. Hanbel, Ehl-i Sünnet’in meşhur dört fıkıh okulundan birinin kurucusu ve önderidir. Onun Kitabu’l-Müsned’i de Sünnilerin en kapsamlı ve en eski külliyatlarından biri sayılmaktadır. Yaklaşık otuz bin hadis içeren ve telif zamanı bakımından Ehl-i Sünnet’in sıhah-ı sittesinden (altı sahih) önce olan bu kitap, daima Sünnilerin önemli hadis kaynaklarından olmuştur ve olmaya devam etmektedir. İbn Hanbel’in Müsned’inin üstün özelliklerinden biri, Peygamber’in (s) Ehl-i Beyt’inin menkıbeleri hakkındaki dikkat çekici hadislerin müellifini o kitaba emanet etmiş olmasıdır. Şia bakışaçısının birçok meselede sahihlik mührü vurduğu bu rivayetler Ahmed’in Müsned’inde diğer hadis külliyatlarıyla karşılaştırıldığında o kadar barizdir ki şarkiyatçıları bile şaşırtmış ve onları bunun sebebini araştırmaya sevketmiştir. Bu makalenin yazarı bu açıdan Ahmed’in Müsned’ini ve müellifin şahsiyetini ele almış ve bu büyük mecmuada hızlı bir gezintiyle o hadislerden örnekleri kısa izahlar eşliğinde arzetmiştir.

GİRİŞ

Ebu Abdullah Ahmed b. Muhammed b. Hanbel Şeybani’nin (hicri 164-241 / miladi 780-855) eseri el-Müsned Ehl-i Sünnet muhaddislerden geriye kalmış ve elimize ulaşmış en kapsamlı, en büyük ve en eski hadis koleksiyonlarından biridir. Bu kitap telif edildiği zaman itibariyle Ehl-i Sünnet’in bilinen altı sahihinden öncedir. Çünkü bu altı koleksiyonun müellifinin ilk ismi, yani Muhammed b. İsmail Buhari hicri 256 yılında vefat etti ve sonuncusu olan Ahmed b. Şuayb Nesai de hicri 303 yılında dünyaya gözlerini yumdu.

Ehl-i Sünnet âlimleri tarih boyunca hep Ahmed’in Müsned’ine yöneldiler ve onu övmekten hiç geri durmadılar. Bunların arasında Hafız Ebu Musa Medini (vefatı hicri 581) şöyle der:

“Bu kitap hadis araştırmacıları için büyük bir kaynak ve sağlam bir başvuru merciidir. Onun müellifi kitabı çok sayıda hadis ve bol miktarda rivayet arasından ayıklamış ve insanlar münakaşa sırasında sığınsınlar, ona istinat etsinler diye kılavuz ve dayanak yapmıştır.”

Şemsuddin Muhammed b. Ahmed Zehebi (vefatı hicri 748) şöyle der: “Bu kitap en fazla Nebevi (s) hadise sahip olan kitaptır. Sahihliği ispatlanmış ama onda mevcut bulunmayan hadis çok azdır.” Yine şöyle der: “… Müsned’in bahtiyarlıklarından biri de, sâkıt olmuş haberin en az bulunduğu kitap olmasıdır.”

İbn Cezeri (vefatı hicri 833) şöyle der: “Yeryüzünde ondan daha üstün bir hadis kitabı rivayet edilmemiştir.” Taceddin Sübki şöyle der: “Bu kitap, bu ümmetin sütunlarından biridir.”

İbn Hacer Askalani, el-Bezzar’ın Tecridu Zevayidi Müsned kitabı hakkında şöyle yazar: “Eğer Ahmed’in Müsned’inde bir hadis varsa onu diğer müsnedlerle ilişkilendirmeyiz.”

Heysemi Zevayidu’l-Müsned’de görüşünü şöyle açıklar: “Ahmed’in Müsned’indeki sahih hadisler, diğer sahih hadislerden çok daha sahihtir.”

Celaleddin Suyuti, sözkonusu kitabın tüm rivayetlerini makbul bulmuş ve şöyle demiştir: “Onun zayıf hadisleri bile hasene yakındır.”

Bu sözlerde bir miktar abartı bulunsa bile bu kitabın Sünniler nezdindeki konumunu göstermektedir. Âlimlerin, bir kısmına yer verilen övgü dolu sözlerine ilaveten eldeki başka bilgiler de şunu göstermektedir: Geçmişte, hadis arayanlar daima bu kitabı hadis erbabı üstatlarının huzurunda kıraat ederdi. Bazen de bu işi mukaddes mekanlarda yerine getirirlerdi. Nitekim dokuzuncu yüzyılın ilk yarısında bir grup, sözkonusu kitabı Mescidu’l-Haram’da Şemsuddin Muhammed b. Muhammed Cezeri’nin huzurunda okumuş ve hicri 828 yılının Rebiülevvel ayında kıraatını tamamlamıştı. Yine şöyle anlatılır: “Hicri onikinci yüzyılda (miladi onsekizinci) bir grup dindar, Peygamber’in (s) kabrinin kenarında 56 mecliste bu kitabı okumayı tamamladı.” 

İşte bu önem nedeniyledir ki âlimler onun hakkında çok sayıda kitap ve eser kaleme almış, bu kitaptan seçkiler hazırlamışlardır.

Sözkonusu kitabın üstün özelliklerinden, hatta belki de ayrıcalıklarından biri de, müellifin Allah Rasülü’nün (s) Ehl-i Beytine ait menkıbeler hakkında dikkat çekici hadisler nakletmiş olmasıdır. Halbuki pek çok mesanid, sıhah ve sünen yazarı bu hadisleri rivayet etmemişler veya çok az rivayet etmişlerdir. Anlaşılan o ki, bu hadisleri nakletmesi nedeniyle kötü niyetliler Mütevekkil nezdinde onun dedikodusunu yapmışlar ve sonuçta da evi, Alevileri desteklediği suçlamasıyla halifenin memurları tarafından teftişe uğramıştır.

Ahmed b. Şuayb Nesai’nin Emirülmünin Ali b. Talib’in özelliklerini anlatan bir kitap hazırlamak için Ahmed b. Hanbel’in rivayetlerinden çoğundan yardım aldığı meşhurdur. Hulasa, Ahmed’in Müsned’inde, Şia’nın birçok meseledeki görüşünü doğrulayan rivayetler, Ehl-i Sünnet’in diğer hadis koleksiyonlarıyla mukayese edildiğinde o kadar dikkat çekicidir ki şarkiyatçılar bunun sebebini bulmaya koyulmuş, Ahmed’i bir yana, Buhari ve Müslim’i de diğer yana koyup karşılaştırırken şöyle demişlerdir: Buhari ve Müslim Abbasilerden korktukları için bu hadisleri nakletmekten kaçındılar. Ama Ahmed, cesur ve güçlü bir psikolojisi olduğundan Ali’nin ve Ehl-i Beyt’in [aleyhimüsselam] faziletlerine özgü hadisleri nakletmekten korkmadı.

İbn Hanbel, Peygamber (s) ailesinin faziletlerini kitaplarında açıkladığı gibi, çağdaşlarıyla karşılaştığında da daima bu ailenin faziletlerini dile getiriyordu. Bütün sahabeyi büyük kabul etmesine ve onlara kötü söz söyleyeni İslam dininden saymamasına rağmen Peygamber (s) ailesinin düşmanları karşısında, özellikle de bu aileye düşmanlıkta elinden geleni ardına koymayan Mütevekil Abbasi’ye karşı bu ailenin üstünlüklerini sert biçimde savunuyordu. Ahmed’in oğlu Abdullah şöyle anlatır:

“Bir gün babamın karşısına geçip oturmuştum ki Kerhilerden bir grup geldi. Ebubekir, Ömer, Osman ve Ali’nin halifeliği hakkında epeyce konuştular. Babam ayağa kalktı ve onlara dönerek şöyle dedi: Ey hazirun. Ali ve hilafet hakkında çok fazla şey söylediniz. Ama bilin ki hilafet Ali’ye değer kazandırmadı, aksine Ali hilafete kendi değerinden çok şey kazandırdı.”

İbn Ebi’l-Hadid, Ahmed’in bu sözü üzerine şöyle der: “Mezkur sözün anlamı, halifelerin kendilerini hilafetle donattıkları ve hilafetin onların eksikliklerini giderdiğidir. Fakat Ali’de hilafetle telafi edilecek herhangi bir eksiklik yoktur.”

Yine sözkonusu Abdullah, babasının şöyle söylediğini işittiğini nakletmektedir: “Fazilette hiçbir sahabeye ait rivayetin Ali’ninki kadar sahih senedi yoktur.”

Aynı şekilde şöyle der: 

Babama sordum: “Sahabenin fazileti hakkında inandığın şey nedir?” Cevaben dedi ki: “Hilafette Ebubekir, Ömer ve Osman hepsinden üstündür.” Dedim ki: “Peki ya Ali?” Cevap verdi: “Ey oğul! Ali b. Ebi Talib, hiçkimseyle mukayese edilemeyecek bir ailedendir.”

Ahmed’in talebelerinden biri şöyle anlatır: 

Ahmed b. Hanbel’in yanındaydım. Biri ona dedi ki: “Ey Abdullah, ‘Ali dedi ki: Ben cehennemi taksim edenim’ hadisi hakkındaki düşüncen nedir?” Ahmed şöyle cevap verdi: “Hangi sebeple buna inancın yok? Peygamber’in (s) Ali’ye şöyle buyurduğu bize nakledilmedi mi: Seni sadece mümin olmayan sevmez ve sana münafıktan başkası düşmanlık etmez.”

Dedim ki: Evet

Dedi ki: Müminin yeri neresidir?

Dedim ki: Cennet.

Dedi ki: Münafığın yeri neresidir?

Dedi ki: Cehennem.

Dedi ki: Öyleyse Ali cehennemin taksim edicisidir.

Ahmed, bu konuda, Ali ve evlatlarının faziletlerini ve menkıbelerini rivayet eden, onları sevip sayan ama Ebubekir’in makamını üstün gören üstadı Şafii’ye benzemektedir.

Ahmed’e Ali ve Muaviye’nin savaşını sorduklarında şöyle dedi: “Onlar hakkında iyi bir haber veremeyeceğim.” Fakat fıkhi mütalaa alanında Ali’yi hakka yakın kabul etmektedir. Mesela onun yanında Şafii’yi Şia olmakla suçlayıp “O, bâğilerin (sapkın isyancılar) ahkamını Ali’nin Muaviye ve Hariciler ile savaşından çıkarmaktadır.” dediklerinde Ahmed şöyle cevap verdi: “Sahabe arasında Ali, muhaliflerin isyan ve hurucuna maruz kalmış ilk önderdir.”

Bu cevapla aslında bâğilerin hükmünün Ali’nin Muaviye ile savaşından çıkarılmasının Şafii’yi sorgulamaya sebep olamayacağı açıklanmakta ve Şafii ile onu sorgulayanlar arasında yaptığı değerlendirmeyle zımnen Muaviye’nin bâği olduğuna hükmetmiş olmaktadır. Aslında bu hüküm, Peygamber’in (s), Yasir’in oğlu Ammar’a söylediği şu söze dayanmaktadır: “Seni bâği bir topluluk katledecek” Bildiğimiz gibi Muaviye’nin ordusu Ammar’ı öldürdü ve sonuçta bu Nebevi (s) hadis-i şerifin yardımıyla Ali ve Muaviye’nin savaşında bâğinin anlamı ortaya çıkmış oldu.

Ahmed’in masum imamlardan dördü ile, yani İmam Kazım (vefatı hicri 183), İmam Rıza (vefatı hicri 203), İmam Cevad (vefatı hicri 220) ve İmam Hadi (vefatı hicri 254) ile çağdaş olduğunu hatırlayalım. Ravzatu’l-Cennat sahibi, Deylemi’nin İrşadu’l-Kulub’üne istinaden şöyle yazar: “Ahmed, İmam Musa b. Cafer’in (a) talebesidir.” Şeyh Tusi de onu İmam Rıza’nın ashabı arasında zikreder. İmamiye’nin muasır araştırmacılarından biri de Ahmed’in Şia ricaliyle irtibatı bulunduğu, onlardan bir çoğundan ilim öğrendiği, İmam Sadık (a) mektebine mensup çok sayıda kimsenin onun üstatları ve şeyhleri arasında sayıldığı, kimi zaman da bu irtibatlar nedeniyle Şia düşmanlarının kınamasına maruz kaldığı noktası üzerinde durmuştur.

Bu son söylenen gözönünde bulundurulduğunda denebilir ki, Ahmed, imamların (a) davranışının etkisi altında kaldığından veya onların talebesi olduğundan ya da cesaret ve insaf duygusuna sahip bulunduğundan Ehl-i Beyt’in (a) menakıbına dair pek çok hadise Müsned’inde yer vermiştir. Bu hadisler öylesine dikkat çekicidir ki, konuya vakıf kimilerinin ifadesiyle, çağdaş âlimlerden biri bu hadisleri “Müsnedu’l-Menakıb” adında müstakil bir kitap olarak düzenlemiştir.

Bu satırların yazarı da bu büyük koleksiyona hızlıca bir gözatıp bu hadislerin bazı örneklerinden bir demet oluşturmuş ve onları Farsça’ya tercüme ettikten sonra kısa izahlarla okuyucuya sunmuştur.

1) Yakın akrabalara uyarı ve Ali’nin (a) halefliği

Esved b. Amir, Şerik’ten, o A’meş’ten, o Minhal’den, o İbad b. Abdullah Esedi’den bize (=Ahmed) Ali’nin şöyle dediğini rivayet etti:

“Yakın akrabalarını uyar” ayeti nazil olduğunda Peygamber ailesini biraraya topladı. Otuz kişi geldi. Yediler, içtiler. Daha sonra Peygamber onlara dedi ki: “Cennette benimle birlikte bulunmak, ailemin arasına katılmak ve benim halefim olmak için kim benim borçlarıma ve taahhütlerime güvence verir.” Şerik’in adını söylemediği bir kişi şöyle dedi: “Ey Allah Rasülü, sen bir deryasın, kim bu görevi üstlenebilir ki!” Daha sonra Peygamber, talebini tekrar etti ve ailesine sundu. Bunun üzerine Ali cevap verdi: “Ben onları üstlenebilirim.”

Müsned şârihi Ahmed Muhammed Şakir bu hadisi hasen kabul etmiştir. Bu olay 1371 numaralı hadiste (el-Müsned, 2/352-353) daha fazla ayrıntıyla Hazret-i Emir’in dilinden aktarılmış ve Müsned şârihi o hadisin senedini sahih kabul etmiştir.

2) Allah Rasülü’nün Medine’deki vekili ve menzilet hadisi

Peygamber hicri dokuzuncu yılda Romalılarla savaş niyet etti. Düşmanların kötüniyetliliğinden çekindiğinden, Müfid ve Tabersi’nin anlattığına göre Ali’ye (a) şöyle dedi: “Medine’de benden veya senden başkasının kalması doğru değil.” Bu nedenle herkesten fazla güvendiği Ali’yi (a) Medine”de bırakıp cihad için yola koyuldu. O sırada münafıklar Ali aleyhinde dedikoduya başladıklarından Ali’ye hitaben yaptığı konuşmada onun makamını, Harun’un Musa ile ilişkisindeki makama benzetti. Herkes “menzilet hadisi” olarak meşhur olmuş bu sözü aynı şekilde nakletmektedir. Ahmed’in Müsned’inde de bu hadis yaklaşık yirmi kez Cabir b. Abdillah Ensari, Esma bint Umeys, İbn Abbas, Ebu Said Hudri, Saad b. Ebi Vakkas gibi sahabilerin dilinden (on kereden fazla) nakledilmiştir. Bunlardan biri şöyledir:

Ebu Ahmed Zübeyri, Habib b. Ebi Sabit’in oğlu Abdullah’tan, o Hamza b. Abdillah’tan, o Saad’dan [b. Ebi Vakkas] şöyle dediğini bize aktardı:

Allah Rasülü (s) Tebük’e gitmek üzere Medine’den çıktığında Ali’yi kendi yerine vekil olarak Medine’de bıraktı. Ali Peygamber’e şöyle arzetti: “Beni kendi yerine mi bırakıyorsun?” Peygamber ona şöyle buyurdu: “Benimle ilişkinde sahip olduğun makamın, Harun’un Musa ile ilişkisindeki gibi olmasından hoşnut değil misin? Tek fark şu ki, benden sonra peygamber yoktur.”

Ahmed Şakir bu hadisin senedini hasen kabul etmiştir.

3. Ebubekir’in hac emirliğinden azli ve Beraet suresinin Ali (a) tarafından tebliği

Vaki’, İsrail’den, o Ebu İshak’tan, o Zeyd b. Yüsey’i’den, o Ebubekir’den bize nakletti: 

Peygamber ona (=Ebubekir) Beraat suresini Mekke’ye götürme ve Mekke ahalisine tebliğ etme talimatı verdi; müşrikler bu yıldan sonra artık hac yapamayacaklar, Kabe’yi çıplak tavaf edemeyecekler, Müslümanlardan başkası cennete giremeyecek, her kim Allah Rasülü ile anlaşma yapmışsa o anlaşma süresi bitene dek geçerli olacaktı ve Allah ve Rasülü müşriklerden beri idi. [Ebubekir’in hareketinden sonra] Ali’ye şöyle buyurdu: “Ebubekir’in peşinden git, ona yetiş ve yanıma gönder, sen de o sureyi tebliğ et.” Ali bu emri yerine getirdi. Ebubekir Peygamber’in yanına döndüğünde ağlıyordu. Sordu: “Ey Allah Rasülü, acaba hakkımda kötü bir hadise mi vuku buldu?” Peygamber cevap verdi: “Senden iyilikten başka bir şey sadır olmadı. Ama bana emredildi ki, bu düsturları ya ben tebliğ etmeliyim ya da benden olan biri.”

Müsned’in şarihi bu hadisi sahih kabul etmiş ve Zeyd b. Yüsey’i hakkında şöyle demiştir: “O, tabiinden sika biridir. Babasına Üsey’i de denirdi. Bu hadisenin hicri dokuzuncu yılın Zihicce ayında vuku bulduğunu bilmek gerekir.

Müsned’de, veda haccına şahit olmuş Habeşi b. Cünade Seluli’den, önceki hadisi teyit eden içerik bakımından aynı dört hadis göze çarpmaktadır. Zikredilen sahabi Allah Rasülü’nün (s) şöyle söylediğini nakletmektedir: “Ali bendendir, ben de ondanım. Sözümü ancak bizzat kendim veya Ali tebliği edebilir.”

4. Peygamber’in Ali’nin halefliğini açıkça ortaya koyması

Yureyde [Eslemi] şöyle anlatır: 

Peygamber (s) Yemen’e iki ordu sevketti. Birinin başına Ali b. Ebi Talib, diğerine ise Halid b. Velid’i komutan tayin etti ve şöyle buyurdu: “Eğer iki ordu buluşursa Ali kumandan olsun. Yok eğer iki ordu birbirinden ayrı kalırsa her birinin ayrı komutanı bulunsun.” Biz Yemen halkından Beni Zeyd’le karşılaştık ve savaşa tutuştuk. Sonunda Müslümanlar müşriklere karşı zafer kazandı. Erkeklerini öldürüp ailelerini esir aldık. Ali, esirler arasından bir kadını kendisi için seçti. Bureyde der ki: Halid b. Velid beni, bir mektupla birlikte bu meseleden haberdar etmek üzere Allah Rasülü’ne gönderdi. Peygamber’in huzuruna çıktığımda mektubu arzettim. Mektup ona okunduğunda öfkenin etkisini Allah Rasülü’nün (s) bütün çehresinde gördüm. Bunun üzerine dedim ki: “Ey Allah Rasülü, beni emir almamı buyurduğun bir adamla birlikte yolcu ettin. Dolayısıyla emredildiğim işi yaptım.” Allah Rasülü şöyle buyurdu: “Ali’yi sorgulamanız yakışık almaz. Çünkü o benden, ben de ondanım ve o benden sonra sizin önderiniz(veliniz)dir. O benden, ben de ondanım ve o benden sonra sizin önderiniz(veliniz)dir.”

5. Peygamber’in iki ağır mirası

Esved b. Amir, Ebu İsrail’den, yani İsmail b. Ebi İshak Melayi’den, o Atiyye’den, o Ebi Said’den Peygamber’in şöyle buyurduğunu rivayet etmiştir: “Aranızda, biri diğerinden daha büyük iki ağır emanet bırakıyorum. Allah’ın kitabıdır. O, gökten yeryüzüne sarkıtılmış bir halattır. Diğeri ise Ehl-i Beyt’im olan ıtretimdir. Bu ikisi, havzda bana gelene dek birbirinden asla ayrılmayacaktır.”

6. Gadir hadisi

Abdullah b. Ahmed, Ali b. Hakim Evdi’den, o Şerik’ten, o Ebi İshak’tan, o Said b. Vehb ve Zeyd b. Yüsey’i’den bu ikisinin şöyle söylediğini rivayet etmiştir:

Ali “Rahbe”de haykırarak halka şöyle dedi: “Allah Rasülü’nün (s) Gadir Hum gününde söylediği sözü işitenler ayağa kalksın.” Ravi diyor ki: “Said’in tarafından altı kişi, Zeyd’in tarafından da altı kişi ayağa kalkıp Allah Rasülü’nün (s) Gadir Hum gününde Ali hakkında ‘Allah müminlere daha evla değil midir?” “Evet, öyledir” dediler. Hazret buyurdu ki: “Ben kimin mevlası isem Ali de onun mevlasıdır. Allahım onun dostlarını sev, düşmanlarına düşman ol.”

Gadir hadisi Ahmed’in Müsned’inde otuz kereden fazla, muhtelif senedlerle ve ashabtan onun üzerinde kişinin dilinden nakledilmiştir. Burada aktarılan hadis, Ahmed’in oğlu Abdullah’ın evlatlarından rivayet edilmiştir. Müsned şârihi onun senedini sahih bulmuş ve Said b. Vehb Hiyvani hakkında şöyle yazmıştır: “Tabiinin sika isimlerindendir ve belli bir geçmişi vardır.”

7. Peygamber’in vasiyetini yazmasının engellenmesi

Ahmed şöyle der:

Vehb b. Cerir, babasından, o Yunus’dan, o Zühri’den, o Abdullah’tan, o İbn Abbas’tan rivayet ederek bize anlattı. Allah Rasülü’nün (s) rıhletinin vakti gelip çatmıştı. “Gelin, benden sonra sapmamanız için size bir mektup yazayım.” Orada, içlerinde Ömer b. Hattab’ın da bulunduğu epey insan vardı. Ömer dedi ki: “Ağrı Peygamber’e galebe çaldı. Kur’an elimizde. Bize Allah’ın kitabı yeter.” Orada bulunanlar bu konuda ayrılığa düştü. Bazıları şöyle diyordu: “Yaklaşın, Peygamber sizin için bir şey yazacak.” Başkaları ise Ömer’in sözünü tekrarlıyordu. Bağrışmalar ve ileri geri konuşmalar artınca Allah Rasülü (s) üzüldü ve onlara şöyle buyurdu: “Kalkın, yanımdan uzaklaşın.”

İbn Abbas bu sözün ardından şöyle diyordu: “Büyük musibet, ihtilaf ve bağrış çağrış arasında Peygamber’in onlar için o mektubu yazmasına izin vermemiş olmalarıdır.”

Ahmed Şakir, zikredilen hadisin senedini sahih kabul etmektedir. Bu hadis bazen aynen, bazen de özet olarak bu kitabın başka yerlerinde tekrar edilmiştir.

8. Ali (a) için bir hadiste üç fazilet

Kuteybe b. Said, Hatem b. İsmail’den, o Bukeyr b. Mismar’dan, o Amir b. Saad’dan, o da babasından [=Saad b. Ebi Vakkas] bize şöyle aktarmıştır:

Peygamber savaşlardan birine çıkarken Ali’yi kendi yerine bıraktı. Ali, “Beni kadınlar ve çocuklarla mı bırakıyorsun?” dediğinde Peygamber’in (s) ona şöyle dediğini işittim: “Ya Ali! Benimle ilişkinde sahip olduğun makamın, Harun’un Musa ile ilişkisindeki gibi olmasından hoşnut değil misin? Tek fark şu ki, benden sonra peygamberlik yoktur.” Yine Hayber gününde şöyle söylediğini işittim: “Bayrağı, Allah ve Rasülü’nü seven, Allah ve Rasülü’nün de onu sevdiği birinin ellerine vereceğim.” Hepimiz başımızı uzattık. [Baktık ki] şöyle buyurdu: “Ali’yi yanıma çağırın.” Bu talimatın ardından Ali’yi gözlerinde hastalık olduğu haliyle huzura getirdiler. Peygamber tükürüğünü gözlerine sürdü ve bayrağı eline tutuşturdu. Allah Hayber’i onun eliyle Müslümanlara açtı. 

“Biz evlatlarımızı çağıralım, siz de evlatlarınızı” ayeti nazil olduğu zaman Allah Rasülü (s) Ali, Fatıma, Hasan ve Hüseyin’i çağırdı ve dedi ki: “Allahım, bunlar benim ailemdir.”

Müsned şârihi bu hadisin senedini sahih kabul eder ve şöyle yazar: “Bu hadisi Müslim ve Tirmizi, Kuteybe’den aynı senedle kendi kitaplarında rivayet etmişlerdir. O iki kitapta hadisin başında şöyle denmiştir: Muaviye, Saad’a Ali’ye sövme emri vermişti. Ona dedi ki: “Seni Ebu Turab’a sövmekten alıkoyan nedir?” Saad cevap verdi: “Çünkü Allah Rasülü’nün (s) Ali’ye söylediği üç şey hatırımda. Bundan dolayı asla ona sövmem. Onlardan biri benden bulunsaydı benim için kırmızı tüylü develere sahip olmaktan daha sevindirici olurdu.” Sonra o üç fazileti, zikredilen biçimde Muaviye’ye anlattı.

9. İbn Abbas’ın dilinden Ali’nin (a) meziyetleri

Yahya b. Hammad, Ebu Avane’den, o Ebu Belc’ten, o da Amr b. Meymun’dan bana aktardı ve şöyle dedi: 

İbn Abbas’ın yanında oturuyordum ki dokuz grup ona geldi ve şöyle dedi: “Ya kalkıp bizimle gel ya da meclisi bizim için boşalt.” İbn Abbas dedi ki: “Sizinle geleyim.” Ravi şöyle der: “O sırada henüz gözleri kör olmamıştı.” Ravi sözüne devam ederek şöyle der: “Onunla sessizce sohbete koyuldular. Sonuç itibariyle biz ne konuştuklarını bilmiyorduk. Sonra Abbas’ın oğlu geri döndü. Elbisesini silkeleyerek diyordu ki: Ah ah! Sorguladıkları adamın on üstünlüğü var:

a) [Hayber’in fethi sırasında] Peygamber buyurmuştu ki: “Öyle birini göndereceğim ki Allah onu asla hor hakir koymaz. Allah ve Rasülü’nü sever.” Sonra sordu: “Ali nerede?” Dediler ki: “Evinde ağrıdan kıvranıyor.” Dedi ki: “Asla sizden hiçbiri ağrıdan kıvranmaz.” Sonra göz ağrısıyla oraya geldi. O kadar ki neredeyse hiçbir yeri ve hiçbir şeyi görmüyordu. Peygamber gözlerine üfledi ve sonra bayrağı üç kere dalgalandırdıktan sonra Ali’nin eline verdi. [Ali muzaffer biçimde bu görevden döndü] ve Huneyy’in [İbn Ahtab] kızı Safiye’yi yanında getirdi.

b) Filan kişiyi [=Ebubekir] Beraet suresini tebliğ için göndermişti. Sonra Ali’yi, sureyi ondan alması için onun peşinden yola çıkardı. [Bu davranışın sebebi hakkında] şöyle buyurdu: “Sureyi, benden olan ve benim de ondan olduğum kimseden başkası götüremez.”

c) Amca çocuklarına şöyle dedi: “Hanginiz dünyada ve ahirette velayetimi kabul ediyor?” Cevap vermekten kaçındılar. Yanında oturan Ali dedi ki: “Ben, dünyada ve ahirette senin dostunum.” Peygamber dedi ki: “Sen, dünyada ve ahirette benim dostumsun.” Peygamber tekrar onlara döndü ve dedi ki: “Hanginiz dünya ve ahirette benim dostluğumu seçiyor?” Onlar bu soruya cevap vermekten kaçındılar. Ali cevap verdi: “Ben, dünya ve ahirette senin dostluğunu seçiyorum.”Allah Rasülü bunun üzerine Ali’ye cevaben dedi ki: “Sen dünya ve ahirette benim dostumsun.”

d) O, Hadice’den sonra Müslümanlığa giren ilk kişidir.

e) Peygamber (s) abasını çıkarıp Ali, Fatıma, Hasan ve Hüseyin’in üzerine attı ve dedi ki: “Ey Ehl-i Beyt, Allah sizden kiri gidermek ve sizi tertemiz yapmak ister.”

f) Ali, canını sattı. Peygamber’in (s) elbisesini giydi ve onun yatağında uyudu. Müşrikler tuzak kurup Allah Rasülü’nü hedef almışlardı. Ali tam uyumuştu ki Ebubekir geldi, onu Peygamber (s) sandı. Ali ona dedi ki: “Peygamber (s) Meymun kuyusuna doğru gitti. Ona yetiş.” Ebubekir gitti ve onunla birlikte Sevr mağarasına girdi. Müşrikler Ali’yi taş yağmuruna tuttular. Kendini toplamıştı ve acıdan haykırıyordu. Başını abasının içine kıvırmıştı ve dışarı çıkarmıyordu. Sabah olduğunda elbisesini başının üzerinden kenara çekti. Müşrikler dedi ki: “Sen aşağısın! Dostunu taşlıyoruz ama kendini toplamıyor ve feryat etmiyor. Ama sen iki büklüm oldun ve haykırıyorsun…!”

g) Peygamber (s) Tebük gazvesinde insanlarla dışarı çıktı. Ali ona dedi ki: “Seninle birlikte gelecek miyim?” Peygamber dedi ki: “Hayır.” Ali ağlamaya başladı. Peygamber ona dedi ki: “Benimle ilişkinde sahip olduğun makamın, Harun’un Musa ile ilişkisindeki gibi olmasından hoşnut değil misin? Tek fark şu ki, sen peygamber değilsin. Senin benim yerime vekil kalmadan benim gitmem yakışık almaz.”

h) Allah Rasülü (s) ona şöyle dedi: “Sen benden sonra tüm müminler arasında veli ve idarecisin.”

i) Peygamber (s) şöyle buyurdu: “Ali hariç, herkes mescide açılan kapıları kapatsın.” Sonuçta mescide cünüp giriyordu. Çünkü güzergahı burasıydı. Bu yoldan başka geçeceği yol yoktu.

j) Peygamber (s) dedi ki: “Ben kimin mevlasıysam Ali de onun mevlasıdır…”

10. Ehl-i Beyt’in şer’i anlamı

a) Ahmed, Muhammed b. Mus’ab’tan, o Evzai’den, o Şeddad Ebi Ammar’dan şöyle söylediğini rivayet etmektedir: 

Etrafında bir grup insanın bulunduğu Vasile b. Eska’nın yanına gittim. Ali’nin adını andılar. Kalkıp gittiklerinde Vasile dedi ki: “İster misin, seni Allah Rasülü’nden (s) gördüklerimden haberdar edeyim.” O “Evet” dedi. Vasile şöyle dedi: “Ali’yle buluşmak üzere Fatıma’nın (a) yanına gittim. Dedi ki: “Allah Rasülü’nün (s) yanına gitti.” Onu beklemek üzere oturdum. Nihayet Allah Rasülü yanında Ali, Hasan ve Hüseyin olduğu halde geldi. Hasan ve Hüseyin Peygamber’in ellerinden tutmuştu. Peygamber içeri girdi, Ali ve Fatıma’ya yaklaştı. İkisini karşısına, Hasan ve Hüseyin’i de dizlerine oturttu. Sonra elbisesini veya abasını onların üzerine örttü ve şu ayeti okudu: “Ey Ehl-i Beyt, Allah sizden kiri gidermek ve sizi tertemiz yapmak ister.” Sonra dedi ki: “Allahım, bunlar benim ehl-i beytimdir ve ehl-i beytim herşeye layıktır.”

b) Esved b. Amir, Hammad b. Seleme’den, o Ali b. Zeyd’den, o Enes b. Malik’ten bizim için rivayet etti. Peygamber altı ay boyunca, dışarı çıktığı seher vakti Fatıma’nın evinin önünden geçer ve şöyle derdi: “Haydin namaza ey Ehl-i Beyt, Allah sizden kiri gidermek ve sizi tertemiz yapmak ister.”

Bu vasıftan anlaşılmaktadır ki ayet-i şerifedeki “ehl-i beyt”, Kur’an-ı Kerim aracılığıyla vazedilmiş ve Peygamber-i Ekrem’in de (s) gayet açık bir ifadeyle o grubun fertlerini belirlediği şer’i bir kavramdır. Hazret, Ali, Fatıma, Hasan ve Hüseyin’i abasının (kesa) altına aldı ve onlar hakkında nazil olan bu ayeti ilan etti. Bu vesileyle Ehl-i Beyt’in kapsamında kimlerin sayıldığı ve kimlerin onun manasının dışında kaldığı net biçimde ortaya çıktı. Emirülmüminin’in hadislerini “aşere-i mübeşşere” hadisleri içinde, Hazret-i Zehra ‘a) hadislerini de kadınlar müsnedinde zikretmiştir.

11. Ehl-i Beyt’e dost olmak

a) Ahmed, İbn Numeyr’den, o A’meş’ten, o Adiy b. Sabit’ten, o Zerr b. Hubeyş’ten, o Ali’den rivayet etmiştir. Dedi ki: “Allah’a yemin olsun, Allah Rasülü’nün bana verdiği taahhütlerden biri şuydu ki, münafıklardan başkasın bana düşmanlık etmez ve beni müminlerden başkası sevmez.”

Ahmed Şakir bu hadisin senedini sahih olarak tanıtmış ve Adiy b. Sabit Ensari Kufi hakkında şöyle yazmıştır: “Tabiinin sika isimlerinden biridir. Onun Şia olması rivayetine zarar vermez. Çünkü sika ve doğru sözlüdür.”

b) Ahmed’in oğlu Abdullah der ki: “Nasr b. Ali Ezdi, Ali b. Cafer’den, o kardeşi Musa b. Cafer’den, o babası Cafer b. Muhammed’den [el-Sadık], o babasından [Muhammed b. Ali], o Ali b. Hüseyin’den, o babasından, o da dedesinden [Ali] bana nakletti ki Allah Rasülü (s) Hasan ve Hüseyin’in elini tuttu ve şöyle dedi: “Kim beni, bu ikisini, onların babasını ve annesini severse kıyamet günü benimle birlikte ve benim mertebemde olacaktır.” Ahmed Şakir bu hadisin senedini “hasen” kabul etmektedir. Yazıldığına göre Nasr b. Ali bu hadisi rivayet ettiğinde Mütevekkil’in emriyle ona bin kırbaç vuruldu.

c) Ebu Ahmed [Muhammed b. Abdullah b. Zübeyir Esedi], Süfyan’dan [Sevri], o Ebi Cuhaf’tan, o Ebi Hazım’dan, o da Ebu Hureyre’den bizim için nakletti ki Allah Rasülü (s) şöyle buyurdu: “Her kim Hasan ve Hüseyin’i severse beni sevmiş demektir. Her kim bu ikisine kin güderse bana kin gütmüş demektir.”

Bu hadisin senedi de şârihin görüşüne göre sahihtir.

12. Peygamber’in (s) Ali’yi İsa’ya benzetmesi

Ahmed’in oğlu Abdullah, Ebu’l-Haris Şureyc b. Yunus’tan, o Ebu Hafs Ebbar’dan, o Hakem b. Abdülmelik’ten, o Hars b. Hasira’dan, o Ebi Sadık’tan, o Rebia b. Naciz’den, o Ali’den (a) rivayet etmiştir. Peygamber (s) bana şöyle dedi: “Sen bir bakıma İsa gibisin. Kafirler annesine iftira atacak kadar ona düşmanlık ettiler. Dindarlar ise hiç yakışık almayacak bir yere çıkartacak kadar onu sevdiler.” Bunun üzerine Ali şöyle dedi: “Benim hakkımda iki grup da saptı. Biri, beni bende olmayan sıfatlarla öven müfrit dostlar. Diğeri ise kinleri onları bana iftira atmaya sevkeden düşmanlar.”

Müsned şârihi bu hadisin senedini “hasen” kabul etmektedir.

13. Âl-i Muhammed’e sadakanın yasaklanması

Muhammed b. Cafer, Şa’bi’den, o Bureyd b. Ebi Meryem’den, o Ebi Havrai’den bize şöyle nakletti: 

Hasan b. Ali’ye dedim ki: “Peygamber’le bir hatıranı anlatır mısın?” Dedi ki: “Zekat hurmasından bir hurma almış ve ağzıma götürmüştüm. Allah Rasülü (s) onu ağzımdan çıkardı, üzerindeki sıvısıyla hurmaların üzerine attı. Ona dediler ki: Ey Allah’ın Rasülü, bu hurmayı çocuktan almasaydın ne olurdu ki? Peygamber dedi ki: Biz Âl-i Muhammed’e zekat yemek yakışmaz.”

Ahmed Şakir’in yazdığına göre bu hadisin senedi sahihtir. Bu hadis, metin veya seneddeki küçük farklılıklarla Müsned’de onbeş defadan fazla tekrarlanmıştır.

14. Ali Kur’an’ın tevili üzerine savaşıyor

Vaki’, Fıtr’dan, o İsmail b. Reca’dan, o babasından, o Ebi Said’den bize Peygamber’in şöyle buyurduğunu rivayet etti: “Aranızda Kur’an’ın tevili üzerine savaşacak olan birisi var. Tıpkı benim onun indirilmesi üzerine savaştığım gibi.” Ebi Said der ki: “Bunun üzerine Ebubekir ve Ömer ayağa kalktı. Peygamber şöyle buyurdu: “Hayır. Kasdettiğim, ayakkabısını diken kişidir.” Ali o sırada kendi ayakkabısını [veya Peygamber’inkini] tamir etmekle meşguldü.

Şöyle anlatılır: Ammar Sıffin savaşı gününde Şamlılar karşısında recez okuyor ve diyordu ki: “Dün Kur’an’ın tenzili (onun vahiy olması nedeniyle) nedeniyle sizinle savaşıyorduk, bugünse tevili (tefsiri) nedeniyle sizin karşınızda kılıç sallıyoruz.” Bu recezde Peygamber’in sözkonusu işaretinden ilham aldığı bellidir.

15. Ammar bâğiler eliyle öldürülüyor

Ebu Muaviye, A’meş’ten, o Abdurrahman b. Ziyad’dan bize aktardı. Abdullah b. Haris şöyle der: “Muaviye Sıffin’den dönerken onun yanındaydım. Onunla Amr b. As arasında yol alıyordum. Amr b. As’ın oğlu Abdullah dedi ki: “Ey baba, Allah Rasülü’nün (s) Ammar’a ‘Sümeyye’nin oğlu, vay sana! Bâği [= sapkın, asi] bir güruh seni öldürecek’ dediğini işitmedin mi?” Amr, Muaviye’ye dedi ki: “Bunun ne söylediğini işitmiyor musun?” Muaviye şöyle dedi: “Bize hep cılız sözler söylüyorsun. Onu biz mi öldürdük? Onu, oraya getiren öldürdü.”

Bu hadis, metin veya seneddeki farklılıklarla sekiz sahabeden yirmiden fazla defa nakledilmiştir.1 Müsned şârihi, zikredilen hadisi sahih ve hatta mütevatir saymış ve şöyle demiştir: “İlim erbabının bu hadisin mütevatir olduğunda tereddüdü yoktur.” Şârih, Muaviye’nin sözündeki “hene (cılız söz)” kelimesini açıkladıktan sonra şöyle yazar: “Burada Muaviye’nin hadisin sıhhatini inkar etmediği, bilakis Abdullah’ı tam da böyle bir zamanda neden bu hadisi naklettiği için eleştirdiği ortadadır. Çünkü taraftarlarının, eğer bâtıl yolda yürüdüklerini anlarlarsa çevresinden dağılacaklarından korkmaktadır. Bu sebeple doğru olmayan ve uygunsuz bir tevile başvurmakta ve şöyle demektedir: Ammar’ın katilleri, onu savaş meydanına getirenlerdir!”

İbn Hacer Askalani’nin Fethu’l-Bari’deki (c. 1, s. 452) sözünü naklederek şöyle der:

“Sözkonusu hadisi, aralarında Katade b. Numan, Ümme Seleme, Ebu Hureyre, Abdullah b. Amr b. As, Ebu’l-Yeser ve Ammar’ın da aralarında bulunduğu sahabeden bir grup rivayet etmiştir. Bu hadiste nübüvvetin alametlerinden bir işaret, Ali ve Ammar için aşikar bir fazilet, Ali’yi savaşlarında hatalı zanneden nasıbilere bir cevap gizlidir.”

16. Peygamber’in dilinden İmam Hüseyin’in şehadet haberi

Muhammed b. Ubeyd, Şurahbil b. Medrek’ten, o Abdullah b. Nuceyyi’den, o babasından bize nakletti. O, Sıffin yolunda Ali ile birlikteydi. Ali, Ninova’yı görür görmez feryat etti: “Ey Eba Abdillah sabırlı ol! Ey Eba Abdillah Fırat kenarında sabırlı ol!” Sordum: “Ne için?” Dedi ki: “Bir gün Peygamber’in (s) huzurundaydım. Gözlerinin yaşla dolu olduğunu gördüm. Sordum: “Ey Allah’ın Peygamberi, sizi kim böyle üzdü? Neden gözleriniz yaşla dolu?” Dedi ki: “Senden önce Cebrail buradaydı. Bana Hüseyin’in Fırat nehri kıyısında öldürüleceğini haber verdi. Sonra şöyle devam etti: Sana toprağından bir miktar vermemi ister misin?.. Evet, dedim. Bunun üzerine ellerini uzattı ve bir avuç toprağı bana verdi. Bu nedenle elimde olmadan gözlerim yaşla doldu.”

Müsned şârihi bu hadisin senedini sahih saymış ve şöyle yazmıştır: “Nuceyyi bu hadisi Ali’den nakletmede yalnız değildir.”

17. Peygamber’in dosdoğru halifelerinin sayısı

a) Hasan b. Musa, Hammad b. Zeyd’den, o Mücalid’den, o Şa’bi’den, o Mesruk’tan bize rivayet ettti: Kufe’de Abdullah b. Mesud’un yanında oturuyorduk ve bize Kur’an dersi veriyordu. Bir adam ona sordu: “Ey Ebu Abdurrahman, bu ümmetin kaç halifesi olacağını Peygamber’e sormadınız mı?” Abdullah cevap verdi: “Irak’a geldiğimden bu yana senden başka kimse bu soruyu sormadı.” Sonra şunu ekledi: “Evet, Peygamber’e bu mesele hakkında sorduk. Hazret şöyle buyurdu: İsrailoğullarının nakipleri sayısınca oniki kişidir.”

Şârih açısından bu hadisin senedi de sahihtir.

b) Süfyan b. Uyeyne, Abdulmelik b. Umeyr’den, o Cabir b. Semure Sevai’den bize nakletti:

Allah Rasülü’nün (s) şöyle söylediğini işittim: “Bu iş [=din], oniki emir işleri yoluna koymak üzere kıyam edene dek daima ilerler.” Bana kapalı gibi görünen bu söz üzerine babama sordum: “Ne dedi?” Şöyle söyledi: “Hepsi Kureyş’tendir.”

Bu hadis Ahmed’in Müsned’inde kırk kereden fazla tekrar edilmiştir. Bu hadislerden bazılarının metninde “emir” yerine “halife” kelimesi kullanılmıştır. Bu satırların yazarının seçtiği hadis, en üstün senedi olandır. Yani bunun senedi üç kanaldan Peygamber’e ulaşmaktadır. Hadisin şârihleri ve Ehl-i Sünnet âlimleri, Peygamber’in (s) oniki halifesine işaret eden hadisleri tefsirde boşluğa düşerek ona kendi itikatlarına uygun bir mana bulamamışlardır. Sonuç itibariyle de dağınık görüşler serdetmekten kurtulamamışlardır.

18. Mehdi’nin (af) kıyamı

a) Haccac ve Ebu Naim, Fıtr’dan, o Kasım b. Ebi Bezze’den, o Ebi el-Tufeyl’den, o Ali’den (a), o da Allah Rasülü’nden (s) şöyle buyurduğunu bize rivayet etmiştir: “Dünyadan bir tek gün kalsa bile Allah, zulümle dopdolu olduğu gibi orayı adaletle doldurmak üzere bizden birini gönderecektir.”

b) Fadl b. Dukeyne, Yasin İcli’den, o Muhammed Hanefiyye’nin oğlu İbrahim’den, o babasından, o da Ali’den aktarmıştır. Allah Rasülü (s) şöyle buyurdu: “Mehdi, bizden, Ehl-i Beyt’tendir. Allah onun işini bir gecede düzene koyar.”

c) Süfyan b. Uyeyne, Asım’dan, o Zerr’den, o Abdullah’tan [İbn Mesud], o da Peygamber’den (s) bize nakletmiştir: “Ehl-i Beytimden benim adımı taşıyan birisi kıyam etmeden kıyamet kopmaz.”

Müsned şârihi, zikredilen her üç hadisin senedini de sahih kabul etmiş ve Mehdi’nin kıyamıyla ilgili hadisleri inkar etmesi nedeniyle İbn Haldun’u sorgulamıştır. Söylemek gerekir ki İbn Haldun ünlü Mukaddime’sinde uzun bir bölümü Mehdi ile ilgili hadisleri incelemeye ayırmıştır. O bölümün başında şöyle der:

“Zamanın geçmesiyle Müslümanların umumu arasında ahir zamanda Peygamber’in (s) ehl-i beytinden bir kişinin kaçınılmaz olarak zuhur edeceği, dine teyit bahşedeceği ve adaleti aşikar kılacağı düşüncesi şöhret buldu. O dönemde Müslümanlar onu izleyecek ve İslam ülkelerinde hakimiyet sağlayacaktı. Bu kişiye Mehdi adını verdiler…”

Devamında da şöyle yazar:

“Bu konuda, muhaddis büyüklerin eserlerinde zikrettiği birtakım hadislerden istidlal yapılmaktadır. Bunu inkar edenler ise o hadisler hakkında söz söylemiş ve bu haberlerden bazısına el atarak onlara mukabelede bulunmuştur.”

Sonra Mehdi ile ilgili kimi hadislere değinir ve şöyle yazar:

“Bu hadisleri sorgulayan çoğu inkarcı… Çünkü muhaddisler nezdinde cerhin tadile öncelikli olduğu maruftur. Bu sebeple ne zaman senedlerin bazı ricalinde kusur ve gaflet ya da kötü ezber veya iyi hatırlamama, veyahut da yanlış görüş kabilinden şeylere yönelik bir kınama varsa sözkonusu eksiklik hadise de yürüyecek, onu çürütecek ve sıhhatini örseleyecektir. Bu tür sorgulamaların umumiyetle Sahih-i Buhari ve Müslim’in ricaline de sirayet edebileceğini söylemek gerekmez. Çünkü muhaddislerin icmaı, bu iki kişinin kendi kitaplarında yer verdiği şeylerin sahihliğe çok yakın olduğu yönündedir. Aynı zamanda ümmet, onların hadislerini kabul etme, onlarla amel üzerinde icma etmiştir. İcma, bu kitapları himaye ve savunmada kendi başına en büyük ve en güzel vesiledir, sözkonusu hadis kitaplarından başka bu konumda başka bir hadis kitabı bulunmamaktadır…”

Daha sonra Mehdi ile ilgili hadislerden hatırı sayılır miktarını tek tek ve aynen nakleder, onlara karşı sorumlu olmayı eleştirir ve bu güzergahtan giderek Mehdi mevzuunu inkara yönelir. O hadislerden biri, İbn Mesud’un en son zikrettiğimiz rivayetidir. Bu hadisin kusurunu ararken kaleminin ucu “Asım”ı hedef alır, rical erbabından birkaç kişinin sözünü gündeme getirerek söylendiği gibi onun hafız olmadığı sonucunu çıkartır. Çıkarttığı sonucun sorunlarını gidermek için de şöyle söyler:

“…eğer Buhari ve Müslim’in de ondan rivayet etmelerinden istidlal yapılıyorsa söylemek gerekir ki o ikisi, bağımsız olarak ondan rivayet etmemiştir. Bilakis ondan rivayet, diğer ravilerin yanında [karine ve şahit olarak] olmuştur.”

İbn Haldun’un inkarcı sözleri merhum Ahmed Muhammed Şakir’e ağır gelmiş ve genel olarak onun izahlarını reddederek şöyle demiştir: “İbn Haldun, ehliyeti olmayan bir işin peşine düşmüş ve adamı olmadığı bir meydana ayak basmıştır. Siyasi konular, devlet işleri, padişahlara ve emirlere hizmet gibi işlerden oluşan iştigal sahası zihnini ve dilini ele geçirmiş, sonuçta da onun Mehdi’nin kıyamı ve inkılabı mevzusunun Şii inancı olduğunu zannetmesine yolaçmıştır. Oysa bilmek gerekir ki:

Bir: İbn Haldun, muhaddislerin “cerh tadile mukaddemdir” sözünü iyi anlamamıştır. Eğer onların bu sözünü iyi anlamış olsaydı böyle bir şey söylemezdi. Belki onların maksadını anladı ama düşüncesine hakim olan kendi zamanının siyasi görüşlerinin etkisi altında Mehdi ile ilgili hadisleri zayıf göstermiştir.

İki: Asım b Ebi el-Nucud, Kur’an’ın tanınmış karilerinden biridir ve hadiste sikadır. Bazı hadislerde hata etmiştir ama hatası rivayeti merdud görecek boyutta değildir. Ona yöneltilen en çok eleştiri, ezberinin iyi olmaması nedeniyledir. Acaba böyle bir eleştiri onun hadisini terketmeyi gerektirir mi, sahih sünnetle ve muhtelif yollarla sabit olmuş, birçok sahabenin dilinden nakledilmiş bir konuyu inkara vesile olur mu? Bu meselenin sıhhati o boyuttadır ki, hiçkimse ondan tereddüt etmemektedir. Çünkü ravileri arasında adil, doğru sözlü ve sarih lehçeli kişiler vardır. Bu hadis başka ravilerden de nakledildiğinden, hafızasının iyi olmaması yüzünden tereddüt geçirilen kimse konusundaki hata ihtimali izale olmaktadır.

Yukarıda geçenler, bu hususta sözkonusu kitapta yeralan çok sayıdaki hadisin pek az miktarıdır. Bu satırların yazarı her ne kadar o hadislerden bir demet sunmaya çabalamışsa da bu makale beklenenden daha uzun tuttu. Ümidimiz odur ki elinizdeki makale kendi çapında Müslümanların birbirini tanımasına ve yakınlaşmalarına yardımcı olur.

Kuran’ın ve Kutsal Kitabın Kadına Bakış Açılarının Karşılaştırılması (Yaratılış Hikâyesine Göre)

Dr. Füruzan Rasıkhî

Çeviri: Nurcan Altun

Bağdat’ın Düşmesinde Nasıruddin Tusî’nin ve Şiilerin Rolü Efsanesi

Resul Caferiyan

Büyük İranlı âlim Hace Nasiruddin Tusî’nin İslam dünyasında, bilhassa Moğollar döneminde meydana gelen bazı hadiselerdeki siyasî rolü hakkında birbirinden farklı, hatta kimi zaman birbirine karşıt görüşler ileri sürülmüştür. Bu görüş farklılıkları, Nasıruddin Tusî ve siyasî tavrı hakkında yargıda bulunmayı güçleştirmektedir. Kimi araştırmacılar Nasıruddin Tusî’yi dinî maslahat karşısında siyasî menfaatleri öncelemekle suçlamış; kimileri ise onun siyasî meselelere karışmadığını ileri sürmüşlerdir. Bu araştırmacılara göre Nasıruddin Tusî, siyasî ve toplumsal etkiler yaratacak denli bir güce sahip değildi. Bu iki grubun dışında yer alan üçüncü bir grup araştırmacı, hakkında ileri sürülenlerin doğru olduğunu varsayarak Nasıruddin Tusî’nin tavrının Müslümanların maslahatına ters düşmediğini, bilakis maslahata uygun olduğunu iddia eder. Biz bu makalede bu görüşler üzerinde duracak, şüpheli konuları aydınlatmaya çalışacağız.

Bağdat’ın 656/1258 yılında Moğollar tarafından düşürülmesi, İslam tarihi açısından bir dönüm noktası kabul edildi. Bu hadise tarihte büyük bir iz bıraktı; nitekim kimi araştırmacılar İslam tarihinin, kelimenin genel ve mütedavil anlamında, 656 yılına, yani Abbasîler’in yıkılışına kadarki süreci kapsadığını ileri sürdü.

Bağdat’ın düşmesinin en önemli neticesi, Abbasî hilafetinin yıkılması ve hilafetin gayrimüslim bir imparatorluk olan İlhanlılar’ın eline geçmesidir. Bu olayla birlikte hilafet bir daha dönmemek üzere İran’ın siyasî havzasının ve Yarımada ve Maveraünnehir bölgesinin dışına çıkmıştır. Bundan böyle hilafet küçük saltanatların ve emirliklerin eline geçmiştir.

Şiîler, Bağdat’ın fethi sırasında, çoğunluğu oluşturan Sünnîler karşısında hatırı sayılır bir topluluk değillerdi. İran ve Irak sakinlerinin büyük çoğunluğunu bu dönemde Sünnîler oluşturuyordu. Harzemşah ve Abbasî ordusu genel olarak Sünnîlerden müteşekkildi. Moğollar geldiklerinde, Abbasî idarî ve askerî sistemine nüfuz eden fesat, aslında Doğu İslam topraklarında insicam ve kavmî asabiyetin olmayışı yüzünden ciddi bir mukavemetle karşılaşmadı. Bu yüzden Moğollar Abbasîleri temelden yıkmayı kolaylıkla başardı.

Bir başka deyişle İran ve Irak Şiîleri bu dönemde azınlıktılar; Moğolların sel misali yıkıcı saldırıları karşısında ellerinden bir şey gelmezdi; nitekim Abbasîler ve Sünnîler de bu saldırılara engel olamadılar. Yalnızca Irak’ın önemli Şiî şehri Hılle barış yolunu seçti ve İbn Tavus bu uzlaşıda aracı rolü oynadı.

Bu olayda adı geçen üç Şiî âlim vardır:

a)      Alamut’ta bulunan ve Alamut’un fethedilmesinden sonra Hülagu’nun ordusuna katılıp sultana yakınlaşan Hace Nasiruddin Tusî,

b)      Abbasî halifesi Mustasım’ın veziri olan ve Bağdat’ın fethine dek hilafet makamına bağlı kalıp Nasıruddin Tusî’nin ve başkalarının aracılığıyla birkaç ay daha yaşayıp vefat eden Müeyyidüddin b. Alkamî,

c)       Sakınarak da olsa Abbasî halifesine yakın duran, aynı tutumunu Moğollar döneminde de devam ettiren ve aracılık ederek Hılle Şiîlerinin canını kurtaran Seyyid İbn Tavus.

Ehlisünnet’in belli bir döneme ait tarih kaynaklarında Nasırüddin Tusî’nin Moğollarla işbirliği yaptığı ve Hülagu’yu teşvik ettiği yönünde bilgiler vardır. Bunun da ötesinde İbn Alkamî’nin düşmanları ve saraydaki rakipleri o dönemde birtakım söylentiler yaydılar ve bunları kitaplarına kaydettiler. Bu söylentiler hâlâ geçerliliğini korumaktadır ve günümüzde araştırmacıların ve tarihçilerin dikkatlerini çekmektedir. Bu bağlamda İbn Alkamî’nin rolü üzerine araştırmalar yapılmış, aynı şekilde Nasırüddin Tusî hakkında incelemeler ortaya konulmuştur. Elinizdeki yazıda bu konuda ortaya konulan görüşler incelenecektir.

***

Hace Nasırüddin Tusî’nin Alamut’un fethinden sonra Hülagu ile işbirliği yaptığı ve ilminden dolayı sultanın ilgisine mazhar olduğu görüşü sonradan ortaya atılacak suçlamalar için bir zemin oldu. Nasıruddin Tusî, Bağdat’ın fethinden sonra sultanın ilgisine mazhar olmuş ve vakıfların, ardından da rasathanenin idaresi Nasıruddin Tusî’nin gözetimine verilmişti. Bütün bunlar kırk yıl sonra, yani köprünün altından çok sular geçtikten, Şia Abbasî hilafetinin boşluğundan faydalanıp biraz güçlendikten sonra Hanbelîler gibi müfrit tarihçilerin Bağdat’ın fethinde Nasıruddin Tusî’nin kışkırtıcı bir rol üstlendiği iddiasında bulunmasına sebep oldu. Bu konudaki en ağır suçlamalar genellikle Şiîlik karşıtı olan İbn Teymiyye ve İbn Kesir gibi tarihçiler tarafından ileri sürüldü. Bu durum, tek başına, suçlamaların tarihî gerçekleri yansıtmadığını, bilakis mezhep taassuplarından kaynaklandığı gösterir.

Suçlamalar benzer ithamların, hatta daha aşırılarının İbn Alkamî hakkında imal edilmesiyle birlikte daha da şiddetlendi. Çeyrek asra yakın bir süre Abbasî halifesinin vezirliğini yapan İbn Alkamî, sonraki dönemde Hülagu ile yazışmakla suçlandı ve mektuplarında Hülagu’yu Bağdat’ı fethetmeye teşvik ettiği söylendi.

Bunun da iki nedeni vardı: Birincisi, İbn Alkamî Moğolların sayısal üstünlüğünü ve savaşçı yapılarını göz önünde tutarak onlarla savaşmaya karşı çıkıyor ve barış istiyordu. İkincisi, İbn Alkamî İmamî idi ve Kerh’teki Şiî mahallesine saldırıp katliam yapan Abbasî kumandanı Devatdar’ın elinden daha yeni kurtulmuştu. Bu iki nedenden ötürü daha sonraları İbn Alkamî’nin Hülagu ile mektuplaştığı ileri sürülmüştür.

Nasıruddin Tusî ve İbn Alkamî’nin dışında Irak’ın önemli Şiî âlimlerinden İbn Tavus da bu dönemde yaşamıştı ve Abbasî halifeleri Mustansır ve Mustasım ile iyi ilişkiler kurmuştur. Ancak iyi ilişkilerine rağmen Alevîlerin nakipliği gibi herhangi bir resmî görevi -tüm ısrarlara rağmen- kabul etmemiş, ancak Bağdat’ın fethinden sonra ilgi görmüş ve Alevîlerin nakipliği görevini zorla da olsa kabul etmişti. İbn Tavus, Moğolların gelişinden sonra, kendisinin de ifade ettiği üzere, kendisinin, ailesinin ve dostlarının canını korumak amacıyla Moğollarla irtibat kurdu. İbn Tavus bu irtibatı sayesinde yalnızca Hılle halkı için değil çok sayıda Bağdatlı yakını için de amanname almaya muvaffak olmuştur.

İbn Tavus iki yerde bu konuda açıklama yapar:

el-İkbal’inde (s. 587) Moğolların Bağdat’a girdiği esnada kendisinin Muktediyye’de bulunduğunu, sultanın, yani Hülagu Han’ın izniyle bin kişiyle birlikte Hılle’ye gittiğini ve bundan dolayı Allah’a şükrettiğini yazar. O günün (18 Muharrem 656, Cumartesi), İmam Ali’nin halk arasında bilinen hadisinde tasvir ettiği gibi, Abbasî Devleti’nin zeval günü olduğunu söyler.

Aynı eserde (s. 588) aynı yılın Safer ayının onunda Arzın Meliki Hülagu’nun karşısında hazır bulunduğundan söz eder. Bu inayet sayesinde kendisi, ailesi, birçok yakını ve kardeşleri için aman alabilmiştir. İbn Tavus bu günün kendisi için bayram olduğunu ve şükrünü eda etmenin üzerine farz olduğunu ifade eder. İbn Tavus, bu ifadeleriyle torunlarının bu günün önemini bilmesini ister gibidir.

İbn Tavus-Hülagu ilişkisiyle ilgili olarak bir olaydan daha bahsedilir. İbn Tiktika şöyle yazar: “656 yılında Sultan Hülagu Bağdat’ı fethettiğinde ulemadan âdil kâfir sultanın mı, yoksa Müslüman zalim sultanın mı daha faziletli olduğunun sorulmasını ister. Daha sonra sorunun cevabını almak için ulemayı Mustansariye’de bir araya toplar. Fetvaların açıklanması zamanı geldiğinde âlimler çekimser kalırlar. Saygın ve öncelikli bir zat olan Razıyuddin Ali b. Tavus da meclistedir. Âlimlerin çekimser kaldığını görünce kâğıt kalem alır ve âdil kâfir sultanın zalim Müslüman sultandan daha faziletli olduğunu yazar. Ardından diğer ulema kendi görüşlerini bildirirler.” (el-Fahri fi edebi’s-sultaniyye, s. 17)

İbn Tavus el-İkbal’inin bir başka yerinde (s. 599)Batainî’nin kitabında İmam Sadık’tan (a.s) Abbasîlerin düşüşünden sonra Ehlibeyt’ten âdil bir şahsın ümmet-i Muhammed’e (s.a.a) hükümet edeceğine, ardından Kaim’in zuhur edeceğine dair bir rivayet gördüğünü yazar. (Nasırüddin Tusî-Moğollar ilişkisine dair bkz: Etan Kohlberg, Kitabhane-i İbn Tavus, s. 29-33.)

Mezhep çatışmaları ve Moğolların fetihlerinde mezhep çatışmalarından faydalanmaları

Şu hatırlatmada bulunmakla başlayalım: Moğolların İslam dünyasına saldırıları ve bu saldırıların nedenleri tarihsel açıdan açıktır. Abbasî halifesi Moğollardan Harzemşahları devirmek için Doğu’ya saldırmasını istediği tarihçilerin gözünden kaçmamıştır. Fakat bu talebin çok da önemi yoktur. Moğol saldırısının kendine has yöntemi ve nedenleri vardır ve bunlar ne Şiîlikle ne de Sünnîlikle, ne Alamut’la ne de Abbasîlerle ilişkilendirilebilir. Bu noktada karar merci ne Nasiruddin Tusî’dir ne de Cüveynî hanedanı. Nüfusu artmakta olan göçebe bir kavim uzak Doğu’dan zengin Batı Asya’ya akın etmiştir. Aynını Selçuklular da yapmıştır; aralarındaki fark Selçukluların Müslüman olmasıdır. Akıncı Moğollar savaş, hatta siyaset usulüne aşinaydı ve yol boyunca her türlü araçtan faydalandı. Şiî, Sünnî veya sufi İranlı birçok seçkin Müslüman Moğol sarayında kabul gördü. Birçoğu da öldürüldü. Moğollar adım adım ilerledi. Bağdat’a saldırdıklarında ilk akının üzerinden kırk yıl geçiyordu. Moğollar yalnızca Bağdat’ı fethetmek niyetinde değildi; ardından Şam’ı ve Mısır’ı da almak istiyordu, ancak başarılı olamadı. Moğol saldırısının her aşaması kendine has yönteme, araca ve bahaneye sahiptir. Bunlardan biri mezhep tartışmalarıydı; elbette bunun sanıldığı gibi bir önemi yoktu. Faydalandığı asıl şey hilafet merkezi ile Harzemşahlar arasındaki tartışmaydı. Asıl can alıcı husus da buydu. Moğol tacirlere yönelik saldırı gibi başka birtakım nedenler de akınların başlangıcında önemli addedilmiştir. Ancak bütün bunlar bahane olmaktan öte bir şey değildir. Kaynaklarda Moğolların Hanefî-Şafiî, Şiî-Sünnî ihtilaflarından faydalandığına dair rivayetler mevcuttur. Bu rivayetlerden ilginç bir tanesiyle Habibü’s-Siyer’de karşılaşırız: “Cengiz Han’ın emri üzerine Cebe Noyan ve Sübütay Bahadır’ın Harzemşah’ın peşinden gitmesi ve İran vilayetlerinden bazılarının yağmalanması hakkında… Sübütay Tus’a gidip birçok insan öldürdü… Cebe Noyan Mazenderan’da birçok kabileyi yok etti… Rey’e doğru yola çıktı ve Sübütay ona kavuştu. O dönemde halk arasında mezhep farklılığından kaynaklanan ciddi taassuplar vardı. Bu yüzden Şafiîler Moğolların yaklaştıkları haberini aldıklarında onları karşılamaya çıktılar. Cebe ve Sübütay’ı yarısı Hanefî olan halkı öldürmeye teşvik ettiler. Onlar da önce Hanefîleri kılıçtan geçirdi, sonra da kendi vatandaşlarının kanına kast edenlerden ne gibi bir iyilik beklenir diyerek Hanefîlerin ardından Şafiîleri öldürdüler. Sübütay Rey’den Kazvin’e gitti, Cebe ise Hamedan’a doğru yola çıktı. Kum’a vardığında Sünnî halkın kışkırtmasıyla oranının halkını katletti. Sonra Hamedan’a yaklaştığında vali Mecdüddin Alauddevle Alevî ile barış imzaladı…” (Tarihu Habibü’s-Siyer, c. 4, s. 33)

Kitabı Tabakat-i Nasırî Şiîleri suçlama konusunda başvuru kaynakları arasında yer alan Cüzcanî naklettiği bir rivayette Kazvin’in önde gelen âlimlerinin İsmailîleri öldürmesi için Mengü ile görüştüklerinden söz eder. Cüzcanî kitabının “Mülhidlerin -Allah’ın laneti üzerlerine olsun-temizlenmesi” başlıklı bölümünde şöyle yazar: “Şehre ordu çıkarmasının ve mülhidlerin merkezi olan kalelere asker göndermesinin sebebi, Hasan Sabbah -Allah lanet etsin- zamanından beri, başından itibaren oraların mülhidlerin merkezi olmasıydı. [Hasan Sabbah] Kanunu dalalet üzere bina etmiş, Alamut Kalesi’ni kurmuştu… Kaleyi satın alıp hisarı yapmış ve kalenin imareti ve hazinesi için hesapsız mal harcamıştı. Bu hisar Kazvin şehri yakınlarındaki bir dağın üzerindedir. Kazvin şehri sakinleri ise Sünnet ve Cemaat kaidesi üzeredir; mezhepte pak, itikadda saftır. Mülhidlerin dalaletleri yüzünden halk daima çatışma ve savaş halindedir… Kazvinliler ile Alamut Kalesi sakinleri arasında her gün bir savaş vuku bulurdu. Bu, Cengiz Han’ın hurucuna dek böyle devam etti. Moğollar Irak’ı ve Cibal’i istila ettiklerinde, sıddık imam ve tahkik ehli âlim Kadı Şemseddin Kazvinî birkaç kez yolculuğa çıkmış, vatan özlemine tahammül ederek Mengü ile görüşmüş, mümkün olduğu şekilde ondan yardım talep etmiştir. Bir kez daha İslam memleketlerinde mülhidlerin şerri ve fesadı ortaya çıkınca yazıldığına göre Müslümanlık salâbetiyle, dinden aldığı güçle (Mengü Han’a) ağır sözler söyledi; öyle ki padişahlık gazabı ve tekebbürü Mengü Han’a musallat oldu. Kadı Şemseddin, Mengü’nün padişahlık kudretini küçümseyici sözler sarf etmişti. Mengü: ‘Kadı memleketimizde ne gibi bir aciz müşahede etmiştir de böylesi hayret verici sözler söylemektedir?’ diye sordu. Şemseddin: ‘Mülhid bir cemaatin kaleler inşa etmesi aciz göstergesi değil midir? Bu cemaatin dini İslam ve Moğol dininin hilafınadır. Sizin devletinizin zayıflamasını beklemektedirler; böyle bir şey olduğunda dağlardan inecek, kalelerinden çıkacak ve Müslümanların geri kalanını yok edecekler, İslam’ın izi kalmayacak.’ Bu sözler Mengü’yü kışkırttı; emir verdi kaleleri, mülhidlerin beldelerini ve Alamut dağını…” (Tabakat-ı Nasırî, c. 2, s. 182)

Şiîlerin suçlanması

Hilafeti kaybeden ve siyasî gücün sembolü konumundaki Bağdat’ın düşmesi sebebiyle rahatsızlık duyan Ehlisünnet suçlu arayışındaydı. En yakında, kolaylıkla suçlanabilecek grup Şiî rakiplerdi. Ancak bu suçlama Bağdat’ın düştüğü günlerde veya sonraki birkaç yılda dillendirilip kayıtlara geçirilmedi; bilakis olayın üzerinden onlarca yıl geçtikten sonra birdenbire Ehlisünnet kaynaklarında yeni bir bulguya yer verildi. İşte bu dönemde suç Şiîlerin üzerine atılmaya başlandı. Daha önce de ifade ettiğimiz üzere suçlayanların işaret ettikleri zanlılar Nasıruddin Tusî ve Müeyyüddin b. Alkamî idi. Öte yanda ise yüzlerce Sünnî âlim ve siyasetçi Moğol sarayında görev başındaydı. Elbette Moğollar Müslüman olmadıklarından böyle bir konuda hassasiyetleri yoktu. Her halükarda Nasıruddin Tusî’nin saraydaki varlığı, başta neredeyse bütün eserlerinde bir şekilde Şia ile çatışan İbn Teymiyye olmak üzere, muhaliflerin bu suçlayıcı rivayetleri üzerlerine eklemeler yaparak nakletmelerine neden oldu.

Abbas İkbal, Sünnî ve Şiî tarihçilerin İbn Alkamî’nin ve Şiîlerin Bağdat’ın fethindeki rolüyle ilgili görüş farklılıklarını ele almış ve şöyle yazmıştır: “Müslüman müelliflere, bilhassa halifenin katledilmesinden ve Abbasîlerin dağılmasından derin rahatsızlık ve üzüntü duyan Sünnî tarihçilere göre İbn Alkamî, Şiî olması hasebiyle halifenin oğlu Ebu Bekr’in Bağdat’ın Kereh mahallesindeki katliamından ve İmam Musa’nın (a.s) türbesinin yağmalanmasından dolayı üzüntü içerisindeydi ve üzüntüsü Abbasîlere yönelik kine dönüşmüştü. Bu nedenle de, neye mal olursa olsun, Hülagu’nun Bağdat’ı almasına yardım etme ve Abbasîleri kökten kazıma kararı almıştı. Bu amaçla Hülagu ve Nasıruddin Tusî’ye halifeden gizli elçiler gönderiyor, halifenin zayıfladığını ve Bağdat’ı almanın kolaylaştığını onlara duyuyordu… Şiî tarihçiler ise halifenin veziri olan İbn Alkamî’ye böylesi suçlamaları yakıştırmaz ve bu elemli hadisenin, halifenin zayıflığının, oğlu Ebu Bekr’in zulmünün, emirler ve komutanlar arasındaki nifakın neticesi olduğunu ileri sürerler. Özellikle Hülagu’nun Bağdat fethinden kırk beş yıl sonra, hicrî 701 yılında el-Fahrî adlı tarihini kaleme alan Muhammed b. Ali b. Tabataba, Sünnîlerin İbn Alkamî’ye yönelik bu tür suçlamalarını kabul etmez ve vezirin dürüstlüğünden, emanete vefasından ve dindarlığından övgüyle söz eder.” (Tarih-i Moğol, s. 186)

Dr. Şeybî ise bu bağlamda şunları yazar: “Bağdat’ın fethi, her ne kadar Türkistan’dan Irak’a dek bütün hükümetleri deviren genel Moğol istilasının bir neticesi olsa da, geçmişe dayalı Sünnî-Şiî ihtilafından dolayı suçlanan Şiîler olmuştur.” (Teşeyyu ve Tasavvuf, s. 51)

Kadı Nurullah ve Muhammed Bâkır Hansarî’nin Bağdat’ın fethini olumlu bir gelişme olarak değerlendirmeleri

Muahhar Şiîler Bağdat’ın fethiyle ilgili olarak nadiren görüş bildirmişlerdir. Bununla birlikte Şiîlerin, Masum İmamlarını (a.s) katleden ve aslında gayrimeşru addedilen zalim bir devletin yıkılmasından dolayı memnuniyet duyduklarını gösteren beyanlar vardır.

Bu konuda diğer âlimlere nispetle daha sarih açıklamalarda bulunan Kadı Nurullah, Nasıruddin Tusî’nin Hülagu ile haremiyle irtibat kurabilecek denli işbirliği içerisinde olduğunu ve Hülagu ile Begüm’ün onun sayesinde İslam’la müşerref olduğunu söyler. Kadı Nurullah’a göre İbn Alkamî, Hace Nasıruddin Tusî’nin padişahın nezdindeki konumundan haberdar olunca bir mektup yazmış ve onu Bağdat’ı fethetmeye teşvik etmiş ve ondan “Abbasîlerden Efendimizin (s.a.a) itretine yönelik eziyetlerinin intikamını almasını” talep etmiştir. Bunun üzerine de “Padişah, Nasıruddin Tusî’nin doğru yolu göstermesiyle, doğruluk yolunda ilerlemiştir.” (Mecalisü’l-Müminin, c. 2, s. 351)

Kadı Nurullah daha sonra Allame Hıllî’den söz ederek şöyle yazar: “Müçtehidlerin önderi Şeyh Cemaleddin (r.a) Keşfü’l-Hakk adlı kitabında Hz. Ali’nin, Moğol ve Tatar istilasını, Abbasî krallığının yıkılacağını ve kralın Hülagu tarafından öldürüleceğini haber verdiğini nakletmiştir. Allame Hıllî şöyle yazar: Bu yüzden Hülagu Han Bağdat’a yaklaştığında babam Şeyh Sedidüddin ve Seyyid İbn Tavus başta olmak üzere Necef, Kufe ve Hılle’nin ileri gelenleri Hülagu’ya bir mektup yazıp ondan aman istediler. Bunun üzerine Hülagu onları yanına çağırdı. Amanname olmadan yanına gitmeye korktuklarından sadece babam Hülagu ile görüştü. Hülagu, bu görüşmede babama zafer alametleri ortaya çıkmadan niçin mektup yazıp aman talep ettiniz? diye sorunca babam, Hz. Ali (a.s) senin ortaya çıkacağını önceden haber vermiş, Türklerin son Abbasî halifesine galip geleceklerini, onların padişahının çıkan her kaleyi ve şehri fetheden ikbal sahibi biri olacağını bildirmiştir, dedi. Babam bu kerametli rivayeti nakletmeyi bitirince Hülagu ona tazimde ve lütufta bulunup meşhed (Necef), Kufe ve Hılle halkı için ona amanname yazdı. Böylelikle mübarek türbe, Sünnîlere rağmen, istilacı Moğol ve Tatarların elinden kurtuldu.” (Mecalisü’l-Müminin, c. 2, s. 353)

Kadı Nurullah’tan önce Handmir Desturü’l-Vüzera’sında (s. 99)Devatdar komutasındaki Bağdat ordusunun Şiî Kereh mahallesine saldırısı dolayısıyla İbn Alkamî’nin Hülagu ile yazıştığına işaret etmiş, ancak bu yazışmanın Hülagu üzerinde etkili olmadığını eklemiştir.

Nasıruddin Tusî’nin Hülagu’yu kışkırtmasıyla ilgili rivayetin Habibü’s-Siyer’de (c. 4, s. 106) yer almasının nedeni, o dönemde Şiî tarihçilerin bu rivayeti sıradan bir rivayet gibi nakletmelerinden kaynaklanır. “Alamutluların devletinin temeli Moğol ordusu tarafından kazınınca Hace Nasıruddin Tusî saraydan ayrılıp Hülagu’nun hizmetine girdi ve türlü lütuflara mazhar oldu. Nasıruddin Tusî, Mustasım’ın taassuptaki aşırılığını bildiğinden Hülagu Han’ı Bağdat’a asker çıkarmaya teşvik etti.”

Kadı Nurullah’tan üç asır sonra Muhammed Bâkır Hansarî Isfahanî, Hace Nasıruddin Tusî’nin hal tercümesinin başında, onun Hülagu ile birlikte hareket ettiğinden söz etmiş ve “memleketi ıslah etmek, fesad silsilesini kırmak, zulüm ateşini söndürmek, Abbasîleri uzaklaştırmak” için Bağdat’a geldiğini yazmıştır. (Ravzatü’l-Cennat, c. 6, s. 300-301) Hansarî kitabında bir kez daha Nasıruddin Tusî’nin Hülagu ile işbirliği yapması meselesine değinmiş ve şöyle yazmıştır: “Hülagu’yu Bağdat’ı almaya, şehirleri fethetmeye ve Mustasım’ın kökünü kazımaya teşvik eden Hace Nasıruddin’dir. İşte bu olaydan sonra Hülagu rasathanenin Nasıruddin Tusî’ye verilmesini emretti.” (Ravzatü’l-Cennat, c. 6, s. 315-316) Sadî ise bunu şöyle ifade eder:

Müminlerin emiri Mustasım’ın mülkünün yıkılışından dolayı,

Gök yere kan yağdırsa haklıdır.

Gerçi Mevlana farklı düşünür:

Bir Bağdat’ı viran etmiş olsa da

Her yerde Bağdatlar kurmuştur.

Eblehler eyvah şehri yıktı, dediler,

Âşıklar vallahi adalet getirdi, dediler.

Nasırî tarihinde (c. 1, s. 462) Bağdat’taki Şiî-Sünnî çatışmasına ve Sünnîlerin Kereh’e saldırmasına değinmiş ve şöyle yazmıştır: “Kerehli bir Şiî olan halifenin veziri Müeyyidüddin İbn Alkamî, Hülagu’ya çekilen acıları anlatan bir mektup yazarak onu kışkırttı. Hakimlerin şemsi, dinin ve ümmetin yardımcısı Nasıruddin Tusî tarafından da bu konuda teşvik gören Hülagu Han Bağdat’a hareket etti.”

İran Milliyetçiliği ve Hace Nasıruddin Tusî ile İbn Alkamî’nin suçlanması

Çağdaş İran milliyetçileri de Bağdat’ın düşmesinden hoşnut olmuş, geçmişteki Şiîlerin birçoğu gibi bunun Hace Nasıruddin Tusî’nin eliyle gerçekleşmiş olmasından dolayı memnuniyet duymuşlardır. Ravendî şöyle yazar: “Hülagu’nun saldırısı ve Hace Nasıruddin Tusî’nin tedbir ve talimi sayesinde beş yüz yıllık Abbasî hilafeti yıkıldı ve bu fesad ve komplo merkezi Ortadoğu siyaset sahnesinden ebediyete kadar silindi.” (Tarih-i İctimaî-i İran, c. 4, s. 526)

Zebihullah Safa, Ravendî’den daha fazla bu mesele üzerinde durmuştur. Safa, Moğol dönemine ait kaynaklardan İbn Alkamî ile Abbasî memurları arasındaki ihtilaflara dair rivayetleri nakleder ve ardından “Moğollarla İşbirliği” başlığı altında şunları yazar: “Kanaatimce o dönemde İran ve Irak Şiîleri Sünnî taassubun son kalesi olan Abbasîleri ortadan kaldırmak için Moğolların kudretinden faydalanma noktasında ittifak ettiler.” Devamında ekler: “Aralarında iki ünlü muktedir zat, yani İbn Alkamî ve Nasıruddin Tusî, Hülagu’nun İran’da konakladığı ve Bağdat’a saldırı için hazırlık gördüğü sırada çok güçlüydüler. Hülagu Han’a hem Abbasî hilafetini devirmede yol gösterici oldular, hem de ona halifeyi ve ailesini öldürmeyi sıradan bir şeymiş gibi gösterdiler. Böylelikle hem Bağdat’ı düşmesinin ardından ellerine almış oldular, hem de Hülagu’dan izin alarak orayı mamur edip İslamî vakıfları idarelerine aldılar.” (Tarih-i Edebiyat der İran, c. 3, s. 139)

Burada dikkat edilmesi gereken şey, Safa’nın düşüncesini Kadı Nurullah’ın sözleri üzerine bina ettiğidir. Kadı Nurullah’ın üç asır sonra, Şiî-Sünnî çatışmasının yoğun olarak yaşandığı bir dönemde yaşadığını ve Bağdat’ın düşmesini tek bir boyuttan değerlendirdiğini unutmamak gerekir.

Bağdat’ın düşmesinde Nasıruddin Tusî’nin rolü üzerine kaynakların görüş birliği içerisinde olduklarını yazan Şirin Beyanî’nin ise bu konudaki kaynakları mutaassıp Sünnî müelliflerdir.

Şarkiyatçılar ve Şiîlerin rolü

Bağdat’ın Düşmesi ve Irak’ta Moğol Hâkimiyeti (Meşhed, 1989) kitabının yazarı Rasheed Bağdat’ın sukutu ve Şiîlerin ve Sünnîlerin eskiye dayanan tartışmaları hakkında ayrıntılı bilgiler vermiş olmasına karşın Şiîlerin Moğollarla işbirliği yaptıklarını yazmaz.

Bertold Spuler ise İran’da Moğol Hâkimiyeti Tarihi adlı kitabında Hülagu’nun Bağdat fethini ele alırken bu fetihte Şiîlerin herhangi bir rolü olduğuna değinmez; sadece halifenin bazı yakınlarının liyakatsiz olduğuna, bir başka deyişle İbn Alkamî’nin ihanetine ve mektuplarına temas eder. Bununla birlikte Hülagu’nun İbn Alkamî’nin yönlendirmelerine teveccüh etmediğini vurgular. (bkz: Tarih-i Moğol der İran, s. 55) Spuler, Bağdat fethinden sonraki süreçte Hace Nasıruddin Tusî’nin Şiîler ile devlet arasındaki aracı rolüne işaret eder ve şöyle yazar: “Hülagu hükümeti zamanında ünlü âlim Nasıruddin Tusî padişah ile Şiîler arasında aracı rol üstlendi. Bu dostane ilişkiler neticesinde nüfusunun çoğunluğu Şiî olan Hılle şehri hicrî 658 yılında Hülagu’ya teslim oldu. Yine bu iyi ilişkiler sayesinde padişah Şiîlerin kutsal mekânlarının her türlü saldırıdan amanda kalması yönünde emir verdi ve böylece Şiî âlimlerin faaliyet göstermesi için uygun zemin hazırlandı. Daha önce Sünnîler tarafından müsadere edilen Şiî vakıflar asıl sahiplerine geri verildi.” (s. 245)

Sâidî ve İbn Alkamî müdafaası

Moğolların Bağdat fethinde Şiîlerin rolü tartışması günümüze kadar devam etti ve kimi araştırmacıların bütün mesailerini sarf ettikleri ayrı bir araştırma konusu halini aldı. Bu araştırmacılardan bir tanesi 1972 yılında Müeyyidüddin İbn Alkamî ve Esraru Sukuti’l-Devleti’l-Abbasiyye adlı kitabını yayımlayan Iraklı Muhammed eş-Şeyh Hüseyin es-Sâidî’dir. Sâidî Bağdat’ın fethiyle ilgili bilgi veren kaynakları sınıflandırmış ve dönemin kaynaklarının İbn Alkamî ile Abbasî halifesi arasındaki dostluktan söz ettiğini, kaynaklarda İbn Alkamî’nin Moğollarla dostane ilişkiler kurduğuna dair bir bilginin olmadığını yazmıştır. Söz konusu kitap her ne kadar Nasıruddin Tusî ile ilgili olmasa da İbn Alkamî’nin Şiî olmasından dolayı Şiîlerin Moğollarla işbirliği yaptığı suçlaması hakkında güzel bir eleştiridir.

Abdülhadi Hairî ve Hace Nasıruddin Tusî müdafaası

Dr. Hairî’nin “Nasıruddin Tusî’nin Moğollar’ın Bağdat Akınında Rolü Var mıydı?” başlıklı makalesi (bkz: Âya Hace Nasıruddin Tusî der Yureş-i Moğolân be Bağdad Nakşî Daşte est?, Neşriyye-i Danişgâh-i Edebiyyat-i Meşhed, Yıl: 17, şemsî 1363, s. 479-502) tarihçilik açısından metodolojisi olan bir çalışmadır. Dr. Hairî’nin izlediği metot, Sâidî’nin İbn Alkamî’yi incelediği kitabında izlediği metoda benzer; fakat daha düzenlidir ve konuyu odak noktası olan Nasıruddin Tusî etrafında ele alır.

Bu satırların yazarı Nasıruddin Tusî ve İbn Alkamî hakkında iki uzun yazı kaleme almıştır ve bu yazılar İran’da Şiîliğin Tarihi (Tarih-i Teşeyyu der İran) adlı kitapta yayımlanmıştır. Bu iki yazıda Dr. Hairî’nin tarihçi metodu esas alınmış ve kaynaklar daha da genişletilmiştir. Makalelerde Irak hakkında yazılan Arapça kaynaklar dikkate alınmış ve Nasıruddin Tusî hakkında kaynaklarda yer alan bilgiler karşılaştırmalı olarak incelenmiştir. Yapılan bu karşılaştırma neticesinde söz konusu suçlamanın zaman içerisinde, olaydan onlarca yıl sonra telif edilen kaynaklarda gündeme getirildiği görülmüştür. (Tarih-i Teşeyyu der İran, s. 639-665)

Hasan el-Emin ve Nasıruddin Tusî

Merhum Seyyid Muhsin Emin’in oğlu Hasan el-Emin Moğollar, Nasıruddin Tusî ve İsmailiye konuları üzerinde yoğunlaşmıştır. Önce Cengiz ve Hülagu dönemlerini incelediği el-Guzzu’l-Moğolî li-Biladi’l-İslamiyye min Bağdad ila Ayni Calut (Beytur, 1983) kitabını, ardından Moğolların inanç dünyasını incelediği el-Moğol Beynu’l-Vesniyye ve’n-Nasraniyye ve’l-İslam (Beytur, 1993) adlı kitabını yayımlamıştır. Bizim ele aldığımız konuda yazdığı kitabının başlığı ise el-İsmailiyyun ve’l-Moğol ve Nasıruddin et-Tusî’dir (Kum 1997). Bu kitapta el-Emin, Nasıruddin Tusî’yi müdafaa etmiş, özellikle İbn Teymiyye’nin suçlamalarını çürütecek bilgiler sunmaya çalışmıştır. Nasıruddin Tusî’nin büyük hizmetlerinden, âlimleri ve bilginleri korumaya yönelik faaliyetlerinden söz etmiş, Moğollar üzerindeki etkisi üzerinde durmuş ve bu konulara ilgisiz kaldığı gerekçesiyle İbn Teymiyye’ye ağır eleştirilerde bulunmuştur. el-Emin ilk kitabında da bu konuya temas etmiş, İbn Alkamî ve Nasıruddin Tusî’yi kitabın ayrı bölümlerinde incelemiş ( s. 89-106, s. 106-160) ve onların Moğollarla işbirliği yaptıkları suçlamalarını çürütmüştür. Bu kitapta dikkat çeken bir başka husus, Arap dünyasının tanınmış araştırmacılarının İslam dünyası taassup ateşiyle kavrulmadan önce Nasıruddin Tusî’nin İslamî ilimleri ve Müslüman âlimleri korumaya yönelik verdiği mücadeleye dair itiraflarıdır. Arap araştırmacılar Moğolların Ayni Calut’ta yenilgiye uğramadıklarını, aslında onların asıl yenilgisinin kalplerinin fethedilip İslam’ı kabul etmeleriyle gerçekleştiğini itiraf etmişlerdir. (el-İsmailiyyun, s. 47) el-Emin ayrıca birçok Sünnî emirin ve kadının Moğolları Bağdat fethine teşvik ettiklerini gösteren çok sayıda belge sunar.

Sad el-Gamidî ve Nasıruddin Tusî ve İbn Alkamî müdafaası

Riyad’daki Kral Suud Üniversitesi’nde tarih profesörü olan Sad b. Huzeyfe el-Gamidî, üçüncü baskısı 2004 yılında yayımlanan Sukutu’l-Devleti’l-Abbasiyye ve Devru’ş-Şia beyne’l-Hakikat ve’l-Evham adında bir kitap yazmıştır. Kitabın ana konusu Bağdat’ın Moğollar tarafından fethedilmesinin nedenleridir. el-Gamidî’ye göre Abbasî hilafetinin yıkılmasının asıl nedeni devlet içerisinde ortaya çıkan gerilemedir. Abbasî Devleti’ni yıkılışa götüren de işte bu gerilemedir. (bkz. s. 17) el-Gamidî Moğolların İslam ülkelerinde yaptıkları savaşlar hakkında geniş bilgiler verdikten sonra Irak’ın ve Bağdat’ın sukutu meselesi üzerinde durur. Kitabın sonlarına doğru Bağdat’ın düşmesinde Şiîlerin rolü konusuna girer (s. 330 vd.)

Sünnî kaynaklarda Şiîlerin Moğollarla işbirliği yapmakla suçlandığını hatırlatan el-Gamidî şunları yazar: “Modern kaynaklarda da aynı suçlamalar dile getirilmektedir. Ancak şu soruyu sormak gerekir: Acaba Hülagu’nun Sünnî Müslümanlara karşı Şiî Müslümanların desteğine mi ihtiyaç duymaktaydı? Gerçek şu ki Moğol güçleri otuz sekiz yıl boyunca Abbasî topraklarına saldırmış, Bauka, Hankin ve Samirra’ya kadar varmışlardı. Önceki bölümlerde Abbasîlerin ne kadar büyük bir zaaf içerisinde olduklarından söz etmiştik. Şiî olsun Sünnî olsun Hılle sakinleri Moğollarla görüştüler. Teslim olmaktan başka bir çareleri olmadığının bilincindeydiler. Böyle yapmasalardı öldürülmeyi ve yok olmayı göze almaları gerekecekti. Nitekim binlerce Iraklı öldürülmüştü. Ayrıca kardeşi Mengü Han Hülagu’ya Bağdat’ı tasarrufu altına almasını emretmişti. Dolayısıyla Hülagu’nun Sünnî veya Şiî kimsenin yardımına ihtiyacı yoktu. Abbasîlere saldırmak için kimsenin tavsiyesine veya kışkırtmasına, ezcümle Şiîlerin yol göstericiliğine ihtiyacı yoktu. Hülagu bu tür tavsiyelere itimat etseydi kendisine tavsiyede bulunanın itikadî mezhebini kabul ederdi. Oysa onlar Allah’ın Cengiz Han’ı ve hanedanını yönetici olarak seçtiğine inanıyorlardı. Her halükarda kanaatimizce bu Müslüman fırkanın (Şia’nın) Abbasî hilafetinin yıkılmasında rol üstlendiklerini gösteren deliller yoktur diyemesek de onların Bağdat’ı savunmada işbirliği yapmadıklarını gösteren deliller de yoktur. Ayrıca Moğollar Bağdat’a girdikten sonra şehrin bütün mahallelerine saldırdılar ve mezhep farklılıklarına teveccüh etmeden herkesi öldürdüler.” (s. 332-333)

el-Gamidî, İbn Alkamî’nin rolü hakkında söylenenleri ele almış ve Şiîler ile Sünnîler arasındaki düşmanlığa değinerek nakledilen rivayetlerin bu düşmanlığın bir neticesi olduğu sonucuna varmıştır. Ona göre muahhar tarihçiler birer ikişer cümle ekleyerek tartışmayı alevlendirmişlerdir. Daha sonra Şiîlerin suçlandığı rivayetleri tek tek nakletmiş ve tenkit etmiştir. el-Gamidî’ye göre İbn Alkamî’nin Moğollarla yazıştığına dair rivayetler asılsızdır; çünkü bu rivayetler olaydan onlarca yıl sonra yaşamış Sünnî tarihçilerce nakledilmiştir. (s. 336)

Yazarın Şiîlerin Moğollarla işbirliği yaptığına dair rivayetleri nakleden kaynaklar hakkında dikkat çektiği bir husus, bu kaynakların birbirlerinden ilavelerle alıntı yaptıklarıdır. Bunlar tarihî gerçekler olmaktan çok bir avuç dedikodudur. Yazar bu rivayetlerin nakledildiği kaynakları listelemiş ve müelliflerin o dönemde Mısır’da yaşan Hıristiyan el-Amid’in vezir İbn Alkamî’nin Moğollarla işbirliği yaptığına dair rivayetini naklettiklerini yazmıştır. el-Gamidî şöyle yazar: “el-Amid duyduğu dedikoduları nakletmiştir. Nakillerinde ‘denilir ki’ ifadesini kullanması da bunun göstergesidir.”

el-Gamidî’ye göre bu konuda çalışan şarkiyatçılar da bu tür kaynakların etkisinde kalmışlardır. Bununla birlikte İbn Tiktika gibi bazı tarihçiler İbn Alkamî’yi müdafaa edip suçlamaları inkâr etmişlerdir. Yazar, bu tür araştırmalarda gerçeğe ulaşmak için mezhep taassubundan uzak durulması gerektiğinin altını çizmiştir. Ona göre başta Cüzcanî olmak üzere İbn Alkamî’yi suçlayan tarihçiler mutaassıp Sünnî tarihçilerdir. (s. 342)

Ayrıca suçlama rivayetleri Iraklı tarihçilerce nakledilmemiştir; bu rivayetler hep Irak dışında yazılan kaynaklarda yer almaktadır. Mesela Cüzcanî İranlı’dır ve olay vuku bulduğunda Delhi’de ikamet etmektedir.

Öte yandan saldırı emrini veren Mehgü Han’dır. Dolayısıyla saldırının hükümette görevli olan biriyle ilgisi yoktur.

Moğollar Müslüman olmadıkları, dolayısıyla Sünnî ve Şiî Müslümanlar arasında herhangi bir ayrım gözetmedikleri ise bir başka husustur. Nitekim Moğollar Bağdat’a girdiklerinde Şiî ve Sünnî ayırmaksızın katliam yaptılar.

Son olarak Moğolların gücünü bilen vezirin Abbasî halifesine Hülagu’ya teslim olmasını tavsiye etmesi çok doğaldır. Karşı tarafta ise Moğollara karşı konulmasını isteyen Devatdar vardı ve vezir hakkındaki dedikoduların kaynağı da oydu. Suçlayıcı rivayetleri ortaya çıkaran ve bu rivayetlerin kaynaklarda yer almasını sağlayan Şiî düşmanlarının eline düşen Devatdar’dır. (s. 347)

***

Bugün, olayın üzerinden 778 yıl geçmişken bir kez daha konuyla ilgili kitap ve makaleleri tarasanız, hatta internette “Bağdat’ın düşüşü” kelimesini aratsanız birbirine benzer iki olayla karşılaşırsınız: İlki Bağdat’ın hicrî 656 yılında Moğollar tarafından düşürülmesi, ikincisi 2003 yılında Amerika tarafından işgali. Bu iki olay arasında birçok benzerlik vardır. Bu benzerliklerden bir tanesi, genellikle Şiîliğin mutaassıp karşıtları tarafından dillendirilen Şiîlerin saldırganlarla işbirliği yaptığı suçlamasıdır. İşin ilginç yanı her iki olayda da suçlamalar yalan ve asılsızdır. Her iki olayda da Bağdat Sünnîciliğin yaygın olduğu dönemde düşürülmüştür. Ayrıca her iki olayda da devletin uyguladığı zulüm ülkeyi halk himayesinden yoksun bırakmıştır. Üstelik her iki olayda da yağmacı ve saldırgan düşman, ister Şiî biçimiyle olsun ister Sünnî, İslam’ı hiçbir şekilde kabul etmemektedir. Şehre ve ülkeye bir kâfir olarak, salt siyasî ve ekonomik nedenlerle saldırmıştır.

Kaynaklar:

Âya Nasıruddin Tusî der Yureş-i Moğolân ve Bağdad Nakşî Daşte est? Pejuheşî ez Didgâh-i Tarih-nigarî (Neşriyye-i Danişkede-i Edebiyyat-ği Meşhed, Yıl: 17, şemsî 1363, s. 479-502)

Etan Kohlberg, Kitabhane-i İbn Tavus, çev. Ali Kuli Kuraî-Resul Caferiyan, Maraşi Kütüphanesi Yayınları

Gıyasüddin b. Hümamüddin Handmir, Desturü’l-Vüzera

Hasan el-Emin, İsmailiyyun ve’l-Moğol ve Nasıruddin Tusî, Müessesetü’l-Gadir

Muhammed Bâkır Musevî Isfahanî Hansarî, Ravzatü’l-Cennat, İsmailiyan Yayınları

Murteza Ravendî, Tarih-i İçtimaî-i İran, Negah Yayınları

Resul Caferiyan, Tarih-i Teşeyyu der İran, İlim Yayınları

Sad b. Huzeyfe el-Gamidî, Sukutu Devleti’l-Abbasiyye ve Duru’ş-Şia beyne’l-Hakikat ve’l-Evham, Daru İbn Huzeyfe

Şirin Beyanî, Din ve Devlet der İran-i Ahd-i Moğol, Merkez-i Neşr-i Danişgâhî

el-Hakim Fatımi ve Kıpti zımmiler

Kıptilerin İslam’ı kabul etmeleri ve irtidatları üzerine bir inceleme

Dr. Masumali Pençe / İslami Azad Üniversitesi Bilim ve Araştırma Merkezi Doçenti

Dr. Muhammedali Kazım Bigi / Tehran Üniversitesi Doçenti

Dr. Hadi Alimzade / İslami Azad Üniversitesi Bilim ve Araştırma Merkezi Profesörü

ÖZET

Müslüman Araplar eliyle fethedilmiş ülkelerde İslam’a girilmesi olgusu, İslam tarihi araştırmaları içinde kapalı ve tartışmalı mevzular cümlesindendir. Müslüman Mısır’da Kıptilerin toplumsal değişimine dair asıl kısım, dinlerinin Hıristiyanlıktan İslam’a dönüşmesiyle ilgilidir. Bu kesimin çoğunlukken Müslümanların hakimiyeti altında azınlığa doğru tedrici değişimi karmaşık bir süreçtir. Çünkü Müslümanlar Kıptileri sürerek değil, bilakis onların dinini değiştirerek bu ülkede çoğunluk haline geldiler. El-Hakim Biemrillah Fatımi’nin hilafet dönemi, çok sayıda Kıpti Hıristiyan’ın din değiştirip İslam’a girdiğine tanık oldu. Kıptilerin bu dönemde İslam’a girmesinin kökeni, halife tarafından Kıpti topluma dayatılan siyasi, toplumsal ve dini baskılar ve sınırlamalardadır. Buna rağmen Kıptilerin İslam’ı kabul süreci tamamlanmamıştır. Çünkü din değiştirme mecburiyeti kalktıktan sonra Kıptilerin birçoğu Müslümanlıktan vazgeçti ve Hıristiyanlığa geri döndü.

Mısır’da Fatımiler hakimiyetinin iki yüz yılı (hicri 358-568) Kıpti toplumu için nispeten sükunet, özgürlük ve istikrar içinde geçti. Her ne kadar tarih kaynaklarında bu toplumun yaşamı ve faaliyetlerine, Müslümanlarla ve Fatımi devletiyle ilişkilerine dair epeyce malumat kaydedilmişse de, ister tebliğ yoluyla, ister zorla olsun Kıptilerin yaygın din değiştirmesi için aşikar ve örgütlü bir çaba gözlemlenmemektedir (Gellens, 3/939). Teorik açıdan dünyadaki herkesin İslam’a inanması İslam Peygamberi’nin (s) idealiydi. Ama onun siretine ve Müslüman halifelerin çoğuna bakıldığında Müslüman olmayanların İslam’a girmesi için doğrudan hiçbir zorlama ve mecbur tutma sözkonusu olmamıştır. İslam tarihi boyunca Müslüman olmayanların, Müslüman egemenlerin doğrudan baskısı altında çaresizlik içinde İslam’a kabul etmek zorunda kaldıkları durumlar nadirdir. Bu meyanda tarihte sadece birkaç kere buna rastlandığı anlatılır. El-Hakim Fatımi de (hicri 386-411) bunlardan biridir. Fakat bunu İslam’ın ve Müslüman ekseriyetin hesabına yazmamak gerekir. Bu değerlendirme bazı Hıristiyan yazarlar tarafından da teyit edilmiştir. Mesela Arap Hıristiyanı çağdaş yazar Corci Zeydan (vefatı 1914), apaçık ve insaflı bir değerlendirmede el-Hakim Fatımi hakkında şöyle yazar: “… Belki de tüm İslam medeniyeti döneminde Hıristiyanlara karşı en zalim Müslüman hükümdardı. Fakat bu zulüm ve eziyetinin İslam medeniyetinden kaynaklandığı söylenemez. Çünkü deli ve cahil bir adam bunu kendi kafasına göre yaptı (Zeydan, 769). Bu araştırmada Kıptilerin bu dönemde neden İslam’a girdikleri ve nasıl irtidat ettikleri ve bunun sonuçları incelenecektir.

Ortam: el-Hakim ve Kıptiler

El-Hakim’in dönemi zımmiler için baskı ve kısıtlamalarla geçti. Bu sıkıştırmalar dört alanda Kıptileri hedef aldı: 1) Elitlerin/Divan üyelerinin azli ve katli, 2) Kiliselerin ve manastırların tahribi, 3) Giyimde kısıtlamalar, 4) İbadet ve merasim düzenlemede kısıtlamalar.

Makrizi, Patrik Zeharis/Zeharya dönemini (Altmış dördüncü patrik, hicri 393-421 patriklik dönemi) anlatırken Hıristiyanların yakasına yapışan eşi benzeri görülmemiş güçlüklerden bahsedip bu güçlüklerin sebeplerini ve kökenlerini zikreder: “Birçoğu devlet işlerinde o kadar yükseldi ki vezirliğe kadar ulaşabildiler. Durumlarındaki gelişmişlik ve mallarındaki çoklukla övünüyor ve küstahlığı abartıyorlardı. Müslümanlara zarar verme ve hileler kurmada epey ileri gittiler. Bunun üzerine, gazabı sırasında kendini kaybeden el-Hakim onlara öfkelendi ve bu zamanda vezirlik seviyesinde konum elde etmiş olan İsa b. Nasturi Nasrani’yi tutuklayıp boynunu vurdu (Makrizi, Hitat, 4/1007) İbn Nasturi’nin katledilmesi el-Hakim’in hilafetinin ikinci yılında (hicri 378) vuku buldu (Antaki 238; Makrizi, İttiaz, 2/6; diğer yerler için bkz: Makrizi, a.g.e., 2/14-18, 44, 26, 81, 84, 76-85; Antaki, 280, 286).

el-Hakim döneminde kiliselerin tahribine ilişkin ilk bilgiler, Hakim’in Raşide camisini önceden kilise bulunan bir yere yapma emrini verdiği hicri 392 veya 393 yılına kadar gitmektedir (Makrizi, a.g.e., 2/44; Neviri, 28/176-177). Hicri 394’te, bu camiye komşu, biri Yakubilere, diğeri ise Nasturilere ait diğer iki kiliseyi yıktırdı (Aynı yer, Makrizi, a.g.e., 2/48; İbn Eybek Devadari, 6/270). Bu macera hicri 403’e kadar devam etti. Bu yıllar boyunca Mısır’ın her yanında, hatta Dımeşk ve Beytülmakdis’de çok sayıda kilise ve manastır yıkıldı (yıkılan bu kilise ve manastırların isimleri için bkz: Antaki, 279, 282-283, 297-299; Makrizi, İttiaz, 2/44, 48, 79, 81, Hitat, 4/1008; Ebu Salih Ermeni, 63, 131). Bazı yerlerde kiliseleri yıkmakla kalmadı, Antaki’nin rivayetine göre (279), Fustat’ta Meryem el-Kantara kilisesini yıktıktan sonra zenciler, köleler ve ayak takımı işi, kilise etrafında bulunan kabirleri tahribe ve yağmalamaya kadar vardırdı (bkz: aynı yazar, 283). Benzer bir rivayette Ebu Salih Ermeni (63) Ebstallin kilisesi yıkılırken kitlelerin ölülerin tabutlarını kırdığına değinir. Hıristiyan toplum için en büyük facia kilise ve manastırlara ait vakıfların ve emlakin müsaderesiydi. Bu arazilerin çoğu ikta olarak askerler arasında taksim edildi (Örnek olarak bkz: Antaki, 298, 280, 276; Makrizi, İttiaz, 2/94, 95).

Zımmilerin giyim türü babında da kısıtlamalar uygulanıyordu. Hicri 395 senesinde el-Hakim, zımmilerin ğıyar giymesi, zünnar bağlaması ve siyah sarık sarması talimatını verdi (Makrizi, İttiaz, 2/53; Antaki, 256). Makrizi’nin rivayetine göre (aynı yer) gasıp Abbasilerin şiarı olan siyah renk bu nedenle seçilmiştir. Ama görünüşe bakılırsa bu emir o kadar da ciddiye alınmadı. Çünkü defalarca yenilendi. O kadar ki hicri 399’un Safer ayında sözkonusu kararları icranın lüzumu ve buna aykırı davrananların uyarılması vurgulanıyordu (Makrizi, a.g.e., 2/76). Aynı yıl Mısırlı zımmi toplumu başka kısıtlamaları da tecrübe etti: Hamamlarda Müslümanların Müslüman olmayanlardan ayırt edilebilmesi için Hıristiyanlar boyunlarına haç, Yahudiler de çan asacaklardı (Antaki, 278; İbn Said 53). Bu kararların uygulanmasında karşılaşılan güçlük, hicri 400 ve 401 yıllarında zirveye ulaştı. Özellikle zünnarların ve sarıkların kesinlikle siyah renkte olması ve başka hiçbir rengi içermemesi vurgulanıyordu (Makrizi, İttiaz, 2/81, 85; Antaki, 289). Burada hedef, Müslüman olmayanların Müslümanlardan tamamen ayrılmasıydı. Hicri 403 yılında ehl-i zimmet için daha fazla kısıtlamalar getiren yeni bir ferman yayınlandı. Bu defa önceki kararlara ilaveten zımmilerin hamamlarının Müslümanlarınkinden ayrılması gerektiği vurgulanıyordu. Bu fermana göre artık boyuna tahta haç takmak sadece hamamla sınırlanmıyordu. Aynı şekilde Müslümanların zımmilerden ayrılması için el-Hakim tarafından başka bir emir daha yayınlandı. Şimdi de zımmileri ata binmekten menediyor ve onları ahşap palanlı katıra binmeye mecbur ediyordu (Antaki, 295; Makrizi, a.g.e., 2/93-94; İbn Said, 52-53; İbn Hammad, 83-84).

El-Hakim bazı merasimlerin düzenlenmesinde de Hıristiyanlara kısıtlamalar getirmişti. Mesela 398 yılının Recep ayında, resmi bayram olarak kutlanan Şeanin bayramında Hıristiyanları kiliseleri süslemekten menetti. Bu fermana itaatsizlik, bir grup Hıristiyanın tutuklanmasına, kiliselerden süslerin toplanmasına ve haçların ateşe verilmesine yolaçmıştı. Hatırlatmak gerekir ki bu emir diğer şehirlere de tebliğ edilmişti (Makrizi, a.g.e., 2/71; Antaki, 275-276). Bu siyaset sonraki yıllarda da devam etti. Hicri 400 veya 401’de Nil sahilinde vaftiz bayramının kutlanması ve ona özgü merasimlerin icrası yasaklandı (Aynı yazar, 281-282; Makrizi, İttiaz, 2/86). Hicri 402’de de Hıristiyanların kutsal haç bayramı yasaklandı (Aynı yazar, 2/98).

Kıptilerin İslam’a girmesi

Kıptilerin el-Hakim’in kısıtlama ve baskılarına tepkisi pasif bir tepkiydi. Önlerinde iki yol vardı: İslam’ı kabul etmek veya Bizans topraklarına göçetmek. Pek çoğu birinci yolu seçti. Hicri 403 yılında Hıristiyan tarihçi Antaki’nin rivayetine göre “Çok sayıda üst düzey kâtip ve mutasarrıf ve bunların dışındakiler Hıristiyanlıktan İslam’a geçtiler, halk kitleleri de onları takip etti. Yahudilerden bir topluluk da İslam’ı kabul etti.” (Antaki, 297). Makrizi’nin rivayetine göre o dönemde bir grup Hıristiyan kâtip ve başkaları İslam’a girdi (Makrizi, İttiaz, 2/94).

Ama el-Hakim devresinde Mısır Hıristiyanlarının sorunu bununla bitmedi. Kendi dinlerinde kalan ve İslam’a girmeyen bu kesime yönelik baskılar ve çıkartılan güçlükler daha da arttı. Ölümle tehdide ilaveten, gizlenmiş durumdaki kâtip ve mutasarrıflardan bir grubun evleri yağmalandı ve malları müsadere edildi. Antaki’nin rivayetine göre bu, “Çoğunun İslam’a girmesine, diğer bir kısmının da onları izleyip katılmasına ve geriye birkaç kişiden başka kimsenin kalmamasına yolaçtı.” (Antaki, aynı yer). Makrizi’nin rivayetine göre (aynı yer), “Onlara yönelik baskı arttığından birçoğu İslam’a girmiş gibi göründü.” Yazar, bir başka yerde (Hitat, 4/1009) şöyle der: “Bu hadiselerde Hıristiyanların çoğu İslam’a girdi.” Hıristiyan tarihçi İbn İbri de şöyle yazar: “El-Hakim ehl-i zimmetin tamamının Müslüman olması veya emniyetli bir yere gitmesi emrini verdi… Mecburen çoğu Müslüman oldu.” (İbn İbri, 251, yine bkz: İbn Esir, 9/317). Görünüşe bakılırsa bu süreç ya sadece başkentte yaşanıyordu veya diğer şehirlerde din değiştirme nadiren gerçekleşiyordu. Çünkü böyle olmasa kaynaklarda buna değinilirdi. Bu bir yana İslam’a girenlerin net sayısı hakkında elde istatistik yoktur. Ayrıca bu yeni dindarların kabul ettiği mezheple ilgili olarak önemli soru, onların, Fatımi hakimiyetin mezhebini mi, yani İsmailiye’yi mi, yoksa Mısırlı Müslümanların çoğunluk mezhebi olan Sünniliği mi seçtikleridir. Maslahat düşünerek ve fayda umarak İsmailiye’yi seçtiklerine hükmedilse bile ne yazık ki bu sahadaki kaynaklarda bu yönde hiçbir bilgi yoktur.

Sonuç: İrtidat

Acaba el-Hakim döneminde gerçekleşmiş din değiştirmeler, gerçekten, bilgiye dayalı ve gönüllü din değiştirmeler miydi? Acaba yeni Kıpti Müslümanlar İslam’ın ahkam ve şiarlarına uymaya kendilerini mecbur hissediyorlar mıydı? Kaynakların bu sorulara cevabı olumsuzdur.

Din değiştirip İslam’a girmeyi tarif ederken kabul etme, itaat ve teslim manasında “esleme” fiili kullanılmaktadır. Bu yüzden İslam’a girmek, Allah karşısında teslim olmak ve ona itaat etmek demektir. Her ne kadar “şehadet” din değiştirip İslam’a girmeyi aleni ifade için gerekli şartsa da (İzzeti, 97-101; Bolt, 37), yeterli şart değildir. Esasen din değiştirmek, dini inançlar, şiarlar ve ibadetlerin tümünün başka bir bütünle yer değiştirmesi, birinin diğerinin yerini almasıdır. Kimisi değişimi bireylerin itikat, davranış ve bağlılıklarında ani ve radikal değişiklik yaşamasıyla sınırlandırır. Başkaları ise şahsın hayatı boyunca meydana gelecek tedrici bir şey olarak kabul eder (Rambo, “Conversion”, Encyclopedia of Religion, 4/7). Öte yandan, premodern toplumlarda dinin yalnızca maksat olmadığına, bilakis kimlik, kanun ve aslında bir yaşam tarzı olduğuna dikkat edilmelidir. Dolayısıyla din değiştirmekle yaşam tarzı da değişmekte ve böyle bir değişimi, isim ve giysiden, evlilik, boşanma, verasetle ilgili kanunlara, toplumsal adetler ve davranışlara kadar tüm bireysel ve toplumsal değişiklikler izlemektedir (Humphreys, 275). Her dinî geleneğin içinde “iyi” ve “kötü” ya da “doğru” ve “yanlış” din değiştirme mevcuttur. Kendine özgü ibadetler ihtiyaçtır, güdüler değerlendirilir, inançlar gözönünde bulundurulur ve sonuçlar tayin edilir (Rambo, “Theories…”, 264). Din değiştirme sürecinin değerlendirilmesi, onun, müminin hayatındaki çeşitli yanlarına ne ölçüde etki ettiğine ve meydana getirdiği değişimin kapsamına bağlıdır. Sahici ve güvenilir din değiştirmelerde inananlar, hayatlarının muhtelif boyutlarını belli dinî toplumların tavsiye ve yasaklarına uygun olarak değiştirmek zorundadırlar. Bu boyutlar duygusal, akli, ahlaki, dini, sosyo-politik alanları kapsamaktadır. Bu sebeple kapsamlı din değiştirmenin sonucu, toplumsal, kültürel ve siyasal alanlarda derinlemesine değişim demektir. Diğer bir ifadeyle, bir milletin toplumsal, iktisadi ve siyasi hayat tarzı derin ve devasa dönüşüme boyun eğmektedir. Bu aşamada adaba ve şiarlara katılım beklenmektedir. Zaten bu da müminin/müminlerin inançlarının ve ilişkilerinin sağlamlaşmasını sağlamaktadır (Rambo, Understanding…, 142ff). İslam’ın adabı ve şiarları konusunda örnek olarak yeni bir isim seçmek, özel giysiler giymek veya cemaatle namaz, cuma, bayramlar, hac gibi ibadetlere katılmak zikredilebilir.

El-Hakim’in hakimiyetinin son yılında başa dönüldü. Yayınladığı garip ve İslam şeriatına aykırı pek görülmemiş bir fermanla Kıpti yeni dindarların önceki dinlerine dönmelerine izin verdi (İbn Mukaffa, 2 (2)/135). Yeni dindarların çoğunun Hıristiyanlığa geri dönmesi onların İslam’a baskı ve kısıtlamalardan kurtulmak için maslahat gereği girdiğini göstermiştir. Onlar İslam ahkamına ve şiarlarına bağlanmamak bir yana, bilakis evlerinde gizlice Hıristiyan usülüne göre ibadet ediyorlardı. İslami isim seçen, Kur’an öğrenen, hacca giden ve Müslümanca adabı tam manasıyla yerine getirenler şimdi mürted olmuşlardı. Mesela Müslüman ve Hırıstiyan iki çağdaş tarihçi Müsebbihi (vefatı hicri 420) ve Antaki (vefatı hicri 458) yeni Müslüman olmuş ünlü bir Kıpti’den, Ebu Zekeriya’dan bahsederler (Müsebbihi, 211-212; Antaki, 375-376; yine Makrizi, İttiaz, 2/136). O, Müslümanlıkta o kadar ilerlemişti ki kendi eliyle hadis ve fıkıh yazıyor, Kur’an tilavet ediyor, sürekli mescide devam ediyor, hatta hac düzenliyordu. Ama sonra mürted oldu ve Hıristiyanlığa geri döndü. Ebu Zekeriya’nın irtidadı Müslümanlardan bir kesimin isyanına sebep oldu ve onu Fustat polisine götürdüler. İslam’a dönmesi için on gün hapiste tuttular. Tartışma ve tehdit de ona etki etmedi. Şöyle dediği nakledilir: “Peygamberinizin büyüsü bana tesir etmez.” (Müsebbihi, aynı yer; Makrizi, aynı yer). Netice itibariyle boynunu vurdular ve cesedini yaktılar. Antaki’nin rivayetine göre (376) bu işten mutluydu ve gülümsüyordu. Tabii ki mürtedlerin çoğu Ebu Zekeriya’dan daha iyi bir kader yaşadı, başka bir konumda oldu (Müsebbihi, 221), devlet ve halktan eziyet görmedi ve canları emniyette kaldı.

Hıristiyanlığa geri dönme macerası el-Hakim’in ölümünden sonra iş başına Zahir’in gelmesiyle (hicri 411-427) hız kazandı. Kısıtlamaların birçoğu lağvedildi ve Hıristiyanlara yıkılmış kiliselerini yeniden yapma izni verildi, vakıfları iade edildi (Antaki, 374-375).

Sonuç: Müslümanlık

İslam’dan çıkma olayı sırasında bütün yeni Müslümanlar Hıristiyanlık dinine geri döndüler. Bunlar bazıları yeni dinde kalmayı tercih etti. Ama İslam toplumu tarafından gerçek Müslüman olarak kabul edilmediler. Bu, onları ifade etmek üzere kullanılan ünvandan, yani “el-müslimani” tabirinden anlaşılmaktadır (bazı örnekler için bkz: Müsebbihi, 215, 232). Biraz hakaretamiz bir anlamı olan bu kelimeyi “müslümanımsı” şeklinde tercüme etmek mümkündür. Elbette bu tabir, özellikle de onun çoğul şekli, yani “el-mesalime” sonraları ve Memlükler zamanında oldukça yaygınlık kazandı (örnek olarak bkz: Neviri, 32/229, 213; Makrizi, Hitat, 4/566; Süluk, 2/173). Görünüşe bakılırsa bu kelimenin Kıptiler için kullanımı hicri birinci yüzyıla kadar gitmektedir. “Mesalime” kelimesi ilk olarak, Makrizi’nin “Zikru Ahlaki Ehli Mısr ve Tabaihim ve Emzicetihim” başlığı altında rivayet ettiği Muaviye’nin bir cümlesinde bulunabilir: “Muaviye b. Ebi Süfyan dedi ki: Mısır ahalisini üç sınıf olarak görüyorum: Biri insanlar, diğeri insana benzeyen insanlar, öteki insan olmayanlar. İnsan olanların bir bölümü Araplardır. İnsana benzeyenler mevalidir. İnsan olmayanlar ise mesalimedir, yani Kıptiler.” (Makrizi, Hitat, 1/132). Bu rivayet, bir kesim Müslümanların Kıptilere nasıl baktığını ve bu kelimeye yüklenen hakaretamiz manayı göstermektedir. Her halükarda kelimenin İslam’a giren ve Müslümanlar zümresinden sayılan fertlere işaret etmek için üretilmesi, o dönemdeki Müslümanların gözünde bunların “İslam’ı kabul etme”sine kuşkuyla bakıldığını göstermektedir. Gerçekten de onlar zahiren Müslüman, ama iç dünyalarında Hıristiyan idiler.

Her ne kadar Kıptilerin İslam’ı kabul etmeye zorlanması onların toplumsal ve dini hayatlarında bir süreliğine etkili olduysa da ve kendileri için duygusal ve psikolojik bakımdan olumsuz sonuçlar doğurmaktan uzak kalamadıysa da, bu olayın, bazı araştırmacıların (Bolt, 124) orta dönemde İslam’a ilk girişler başlığı altında zikrettiği “İslam toplumunun gelişmesi ve yayılması”nda herhangi bir etkisi olmamıştır. Çünkü bu din değiştirmelerin devamı gelmedi ve el-Hakim’in siyasetinin değişmesiyle dine girenler eski dinlerine geri döndüler.

Netice

el-Hakim Fatımi dönemi boyunca Kıpti Hıristiyanların çoğu, özellikle payitahtta oturanlar İslam’a girdiler. Ama bu din değiştirme dış görünüşten öteye geçmedi. Hıristiyan elitlere yönelik işkence ve öldürmeler, Kıptilerin dini müesseselerinin birçoğunun yokedilmesi, sınırlamalar getiren ve tahkir eden birtakım kararların uygulanmasıyla eşzamanlı olarak bazı siyasi baskılar ve toplumsal kısıtlamaların ardından çoğu Kıpti, bu baskılardan ve kısıtlamalardan kurtulmak, konum ve servetlerini korumak, ama hepsinden de önemlisi ölüm tehlikesinden emin olabilmek için mecburen İslam’ı kabul etme dayatmasına teslim oldu. Fakat bunların İslam’ı kabul etme süreci tamamlanmadı. Çünkü yeni dindarların üzerindeki baskının kalkmasından sonra bunların çoğunluğu Müslümanlıktan vazgeçti ve Hıristiyanlığa geri döndü. Bu sebeple bu dönemde din değiştirme sürecinin eksik kaldığı ve tamamlanmamış olduğu, İslam’ın Mısır’da yayılması sürecinde herhangi bir payı bulunmadığı sonucuna varılabilir. 

Kaynaklar

İbn Eybek Devadari, Ebubekir b. Abdillah, el-Dürrü’l-Mudiyye fi Ahbari’d-Devleti’l-Fatımiyye (min kenzi’d-dürer ve camii’l-gurer), c. 6, Selahaddin Müncid’in editörlüğünde, Matbaa Lecneti’t-Te’lif ve’t-Terceme ve’n-Neşr, Kahire, 1971.

İbn Esir, el-Kamil fi’t-Tarih, Daru Sadır-Dar Beyrut, 1965.

İbn Hammad Senhaci, Ebu Abdullah Muhammed, Tarih-i Fatimiyan (Ahbaru Müluki Beni Ubeyd ve Siretuhum), Huccetullah Cudeki’nin tercümesi, Emir Kebir, Tahran, 2000.

İbn Said el-Endülüsi, el-Nücumu’z-Zahire fi Halli Hadrati’l-Kahire, el-Kasemu’l-Has bi’l-Kahire, min kitab el-Mağrib fi Halli’l-Muğarreb, Hüseyin Nasar’ın editörlüğünde, Matbaa Daru’l-Kitab, Kahire, 1970.

İbn İbri, Tarihu Muhtasar el-Düvel, Abdulmuhammed Ayeti’nin tercümesi. Tahran, İlmi ve Ferhengi, 1999.

İbn Mukaffa, Savirus, Siyeru’l-Beye’a el-Mukaddise olarak ün yapmış Tarihu’l-Betarike el-Kenise el-Mısriyye, cilt 2, bölüm 2 (miladi 880-1066), Aziz Suriyal Atıyye ve diğerlerinin editörlüğünde, Cem’iyetu’l-Asar el-Kıbtiyan, Kahire, 1938.

Ebu Salih Ermeni, Tarihu’l-Kenais ve Edire, B. Otis, Oxford, 1894.

Antaki, Yahya b. Said, Sılatu Tarihi Evtiha olarak ün yapmış Tarihu’l-Antaki, Ömer Abdüsselam Tedmuri’nin editörlüğünde, Grouse Bruce, Trablus, 1990.

Bolt, Richard, Gereviş be İslam der Kurun-i Miyane, Muhammed Hüseyin Vakar’ın tercümesi, Neşr-i Tarih-i İran, Tahran, 1986.

Zeydan, Corci, Tarih-i Temeddun-i İslam, Ali Cevahir Kelam’ın tercümesi, Emir Kebir, Tehran, 2006.

İzzeti, Ebulfazl, Dibaçei be Tarih ve Felsefe-i Neşr-i İslam, Daru’t-Tebliğ-i İslami, Kum, tarihsiz.

Makrizi, Takiyuddin Ahmed b. Ali, el-Mevaiz ve’l-İ’tibar fi Zikri’l-Hitat ve’l-Asar, 4. cilt, Eymen Fuad Seyyid’in editörlüğünde, Müessese el-Furkan li’t-Turas el-İslami, Londra, 2002-2004.

______ İttiaz el-Hunefa bi-Ahbari’l-Eimme el-Fatımiyyin el-Hulefa, ikinci cilt, Muhammed Hilmi Muhammed Ahmed’in editörlüğünde, Lecne İhya el-Turasi’l-İslami, Kahire, 1967-1973.

______ Kitabu’s-Süluk li-Ma’rife Düveli’l-Müluk, c. 2, Muhammed Mustafa Ziyade’nin editörlügünde, Lecne el-Te’lif ve’t-Terceme ve’n-Neşr, Kahire, 1934.

Müsebbihi, Muhammed b. Ubeydullah, Ahbaru Mısr fi Sittin, 414-415 hicri, William C. Millard, el-Hey’et el-Mısriyye el-Amme lil-Kitab, Kahire, 1980.

Neviyri, Şihabuddin Muhammed b. Abdulvahhab, Nihayetu’l-Ereb fi Fünuni’l-Edeb, c. 28, Muhammed Muhammed Emin, c. 32, Fehim Muhammed Alevi Şeltut’un editörlüğünde, Daru’l-Kitab ve’l-Vesaik el-Kavmiyye, Kahire, 2007.

Gellens, Sam I., “Egypt, Islamization of”, The Coptic Encyclopedia, ed: A. S. Atiya, MacMillan, New York, 1991, v. 3, pp. 936-941.

Humphreys, Stephen R, Islamic History: A Framework for Inquiry Princeton University Press, Princeton, 1991.

Rambo, Lewis R., “Theories of Conversion: Understanding and Interpreting Religious Change”, Social Compass 69(3), 1999, pp. 259-271.

______ “Conversion”, Encyclopedia of Religion, First Edition, ed. Mircea Eliade, MacMillan, New York, 1978, v. 4, pp. 73-79.

______ Understanding Religious Conversion, New Haven, Conn. 1993.

Peygamber ve Ehlibeyt’in Siyresinde İbadet Eğitimi

Dr. Muhammed Davudi

Giriş

Önceki kısımda Peygamber’in (s.a.a) ve Ehl-i Beyt’in (a.s) siyerinde inanç eğitiminden bahsettik. İnanç eğitiminin semeresi Allah’a, Resulullah’a, Onun haleflerine ve meada imandır. Ancak kitabın mukaddimesinde de söylediğimiz gibi inanç ve iman sadece dinin bir parçasıdır. Bunun için dinî eğitimde sadece bununla yetinemeyiz.

İslami metinlere bakıldığında iman goncasının gelişen, meyve veren mübarek bir gonca olduğu, müminin ve İslami toplumun da bu meyveden yararlandığı görülmektedir. Rivayetlere göre imanın semeresi salih ameldir:

“İman, insanı iyi işlere yönlendirir.” 

Birçok rivayette imanın amel ile birlikte olması gerektiği, amelsiz imanın anlamının olmadığı konusuna değinilmiştir:

“İman, iddia etmekle ve istemekle değildir. İman kalpte halis bulunan, amel ve davranışla da tasdiklenen bir şeydir.”

İnsanın davranışında ve sözünde tesir bırakmayan ve salih ameli işlemesini sağlamayan iman ya tesir edemeyecek kadar zayıftır ya da ortada bir iman yoktur.

Bu sebeple Peygamber (s.a.a) şöyle buyurmuştur:

“Amelsiz iman kabul edilmez.”

İmansız amel de kabul edilmemektedir. İmam Ali (a.s) şöyle buyuruyor:

“Eğer iman sadece sözle olsaydı (Allah) namazı, orucu, helali ve haramı kararlaştırmazdı.”

İmam Sadık (a.s) da bu konuda şöyle buyuruyor:

“İmanın sadece sözle olduğunu, amelin etkisi olmadığını söyleyen kimse mel’undur.”

Rivayetlerden anlaşılana göre gerçek iman kendiliğinden kişinin davranışlarına tesir etmekte ve onu iyi amele yönlendirmektedir. Ancak bu irtibat tek taraflı değildir. İman salih ameli peşinden getirmekte, salih amel de imanı gerektirmekte ve takviye etmektedir. Emiru’l-Muminin (a.s) şöyle buyuruyor:

“İman, salih amele yönlendirir ve salih amel imana.”

Allah da Kuran-ı Kerim’de şöyle buyuruyor:

“Kendilerine Onun ayetleri okunduğunda bu onların imanlarını artırır.”

Yani iman salih ameli gerektir, salih amel de imanın semeresidir ve aynı zamanda salih amel imanı gerektirmekte ve takviye etmektedir.

Şimdi “salih amel”den kastın ne olduğunu görelim. Rivayetlere bakıldığında salih amelden kastın Allah’ın emirlerine uymak olduğu görülmektedir. İmam Sadık’ın (a.s) bir rivayetinde şöyle geçmektedir:

“Kim Allah’ın emirlerine uyarsa mümindir.”

İmam Hasan Askerî’ye (a.s) nispet edilen tefsirde de salih amel, vaciplerin yerine getirilmesi ve haramlardan uzak durmak olarak tefsir edilmiştir.

Allah’ın emirlerine uymak, vacipleri yapmak ve haramları bırakmak, nitekim daha sonra ayrıntılı olarak işleyeceğiz, Allah’a kulluk ve ibadetten başka bir şey değildir; elbette amelen kulluk ve ibadet. Dinî eğitimde de beğenilen, amel babında kişinin Allah’a kulluğa layık şekilde davranmasıdır.

Söylediklerimizle şunlar ortaya çıktı: 1- İman ağacının semeresi salih ameldir ve meyvesi salih amel olmayan imanın bir değeri yoktur. 2- İman ve salih amelin irtibatı iki taraflıdır. Salih amel imanın semeresi ve neticesidir, iman da salih amelle gelişir ve kuvvetlenir. 3- Salih amel, Allah’ın emirlerine itaattir, Allah’ın emirlerine itaat de Ona ibadettir.

Buna göre ibadet eğitiminin incelenmesinin birkaç açıdan zaruri olduğunu söyleyebiliriz:

1- İbadetler İslam dininin bir bölümüdür ve ibadet eğitimi olmadan dinî eğitim eksik kalacaktır.

2- İbadetler imanı geliştirir ve kuvvetlendirir. Başka bir deyişle iman ve inançların tamamlayıcısıdırlar. Bu sebeple ibadet eğitimi gerçekte inanç eğitiminin devamı ve tamamlayıcısıdır.

3- İnanç eğitiminin ibadete ve ibadet eğitimine teveccüh edilmediğinde bir değeri yoktur, aynı meyve ağacının meyve vermediğinde bir değerinin olmadığı gibi.

Şimdi ortaya çıkan soru şudur: İbadet nedir?

İbadetin tanımı

İbadet, “abede”den türemiştir ve mütevazı itaat anlamındadır. Her tür itaat ve takip ibadet değildir, sadece tevazu ve teslimiyetle birlikte olan itaat ve takip ibadettir. Bu esasa göre Allah’ın emirlerine tevazu ve teslimiyetle itaat etmek ve uymak niyetiyle yapılan her şey ibadettir. Eğer bir kimse ilahi rızayı elde etmek ve Onun emirlerini yerine getirmek için ilim tahsiliyle uğraşırsa, yemek yerse, yolculuk ederse veya başka herhangi bir şeyi yaparsa bunların hepsi ibadettir. Zira Allah’a itaat ve uyma sayılırlar.

İbadet başka bir anlamda da kullanılmaktadır. Bu anlamıyla ibadet, Allah’a itaat ve uyma kastıyla yapılan her tür işi kapsamamaktadır. Sadece kendi başına kulluğu anlatan işleri kapsamaktadır. Başka bir deyişle, ikinci anlamda ibadet sayılan işler, insanın Allah’ın kulu olması açısından yaptığı işlerdir. Gerçekte bu fiiller, “kulluğun izharı ve Allah karşısında tevazu ve teslimiyetin doruğunda, Allah’a yakınlaşma kastıyla yapılanlardır.”

Bu şekilde ibadet, amellerden ve davranışlardan oluşan geniş bir alanı kapsamaktadır. Yeme ve içmeden tutun; namaz, dua ve zikire kadar bu amellerden her biri Allah’a itaat kastıyla yapılırlarsa ibadettirler. Bu yüzden rivayetlerde şöyle geçer:

“Müminin uykusu ibadettir.”

Tabi bu, tüm amellerin eşit değere sahip olduğu anlamında değildir. Aksine bu ameller birkaç açıdan birbirlerinden farklıdır: 1- İbadet olması açısından. Örneğin yeme, içme ve uyuma, Allah’a itaat kastıyla yapıldığında ibadet olsalar da, ibadet olma ölçüleri namaz, zikir ve duayla kıyas kabul etmez. Yeme ve içme “Allah’a itaat kastıyla” ibadet rengine bürünmüşlerdir ama namaz, oruç, dua, zikir ve (ikinci anlamıyla ibadetlerin) benzerleri kulluğun bizzat kendisidir. 2- İkinci anlamıyla ibadet amelleri –birinci anlamıyla ibadetlere kıyasla- imanla daha güçlü ve daha yakın bir irtibata sahiptirler. İman ilk sırada Allah’a ibadeti ve kulluğun izharını gerektirmektedir. Sonraki merhalede kişinin gündelik amellerini de Allah’a itaat kastıyla yerine getirmesini gerektirmektedir. Bu yüzden cennetlikler, Allah’ın azametini müşahede ettiklerinde secdeye kapanıyorlar ve Allah şöyle buyuruyor:

“De ki: “İster ona inanın, ister inanmayın; O, daha önce kendilerine ilim verilenlere okunduğu zaman çeneleri üstüne kapanarak secde ederler.”

3- İkinci anlamıyla ibadetlerin –ilk manasıyla ibadetlere kıyasla- insanın Allah’a yakınlaşmasında ve imanının gelişip kuvvetlenmesinde daha fazla tesiri vardır. Bu yüzden rivayetlerde namaz hakkında şöyle söylenmiştir:

“Namaz, tüm sakınanların Allah’a yakınlaşma vesilesidir.”

“Namaz, insanın Allah’a doğru yükselme vesilesidir.”

Veya Kuran hakkında şöyle söylenmiştir:

“Oku ve yüksel.”

Yani Kuran tilaveti, insanın imanının artmasını sağlar.

4- İkinci anlamıyla ibadetler, ilk anlamıyla ibadetler ve iman arasındaki vasıtadır. İmanı olan ve ikinci anlamıyla ibadetleri yapan bir insan, diğer amellerini ve davranışlarını da Allah’a itaat amacıyla yapma ortamına kavuşur. Bu yüzden içinde kişinin tüm amellerini ve davranışlarını Allah’ın emirlerine itaat kastıyla yapmasını barındıran kulluğun bu merhalesi, imanın yüce merhalelerinden sayılmaktadır ve herkes buna ulaşamamaktadır. Hz. Ali (a.s) şöyle buyuruyor:

“Allah’ın sevdiğini sevme, Allah’ın düşmanına düşman olma merhalesine ulaşmadığı müddetçe kulun imanı kâmil değildir.”

Sözün özeti, ibadet iki anlamda kullanılır: İlk anlamıyla ibadet, insanın Allah’ın emrine itaat kastıyla yaptığı tüm işlerdir. İkinci anlamıyla ibadet ise sadece kulluğun izharı için yapılanları kapsamaktadır; namaz ve oruç gibi. İbadetlerin arasında ikinci anlamıyla ibadetin, imanla daha güçlü bir bağı vardır. İnsanın Allah’a yakınlaşması ve imanının kuvvetlenmesi üzerinde de daha fazla tesir bırakır. İbadet kelimesinin geniş anlamıyla tahakkuku –yani tüm işlerin Allah’ın rızasını kazanmak kastıyla yapılması- için de ortam hazırlar. Bu yüzden inanç eğitiminden sonra –ikinci anlamıyla- ibadet eğitiminin, İslami eğitimin diğer bölümlerinden önce tutularak işlenmesi zaruridir.

Bu kitapta “ibadet” denildiğinde kastedilen ikinci anlamdır. “İbadet eğitimi” denildiğinde kastedilen de –ikinci anlamıyla- ibadetlerin öğrencilere öğretimi ve onların ibadetleri yapmaya bağlılıklarını sağlamaktır.

En önemli ibadetler şunlardır: Namaz, oruç, humus, zekât, sadaka (malî ibadetler), Hac, zikir, dua ve Kuran tilaveti. Bu kısımda Peygamber (s.a.a) ve Ehl-i Beyt’in (a.s) eğitimsel siyerinde bu konuların eğitim ve öğretimini işleyeceğiz. Ancak humus, zekât, sadaka ve Hac gibi bazı ibadetlerde Masumların (a.s) eğitimsel siyerinde bulunan bir siyere ulaşamadığımız için bu ibadetler arasında sadece namaz, oruç, Kuran, zikir ve duayı işleyeceğiz. Hedefimiz şudur: Masumların (a.s) siyerinde Kuran öğretiminin konumu nedir? Kuran’ı nasıl öğretiyorlardı? Başkalarını nasıl Kuran tilavetine bağlıyorlardı? Namazı nasıl öğretiyorlardı? Namaz öğretimine kaç yaşında başlıyorlardı? Namaz öğretiminde yöntemleri neydi? Başkalarını nasıl namaz kılmaya bağlıyorlardı? Oruç tutmayı başkalarına nasıl öğretiyorlardı? Oruç tutma öğretimini kaç yaşında başlatıyorlardı? Zikir ve duanın onların eğitimsel siyerindeki konumu nedir? Zikir ve duayı nasıl öğretiyorlardı? Ve bu tür meseleler.

Bu kısmın konuları dört bölümde sunulacaktır: 1- Peygamber (s.a.a) ve Ehl-i Beyt’in (a.s) siyerinde Kuran öğretimi. 2- Namaz öğretimi. 3- Oruç tutma öğretimi. 4- Zikir ve dua öğretimi.

Namaz ve oruçla ilgili konuların birçoğu Peygamber (s.a.a) ve Ehl-i Beyti’nin (a.s) siyerinde yoktur, konuşmalarında anlatılmıştır. Bu yüzden bu konuları “Namaz öğretimi programı” ve “Oruç öğretimi programı” başlıkları altında, bu kısma ek unvanıyla işleyeceğiz.

Birinci Bölüm

Masumların (a.s) Siyerinde Kuran Öğretimi

Kuran, İslam’ın ilahi kitabı unvanıyla yüce bir konuma sahiptir. Zira en önemli İslam ilimleri ondadır ve bu sebeple diğer İslami kaynaklarla kıyaslandığında daha üstün bir konumdadır. Diğer bir deyişle, insanın hidayeti için zaruri olan her şey bu kitapta vardır:

“Şüphesiz ki bu Kur’an, en sağlam yola hidayet eder.”

Bu sebeple Masumlar (a.s) Kuran öğretimine özel olarak özen gösteriyorlardı. Bu bölümde Masumların (a.s) siyerini bu alanda inceleyeceğiz. Bu araştırmanın hedefi, Onların Kuran öğretiminde kullandıkları noktalara ulaşabilmektir. Bu bölümün konularını aşağıdaki başlıklar altında sunacağız:

1- Halkın geneline Kuran öğretimi. 2- Çocuklara Kuran öğretimi. 3- Dersin ilk maddesi Kuran. 4- Çocukları Kuran tilavetine alıştırmak.

1- Halkın geneline Kuran öğretimi

Masumlar (a.s) Müslümanlara, özellikle de gençlere ve ergenlere Kuran öğretimine önem veriyorlardı. Örnek olarak Emiru’l-Muminin’in (a.s) siyerini burada naklediyoruz. İmam Bâkır (a.s) şöyle buyuruyor:

“Emiru’l-Muminin (a.s) sabah namazını kıldıktan sonra güneş doğana kadar namaz takibatını yapıyordu. Güneş doğarken yoksullar ve diğer halk Onun etrafında toplanıyordu ve İmam (a.s) onlara fıkıh ve Kuran öğretiyordu.”

2- Çocuklara Kuran öğretimi

Masumlar (a.s) çocuklara Kuran okumayı öğretiyorlardı. Şöyle nakledilmiştir:

“Abdurrahman bin Sülemî, İmam Hüseyin’in (a.s) evladına Fatiha suresini öğretti. İmamın evladı, Fatiha suresini İmam’a okuduğunda, İmam, Abdurrahman’a bin dinar, bin elbise hediye etti ve ağzını inciyle doldurdu.”

Bu siyer açıkça İmam’ın (a.s), evlatlarına Kuran öğretimine gösterdiği özene işaret etmektedir. Emiru’l-Muminin’in (a.s) İmam Hasan’a (a.s) mektubundan da Onun İmam Hasan’a (a.s) Kuran’ı çocukluğunda öğrettiği anlaşılmaktadır. O mektupta şunları okuyoruz:

“Senin öğretimini Allah’ın kitabıyla, onun tefsiriyle ve İslam şeriatıyla, ahkâmıyla, helali ve haramıyla başlattım.”

Masumlar (a.s), ebeveynlere de çocuklarına Kuran öğretmelerini tavsiye ediyorlardı. Peygamber’den (s.a.a) ulaşan bir rivayette şöyle geçiyor:

“Çocuğuna Kuran öğreten kimse, on bin kere Haccetmiş gibidir.” 

3- İlk ders maddesi, Kuran öğretimi

Emiru’l-Muminin’in (a.s) İmam Hasan’a (a.s) mektubunda söylediği, kendisinin ilk adımda Kuran’ı ve dinî hükümleri İmam Hasan’a (a.s) öğrettiğidir. Bu mektupta şöyle geçmektedir:

“Oğlunun işlerine bakan şefkatli bir baba gibi senin işlerine baktım. Öğretmen ve amel etmen için senin için edepten bir şeyler biriktirdim. Çünkü sen henüz ömrünün baharındasın ve önünde uzun bir yol var, iyi niyetli, temiz, pak bir ruha sahipsin. Her şeyden önce sana ilk olarak üstün ve yüce olan Allah’ın kitabını tefsir ve tevili ile İslam’ın şeriat ve ahkâmını, helal ve haramı ile öğretmeyi kararlaştırdım. Başka şeylerle ilgilenmedim.”

4- Çocuğu Kuran okumaya alıştırmak

Masumlar (a.s) sadece çocuklara Kuran öğretmeyle yetinmiyorlardı. Ayrıca çocukları Kuran’la aşina olmaları ve alışmaları için Kuran okumaya zorluyorlardı. İmam Sadık (a.s) şöyle buyuruyor:

“Babam bizi bir araya topluyordu ve güneş doğana kadar zikir söylememizi emrediyordu. Okuyabilenlerin Kuran okumasını, okuyamayanların zikir söylemesini emrediyordu.” 

Elbette Kuran okumak çocuklara mahsus değildir. Rivayetlerde yetişkinlere de Kuran okumaları tavsiye edilmiştir. İmam Sadık’tan (a.s) şöyle rivayet edilmiştir:

“Kuran okumak üzerinizedir ki Cennet’in dereceleri Kuran ayetleri sayısıncadır. Kıyamet koptuğunda Kuran kârisine şöyle denir: Oku ve yukarı çık. O, her bir ayeti okudukça bir derece yukarı çıkar.”

Peygamber’in (s.a.a) şöyle buyurduğu rivayet edilmiştir:

“Evlerinizi Kuran tilavetiyle aydınlatın… Ne zaman bir evde Kuran çokça tilavet edilirse hayrı çok olur, ev halkı bundan faydalanır ve bu ev gök ehline parlar, yıldızların yeryüzündekilere parladığı gibi.”

Masumlar (a.s) çocukları Kuran okumaya alıştırmaya özen gösteriyorlar ama onlara bu konuda zorluk çıkarmıyorlardı ve çocukların Kuran kıraati usullerinin bazılarına uymamalarına izin veriyorlardı. Örneğin Kuran okumak isteyen çocuklara abdest almalarını zorunlu şart unvanıyla sunmuyorlardı.

“Oğlu İsmail, İmam Sadık’ın (a.s) yanındaydı. İmam ona şöyle dedi: “Oğlum! Kuran oku.” İsmail “Abdestim yok” dedi. İmam şöyle buyurdu: “(Kuran oku ama) Yazılarına el sürme, kenarlarından tut.”

Şimdi şu sorular gündeme gelmektedir: Evvela neden Masumlar (a.s) çocukluk döneminde Kuran öğretimi üzerinde duruyorlardı? İkincisi neden Kuran ilk ders maddesi olarak öğretiyorlardı? Üçüncüsü neden Kuran tilaveti üzerinde ısrar ediyorlardı? Ve acaba bunda özel eğitimsel mülahazalar gözetilmiş midir?

İlk soru hakkında öncelikle iki konuya değinilmelidir:

1- İnsan çocukluk ve ergenlik döneminde hem konuları daha kolay öğrenir ve hem de öğrendikleri daha kalıcı ve daha sağlamdır. Peygamber’den (s.a.a) bir rivayette şöyle geçer:

“Gençlikte öğrenenin öğrendikleri taşa işlenmiş gibidir. Yetişkinlikte öğrenenin öğrendikleri ise su üstüne yazılmış gibidir.”

2- Kuran öğretiminin hedefi sadece Kuran okunması değildir. Kuran okumak, Kuran öğretileri ve ilimleriyle aşina olmak ve bu öğretilere göre amel etmek için bir mukaddimedir. Daha açık bir ifadeyle Kuran öğretiminin hedefi, kişinin şahsiyetinin Kuranî olması, amellerinin, davranışlarının ve sözlerinin Kuran ölçüleriyle uyumlu olmasıdır. Diğer taraftan insan, yaşamının başlarında fazlasıyla tesire açık olma yeteneğine sahiptir ve bu yetenek ömrün artmasıyla paralel şekilde, artık az ve önemsiz derecesine gelene dek azalmaktadır. Bu yüzden İmam Ehvel’e şöyle buyuruyor:

“Gençlere yönel çünkü onlar (yetişkinlerden) daha hızlı iyiliklere yönelirler.” 

Çocuklukta Kuran öğretiminin masrafı daha az, geri dönüşü daha fazladır. Kuran’ın öğretimi hedefiyle de daha uyumludur.

İkinci soru olan, Masumların (a.s) neden Kuran’ı ilk ders maddesi olarak belirledikleriyle ilgili şu konuya değinmeliyiz: İnsanın tesire açık olma kapasitesi, ruhsal yapısının ve şahsiyetinin şekillenmesi, yaşın ilerlemesiyle azalmaktadır ve yaşlanınca minimum düzeye inmektedir. Eğitimcilerin tecrübeleri de bu iddiayı desteklemektedir.

“İsmail bin AbdulHalık şöyle diyor: İmam Sadık (a.s) Ehvel’e şöyle buyurdu: “Basra’ya gittin mi?” Ehvel “Evet” dedi. İmam buyurdu: “Halkın bu konuyu (imameti) karşılamaları ve kabulleri sence nasıldı?” Ehvel dedi ki: “Vallahi azdı, ilgilendiler ama oldukça az.” İmam şöyle buyurdu: “Gençlerle ilgilen çünkü onlar başkalarından daha çabuk iyiliklere yönelirler.” 

Bu siyerden, Ehvel’in Şia mektebinin mübelliğlerinden biri olduğu, Basra halkını davetinin de başarısız olduğu anlaşılmaktadır. İmam ona gençlerle ilgilenmesini tavsiye etmektedir. Bu tavsiyenin sırrının da onların yetişkinlerden daha hızlı şekilde hakkı kabul etmeleri olduğunu bildirmiştir. Çünkü henüz gençlerin içyapıları ve şahsiyetleri tamamen şekillenmemiştir. Bu yüzden de yeni yapıları daha hızlı ve daha kolay kabul etmektedirler. Emiru’l-Muminin’in (a.s) İmam Hasan’a (a.s) mektubunda şöyle okuyoruz:

“Gencin kalbi ekilmemiş tarlaya benzer, oraya ne eksen tutar, yeşerir. Kalbin katılaşmadan, öğütleri reddetmeden ve aklın başka şeylere yönelmeden sana edepten bir şeyler öğretmek istedim.”

Bu anlatımda İmam, insanın tesire açık olma kapasitesini tarlaya benzetiyor. Bir şey ekilmemiş tarlaya hangi tohum ekilirse ekilsin kabul eder ve geliştirir. Ancak ekilmiş tarla yeni bir tohumu kabul etmez ve olması gerektiği gibi geliştirmez.

Başka bir rivayette İmam Sadık (a.s) Şialara, karşıtları kendi düşüncelerini zerk etmeden önce, olabildiğince erken evlatlarının öğretimiyle ilgilenmelerini tavsiye ediyor:

“Mürcie’den önce gençlerinize hadis öğretiniz.” 

Eğer taze fidanlarımızın şahsiyetlerinin Kuran esasına göre kolayca şekil almasını istiyorsak Kuran’ın ilk ders maddesi olarak onlara öğretilmesi lazımdır.

Üçüncü sorunun cevabında –Kuran okuma alışkanlığının oluşturulması- sadece üç konuya değineceğiz:

1- Kuran’ın öğrenilmesi tekrarı gerektirir. Bir kez okumayla öğrenme gerçekleşmez.

2- Kuran’la beşerin yazdığı kitaplar arasında fark vardır. Sıradan kitapları bir kez okumayla tüm konusunu anlamak mümkün olabilir ama Kuran “zahiri ve batını olan bir kitaptır. Zahiri hüküm ve emir, batını ilim ve marifettir. Zahiri güzel, batını derindir… Harikaları sayılamaz ve ilginçlikleri eskimez. Hidayet meşaleleri ve hikmet alametleri ondadır.” 

Bununla beraber Kuran’ın anlaşılması, okunmasını ve tekrarlanmasını gerektirir. Bu yüzden birçok rivayetlerde Müslümanlara Kuran tilaveti tavsiye edilmiştir. Peygamber (s.a.a) Kesir’e şöyle buyuruyor:

“Evladım! Kuran kıraatinden gaflet etme. Çünkü Kuran kalbi canlandırır ve kötülüklerden ve pisliklerden alıkoyar.”

3- İnsanın şahsiyetinin şekil almasında Kuran’ın tesiri, sürekli okunması şartına bağlıdır. Zira insanın şahsiyetinin şekil alması zamanla gerçekleşir.

Yukarıdaki üç konuya teveccühle, Kuran’ın sürekli okunması, Kuran öğretiminin hedefine ulaşmak için zaruridir.

Özet

Söylediklerimizle şunlar açıklığa kavuştu:

1- Peygamber (s.a.a) ve Ehl-i Beyt (a.s) Kuran öğretiminin üzerinde duruyorlardı.

2- Kuran’ı ilk ve en önemli ders maddesi unvanıyla çocuklara ve yetişkinlere öğretiyorlardı.

3- Buna ilaveten çocuklara düzenli olarak Kuran tilavetiyle meşgul olmalarını öğretiyorlardı.

İkinci bölüm

Masumların (a.s) Siyerinde Namaz Öğretimi

Namaz, İslam’ın üzerinde oldukça durulan rükünlerinden biridir. Öyle ki dinin direği ve İslam’ın başı sayılmıştır. Bu yüzden Masumların (a.s) siyerinde de bunun öğretimine fazlasıyla özen gösterilmiştir. Bu bölümde Masumların (a.s) eğitimsel siyerlerinde namaz öğretimini inceleyeceğiz. Bu araştırmada onların namaz öğretiminde kullandıkları noktaları keşfetme peşindeyiz.

Bu bölümün konuları şu başlıklar altında sunulacaktır: 1- Namaz öğretimi yöntemi. 2- Hataların uyarılarak düzeltilmesi. 3- Ebeveynlerin, evlatlarına namazı öğretmekle vazifelendirilmesi. 4- Tüm halkın cemaat namazlarına katılması için ortam hazırlanması. 5- Müstehapların öğretimine özen göstermek. 6- Müstehaplarda aşırılığın önlenmesi. 7- Namaz öğretiminin yaşı. 8- Çocukların namazlarında kolaylık.

Son iki başlık çocuklara namaz öğretimiyle ilgilidir. Bu sebeple onları, “Çocuklara namaz öğretimi niteliği” başlığı altında işleyeceğiz.

1- Namaz öğretimi yöntemi

Namaz, çeşitli boyutları olan bir ibadettir. Namazda hem zikir vardır, hem kıraat ve hem de amel. Bu yüzden öğretimi için de özel bir yönteme ihtiyaç vardır. Masumların (a.s) siyerinde namaz öğretimi için kullanılan esas yöntem, amelî yöntemdir. Şu anlamda ki namaz kılma şeklini sözlü olarak açıklamak ve anlatmak yerine, muhatabın önünde yapıyorlar ve onların da kendi kıldıkları şekilde namazlarını kılmalarını istiyorlardı. Peygamber’in (s.a.a) namaz öğretimi hakkında şöyle buyurduğu rivayet edilmiştir:

“Benim nasıl namaz kıldığımı gördüyseniz öyle namaz kılın.”

Bu yöntemin, sözlü anlatım yöntemine kıyasla daha etkili ve daha az masraflı olduğu anlaşılmaktadır. Zira sözlü anlatımda muhatabın, anlatanın kastını tam anlamıyla anlamaması veya eğitimcinin tam anlamıyla kastını anlatamaması mümkündür. Ancak amelî öğretimde anlaşılamama ölçüsü en alt düzeydedir. İlaveten bu yöntemde muhatap yorulup sıkılmamaktadır.

Elbette Masumların (a.s) siyerinde bu yöntem namaz öğretimine mahsus değildir, Hac ve diğer ibadetlerin öğretiminde de kullanılmıştır. Peygamber (s.a.a) hicretin onuncu yılında Haccetmek kastıyla Mekke’ye müşerref oldu. Bu Hac, “Veda Haccı” olarak meşhur oldu. Bu Hac, Peygamber’in (s.a.a) Müslümanlarla beraber yaptığı ilk Hac olduğundan ve Müslümanlar İslami Haccın nasıl olduğunu bilmediklerinden, onlara Haccın nasıl yapılacağını öğretmesi gerekiyordu. Ancak Peygamber (s.a.a) Haccı öğretmek için ne bir kitapçık bastırdı ne de bir sınıf oluşturdu. Sadece Haccın nasıl yapılacağını benden öğrenin diye bildirdi. Müslümanlar da aynı Peygamber’in (s.a.a) haccettiği gibi yaparak Hac merasimini yerine getirdiler. Veda Haccı’nın yapılış şekliyle ilgili olarak şöyle rivayet edilmiştir:

Peygamber (s.a.a) dört dirhemlik eski ve yıpranmış havutu olan bir deve üzerinde tavaf ederek haccetti ki halk kendisini görebilsin ve şöyle buyurdu: “Hac amellerinizi benden öğrenin.”

Teyemmüm ve sadaka verme hususunda da Peygamber (s.a.a) ve Masumlar (a.s) bu yöntemden istifade etmişlerdir. Rivayette şöyle geçmektedir:

Bir tembel, İmam’a (a.s) teyemmümü sordu. İmam (iki) elini(n içini) halıya vurdu, sonra ikisini yüzüne çekti ve her bir elinin arkasını diğer eliyle meshetti.

Başka bir rivayet de şöyledir:

İmam Sadık (a.s) oğlu Muhammed’e şöyle buyurdu: “O miktardan geriye ne kadar kaldı?” Muhammed “40 dinar” dedi. İmam (a.s) şöyle buyurdu: “Git ve onu sadaka ver.” Muhammed dedi ki: “Ondan daha fazlası bana kalmadı.” İmam (a.s) şöyle buyurdu: “Onu sadaka ver, çünkü Allah onun yerini doldurur.”

2- Hataların uyarılarak düzeltilmesi

İbadetlerin öğretiminde amelî yöntem, diğer yöntemlere kıyasla daha fazla meziyete sahip olsa da, bazı muhatapların yanlış anlaması, eğitimcinin bazı amellerini yanlışlıkla o amelin müstehaplarından sanması veya ibadetlerin bazı cüzlerini yapma şeklinde hata etmesi mümkündür. Ayrıca özel durumlara mahsus ibadetlerin bazı özelliklerinden bahsedilmemesi de mümkündür.

Bu eksikliğin telafisi için Masumlar (a.s) bir kişinin namaz kılışında hata yaptığını gördüklerinde onu uyarıyor ve doğru yapılışını anlatıyorlardı. Gereken durumlarda da söylenmemiş ayrıntıları anlatıyorlardı. Örnek olarak bu siyerlerden birkaç örneğe teveccüh ediniz:

Ebu Abdullah Eş’arî şöyle diyor: Peygamber (s.a.a) ashabıyla namaz kıldı. Sonra ashabından bir gurubun arasına oturdu. Bir adam geldi ve namaz kıldı. Ancak rükûya gitmiyordu ve secdesi yeri gagalamak gibiydi. Peygamber (s.a.a) onu izliyordu. Şöyle buyurdu: “Görüyor musunuz? Eğer bu adam ölürse Muhammed’in dini üzere ölmemiştir. Namazında yeri gagalıyor, aynı karganın kan yemek için yeri gagalaması gibi. Namaz kılan ama rükûya gitmeyen ve secdede yeri gagalayan kimsenin durumu, aç olan ama açlığını gidermek için bir-iki tane hurma yemeyen kimse gibidir. Abdesti tam alın, rükû ve secdeyi tam olarak yerine getirin.”

Bu siyerde Peygamber (s.a.a), namazın doğru olmadığı hakkında ashabını uyarmış ve doğru şeklini anlatmıştır.

Başka bir siyerde de Peygamber (s.a.a), secde izi olması için alnını yaralayan adama itiraz ediyor ve onu bu işten men ediyor:

Peygamber (s.a.a), alnını yaralayan bir adam gördü. Ona şöyle buyurdu: “Allah’la yarışan mağlup olur, Allah’tan uzaklaşmaya çalışanı Allah rüsva eder ve Allah’a hile yapana Allah hile yapar. Neden alnını sakince yere koymuyorsun?!”

Başka bir siyerde İmam Kâzım (a.s), rükûda sırtını düz tutmayan kimseyi uyarıyor ve bundan men ediyor:

Ali bin Ukbe şöyle diyor: İmam Kâzım (a.s) beni Medine’de namaz kılarken gördü. Başım yukardaydı ve sırtım da düz değildi. Yanıma birini yollayarak (böyle) yapma dedi.

Başka bir örnekte de Peygamber (s.a.a), namazında sorun olan bir kimseyi uyarıyor ve ona doğru namaz kılma şeklini öğretiyor:

Refa’e bin Rafî şöyle diyor: Resulullah’la (s.a.a) mescitte oturmuştum. Bir adam gelerek iki rekat namaz kıldı. Sonra geldi ve Peygamber’e (s.a.a) selam verdi. Onun namazını izlemiş olan Peygamber (s.a.a) selamını aldı ve şöyle buyurdu: “Dön ve namazını kıl çünkü (doğru) namaz kılmadın.” Üç veya dört seferden sonra adam: “Kuran’ı sana indirene andolsun uğraştım, çabaladım. Bana öğret ve göster” dedi. Peygamber (s.a.a) buyurdu: “Namaz kılmak istediğinde…”

3- Ebeveynlerin, çocuklarına namazı öğretmekle vazifelendirilmesi

Masumların (a.s) tüm Müslümanlara namaz öğretme imkânları olmadığı için namaz ve diğer ibadetleri öğretmede başka araçlardan da faydalanıyorlardı. Bu araçlardan birisi de ailelere namaz öğretiminde aile reislerinden faydalanmaktı. Şu siyere bakınız:

Malik bin Huveyris diyor ki: Biz aynı yaşta olan birkaç genç, Peygamber’in (s.a.a) yanına gittik ve yirmi gece yanında kaldık. Peygamber (s.a.a) merhametli ve yumuşak huyluydu. Ailelerimizi özlediğimizi anlayınca onları sordu, biz de cevapladık. Şöyle buyurdu: “Ailelerinizin yanına dönün, ailelerinizde namazınızı kılın, onlara da öğretin ve onlara (namazı) emredin.”

4- Tüm halkın cemaat namazına katılması için ortam hazırlanması

Namaz, ibadî bir ameldir ve İslam’da Müslümanlara beş vakit namazı cemaatle kılmaları tavsiye edilmiştir. Masumların (a.s) siyerinde cemaat namazının, herkesin katılabileceği şekilde kılınması üzerinde çok durulmuştur. Bu yüzden (s.a.a) Peygamber (s.a.a) cemaat namazını, muhtasar ve katılanların en zayıfının durumuna uygun şekilde kıldırıyordu ve cemaat namazını uzatmayı men ediyordu.

Bir adam Peygamber’e (s.a.a) şöyle dedi: “Ey Resulullah! Falanca namazı o kadar uzatıyor ki, güçlükle namazı kılıyorum.” Peygamber (s.a.a) o güne dek görülmemiş bir öfkeyle vaazında şöyle buyurdu: “Ey insanlar! Siz artık insanları kaçırıyorsunuz! Kim insanlarla beraber namaz kılarsa muhtasar kılsın. Çünkü aralarında hasta, güçsüz veya bir işi olan kimseler vardır.”

5- Müstehap namazların ve namazın müstehaplarının öğretimine özen gösterilmesi

Masumlar (a.s) vacip namazların öğretimiyle yetinmiyorlardı. Müstehap namazları ve namazın usulünü ve müstehaplarını da yerine getiriyorlardı. Başkalarına da müstehap namazları kılmayı tavsiye ediyorlardı. Zürare şöyle naklediyor:

“Gençliğimde İmam Sadık’ın (a.s) yanına gittim. İmam bana müstehap namazları ve oruçları saydı.”

Hemmad’dan da şöyle nakledilmiştir:

Bir gün İmam Sadık (a.s) bana döndü ve şöyle buyurdu: “Hemmad! Güzel namaz kılabiliyor musun?” Cevabında “Evet, ben Hariz’in yazdığı namaz kitabını ezbere biliyorum” dedim. İmam buyurdu ki: “Kalk ve namaz kıl.” Namaz kıldım, namazdan sonra İmam bana şöyle buyurdu: “Hemmad! Güzel namaz kılamıyorsun! Bir Müslümanın 60-70 yıldan sonra namazını tüm âdâbına ve kurallarına uygun yerine getirememesi oldukça kötüdür.” Hemmad diyor ki: Aşağılık duygusuna kapıldım ve namazı bana öğret, dedim. İmam (a.s) tamamen âdâbına uygun bir namaz kıldı ve buyurdu ki: “Hemmad! Böyle namaz kıl.” 

Bu siyerde İmam’ın (a.s) Hemmad’a doğru namaz kılamadığını söylerken kastı, Hemmad’ın namaz âdâbına tamamen riayet etmemesiydi. Bu siyerden İmam’ın (a.s), 60 yılını İslam’da geçiren Hemmad’dan bu yaşta namazı tüm âdâbına riayet ederek kılmasını beklediği anlaşılmaktadır.

Bununla birlikte Masumlar (a.s) müstehaplarda ifrat etmenin de önüne geçmişlerdir.

6- Müstehaplarda ifratın men edilmesi

İslam kolaylık ve hoşgörü dinidir, bütün durumlarda ifrat ve tefritten uzaktır. Emiru’l-Muminin (a.s) ifrat ve tefriti cehaletin göstergesi sayıyor ve şöyle buyuruyor:

“Cahil ya ifrat eder, aşırıya gider veya tefrit eder, yetersiz kalır.” 

İbadetler hakkında da İslam bu kurala riayet etmekte ve takipçilerini ifrattan sakındırmıştır. Peygamber’in (s.a.a) ashabından biri şöyle diyor:

Peygamber (s.a.a) benim gündüzleri oruç tuttuğumu, geceleri de namaz kıldığımı haber aldı. Ya birini yolladı veya kendisiyle görüştüm. Buyurdu ki: “Ben sana oruç tutup iftar etmemeni ve namaz kılıp uyumamanı mı söyledim? Bazı günler oruç tut ve gecenin bir kısmında ibadet et. Çünkü gözünün senin üzerinde bir hakkı vardır, nefsinin ve ailenin de senin üzerinde bir hakkı vardır.”

7- Masumların (a.s) siyerinde çocuklara ve ergenlere namaz öğretiminin niteliği

Şimdiye kadar söylediklerimiz daha çok yetişkinlere namaz öğretimiyle ilgiliydi. Masumların (a.s) siyerinde çocuklara ve ergenlere namaz ve diğer ibadetlerin öğretilmesiyle ilgili ilginç ve dikkate değer noktalar vardır. Bu bölümde Masumların (a.s) siyerinde çocuklara ve ergenlere namaz öğretimiyle ilgili olan eğitimsel noktalardan ikisini anlatacağız.

1- Çocuklara namazı öğretmeye başlama yaşı

Masumların (a.s) siyerinde çocuklara namaz öğretimine çok özen gösterilmiştir. Masumların (a.s) siyerine göre çocuklara namazı öğretmeye başlama yaşı yedi yaştır. Rivayette şöyle geçer:

İmam Sadık (a.s), dostlarından birine şöyle buyurdu: “Biz çocuklarımızı beş yaşında namaza başlatıyoruz. Siz çocuklarınızı yedi yaşında namaza başlatın.”

2- Çocuklara namazı öğretirken kolaylık sağlama

Masumlar (a.s) çocuklara namaz öğretirken çocukların yeteneklerini ve kapasitelerini de göz önünde bulunduruyorlardı. Bu yüzden çocuklara namazı öğretirken ve namaza alıştırırken onları zorlamıyorlardı ve namazın birçok müstehabına ve âdâbına uymalarını onlardan istemiyorlardı. Birçok rivayette İmamların (a.s) çocuklara öğle ile ikindiyi ve akşam ile yatsıyı birlikte kılmalarını emrettikleri konusuna değinilmiştir. Oysa yetişkinler bu dört namazı dört vakitte kılıyorlardı. Fuzayl bin Yesar şöyle diyor:

Ali bin Hüseyin çocuklara akşam ile yatsıyı birlikte kılmalarını emrederek şöyle buyuruyordu: “Bu, uyumalarından ve yatsı namazlarının kaza olmasından iyidir.”

Yine rivayet edilmiştir ki:

İmam Zeyne’l-Abidin (a.s) yanında olan çocukları öğle ile ikindiyi ve akşam ile yatsıyı bir vakitte kılmaya zorluyordu. Ona itiraz ettiler ve O şöyle buyurdu: “Bu, onlar için daha kolaydır ve daha çok yapmaya can atarlar. Namazı zayi etmezler, uyumazlar (böylece namazları kaza olmaz) ve başka bir işle meşgul olmazlar.”

8- Özet ve sonuç

Söylediklerimizden, Masumların (a.s) namaz öğretimi siyerlerinin aşağıdaki gibi olduğu ortaya çıkmaktadır:

1- Onların namaz öğretimi yöntemleri, amelî yöntemdi. Yani diğerlerinin namaz kılma üslubunu öğrenmeleri için kendileri amelen kılıyorlardı. Ayrıntılar ve kişilerin olası hataları hakkında uygun fırsatlarda uyarıda bulunuyorlardı.

2- Çocuklara namaz öğretiminde, ebeveynleri namaz öğretmekle vazifelendiriyorlardı.

3- Namaz öğretiminde onlara namazın müstehaplarını ve müstehap namazları da öğretiyorlardı ama müstehaplarda ifratın önüne geçiyorlardı.

4- Herkesin katılabilmesi için cemaat namazlarını muhtasar kıldırıyorlardı.

Çocuklara namaz öğretiminde ise siyerleri şöyleydi:

1- Namaz öğretimine çocuklar mükellef olmadan önce, yedi yaşında başlıyorlardı.

2- Zamanla namaz kılma alışkanlığı edinsinler diye namaz kılmada onlara zorluk çıkarmıyorlardı.

Üçüncü bölüm

Zikir ve Dua Öğretimi

İslami metinlerde dua ve zikir üzerinde çok durulmuştur. Allah, Kuran’da şöyle buyuruyor:

De ki: “Sizin duanız olmasaydı, Rabbim size itina gösterir miydi?”

Resulullah (s.a.a) da şöyle buyuruyor:

“Dua ibadetin beynidir.”

Allah, Kuran’da müminleri çokça zikre çağırmaktadır:

“Ey iman edenler! Çokça zikir ile Allah’ı zikredin. Ve O’nu sabah ve akşam tesbih edin.”

Rivayetlerde de Allah’ın zikri üzerinde durulmuştur. Emiru’l-Muminin (a.s), İmam Hasan’a (a.s) Allah’ı anmasını tavsiye ederek şöyle buyuruyor:

“Oğulcuğum! Sana takvayı, Allah’ın emirlerine itaati ve Onu anarak kalbini âbâd etmeni tavsiye ediyorum.”

Masumların (a.s) kendileri de zikreden ve dua eden kimselerdi. Emiru’l-Muminin’in (a.s) ve İmam Seccad’ın (a.s) duaları meşhurdur. Bir rivayette İmam Sadık (a.s) şöyle buyuruyor:

“Emiru’l-Muminin çok dua eden biriydi.”

Yine şöyle rivayet edilmiştir:

“Peygamber (s.a.a) yirmi beş kez istiğfar etmeden –ne kadar kısa da olsa- bir toplantıdan ayrılmıyordu.”

İmam Sadık (a.s) da şöyle buyuruyor:

“Babam çokça zikrediyordu. Onunla yürürken Allah’ı zikrediyordu. Onunla yemek yerken Allah’ı anıyordu. İnsanlarla konuşuyordu ama bu, Onu Allah’ın zikrinden alıkoymuyordu ve dili damağına yapışmış halde “La ilahe illallah” dediğini görüyordum.”

Masumlar (a.s) zikir ve duaya verdikleri önem sebebiyle, bunu başkalarına da öğretiyorlardı. Bu bölümde, kullandıkları noktalara ulaşmak için, zikir ve dua öğretimiyle ilgili siyerlerini inceleyeceğiz. Bu bölümün konuları şu başlıklar altında sunulacaktır: 1- İnsanlara zikir ve duayı tavsiye etmek. 2- Dua ve zikir ehli kimselerin teşvik edilmesi. 3- Diğerlerine bazı duaların ve zikirlerin öğretimi. 4- Çocukları zikir ve duaya alıştırmak.

1- İnsanlara zikir ve duayı tavsiye etmek

Masumlar (a.s) takipçilerine dua ve Allah’ı zikretmeyi tavsiye ediyorlardı. İmam Rıza (a.s), dostlarına şöyle buyuruyordu:

“Enbiyanın silahını kuşanın.” Dediler ki: “Enbiyanın silahı nedir?” İmam buyurdu: “Dua.”

Peygamber’den (s.a.a) de şöyle rivayet edilmiştir:

“Size en iyi ve en yüksek dereceye sahip, Allah katında en temiz olan, sizin için altın ve gümüşten daha iyi olan ve yine düşmanlarınızla savaşıp ölmenizden ve öldürmenizden daha iyi olan amelinizi söyleyeyim mi?” Evet, dediler. Peygamber (s.a.a) buyurdu ki: “Allah Teâla’nın çokça zikri.”

Yine şöyle rivayet edilmiştir:

Peygamber (s.a.a), tarlasına ağaç eken bir adamın yanından geçiyordu. Durdu ve ona şöyle buyurdu: “Seni sürekli olan, daha çabuk ürün veren, meyveleri daha lezzetli ve kalıcı olan ağaçlara yönlendirmemi ister misin?” Adam “Evet, beni yönlendir” dedi. Peygamber (s.a.a) şöyle buyurdu: “Sabah ve akşam Subhanellahi ve’l-hamdulillahi ve la ilahe illallahu vallahu ekber de. Eğer bu zikri söylersen her teşbihe karşılık meyveleri daimi olan çeşitli ağaçlardan on tanesi cennette sana verilecek.”  Adam dedi ki: “Ey Resulullah! Bu tarlayı fakirlere vakfettiğime dair seni şahit tutuyorum.”

2- Zikir ve dua ehli kimselerin teşvik edilmesi

Masumlar (a.s) bazen zikreden ve dua eden kişileri teşvik ediyorlardı. Sekunî şöyle diyor:

Peygamber (s.a.a), namazında Allah’ı anan, yüce bir içerik ve derin ibarelerle Allah’a yakınlaşmaya çalışan bir Arap gördü. Sağlam kelimeleri ve ibarelerinin üslubu, onun bilgisini ve imanının ve kemâlinin derecesini gösteriyordu. Peygamber (s.a.a), namazını tamamladıktan sonra onu alıp kendi yanına getirmesi için birisini belirledi. Arap namazını bitirince Peygamber’İn (s.a.a) yanına geldi. Peygamber (s.a.a) ona bir parça altın hediye etti… Sonra şöyle buyurdu: “Sana bu altını neden hediye ettiğimi anladın mı?” Arap “Akrabalık ve yakınlık sebebiyle” dedi. Peygamber (s.a.a) buyurdu ki: “Yakınlığın bir hakkı vardır ama ben bu altını sana, Allah Teâla’ya güzel hamdettiğin için hediye ettim.”

3- Dua ve zikir öğretimi

Masumlar (a.s) bazı durumlarda kişilere özel bir dua veya zikir öğretiyorlardı ve onlardan yapmalarını istiyorlardı. Örneğin İmam Sadık’ın (a.s) şöyle buyurduğu nakledilmiştir:

Babamın oğullarından birinin (rahatsızlık ve acıdan) şikâyeti vardı. Babam yanına gitti ve şöyle buyurdu: “On defa Ya Allah de. Bir mümin yoktur ki bunu desin ve Allah tebarek ve teâla ona “Lebbeyk ey kulum! Hacetini iste” demesin.”

Yine İmam Rıza’nın (a.s) şöyle buyurduğu nakledilmiştir:

“Şükür secdesinde bu duayı eden kimse, Peygamber’in (s.a.a) yanında Bedir günü savaşmış gibidir.” Dedik ki: “Yazalım mı?” İmam (a.s) “Yazın” buyurdu.

Sonra duayı söyledi ve muhatapları da yazdılar.

4- Çocukları zikir ve duaya alıştırmak

Masumlar (a.s), evlatlarını duaya ve Allah’ı zikretmeye alıştırıyorlardı. İmam Sadık’ın (a.s) şöyle buyurduğu rivayet edilmektedir:

“(Babam) Bizi bir araya topluyordu ve güneş doğana kadar Allah’ı zikretmemizi emrediyordu.”

İmam Zeynelabidin’in (a.s) oğlu Zeyd de şöyle diyor:

“İmam Zeynelabidin 15 Şaban gecesi hepimizi bir araya topluyordu ve geceyi üçe bölüyordu. Sonra ilk kısmında bizimle namaz kılıyordu; ardından dua ediyordu ve biz de âmin diyorduk; sonra istiğfar ediyordu ve biz de istiğfar ediyor, Allah’tan cenneti istiyorduk. Böylece fecir doğuyordu.”

Şöyle nakledilmiştir:

İmam Sadık (a.s), Ebu Harun’a şöyle buyurdu: “Ey Ebu Harun! Biz çocuklarımıza, namazı emrettiğimiz gibi, Fatıma (a.s) tesbihatını da emrediyoruz. (Bu zikre) Bağlı ol çünkü bu zikri bırakıp da bedbaht olmamış hiçbir kul yoktur.”

Özet

Masumların (a.s) siyerinde dua ve zikir öğretimi şöyleydi:

1- Diğerlerine zikir ve duayı tavsiye ediyorlardı.

2- Dua edenleri ve zikredenleri teşvik ediyorlardı.

3- Bazı zikirleri ve duaları diğerlerine öğretiyorlardı.

4- Çocukları zikire ve duaya alıştırıyorlardı.

Dördüncü bölüm

Oruç Öğretimi

Oruç, önemli İslami ibadetlerden biridir ve İslami metinlerde üzerinde çok durulmuştur. Peygamber’den (s.a.a) nakledilen bir rivayette şöyle buyuruyor:

“Oruç tutunuz çünkü ateşe karşı bir siperdir.”

Bu sebeple Masumlar (a.s) orucun ve oruç tutma öğretiminin üzerinde duruyorlardı. Bu bölümde Masumların (a.s) siyerinde oruç tutma öğretimini inceleyeceğiz. Bu araştırmada hedefimiz, onların oruç tutma öğretiminde kullandıkları noktalara ulaşmaktır. Bu bölümün konuları şu başlıklar altında sunulacaktır: 1- İnsanları Ramazan ayına girmeye hazırlamak. 2- Çocuklarda oruç tutma öğretimine başlama yaşı. 3- Oruç tutma öğretimi yöntemi.

1- İnsanları Ramazan ayına girmeye hazırlamak

Masumlar (a.s) Ramazan ayı gelmeden önce bu ayın önemini insanlara anlatıyorlardı ve onlardan kendilerini Ramazan ayından faydalanabilmek için hazırlamalarını istiyorlardı. İmam Bâkır (a.s) şöyle buyuruyor:

Peygamber (s.a.a) Ramazan’a üç gün kala Bilal’e şöyle buyurdu: “İnsanların arasında selâ oku.” Sonra halk toplandı. Sonra Peygamber (s.a.a) minbere çıktı ve Allah’a hamd ve sena etti. Sonra şöyle buyurdu: “Ey insanlar! Bu, Allah’ın size mahsus kıldığı bir aydır ve tüm aylardan daha üstündür. Onda, bin aydan daha hayırlı olan bir gece vardır. Bu ayda ateş kapıları kapalı ve cennet kapıları açıktır. Bu ayı geçiren ama bağışlanmayan kimse Allah’ın rahmetinden uzak olsun.”

Yine bir başka rivayette şöyle nakledilmiştir:

Peygamber (s.a.a) (Ramazan ayından önce) insanlara dönerek şöyle buyururdu: “Ey insanlar! Ramazan ayı doğduğunda serkeş şeytanlar bağlanırlar ve gökyüzü kapıları, cennet kapıları ve rahmet kapıları açılırlar. Ateş kapıları kapanırlar. Bu ayda dualar müstecaptır ve iftar sırasında Allah, bir gurubu cehennem ateşinden azat eder. Her gece bir münadi “Bir isteği olan var mı? İstiğfar eden biri var mı?” diye seslenir.”

İmamlar (a.s) da Peygamber’i (s.a.a) izleyerek Ramazan ayından önce evlatlarına gereken tavsiyeleri veriyorlar ve onları Ramazan ayına girmeye hazırlıyorlardı. Musmeî şöyle diyor:

“İmam Sadık (a.s) Ramazan ayına girerken evlatlarını tembihliyor ve şöyle buyuruyordu: “Kendinizi zahmete sokun ve çabalayın. Zira bu ayda rızıklar paylaştırılmakta, eceller belirlenmekte, Allah’ın evine gidecek ziyaretçiler tayin edilmektedir. Bu ayda bir gece vardır ki, o gecede yapılan ameller bin ayda yapılan amellerden daha üstündür.”

Bu tavsiyeler, insanların Ramazan ayına girmeye daha fazla hazırlıklı olmalarını ve bereketlerinden daha iyi faydalanmalarını sağlamaktadır.

2- Oruç tutma öğretimi yaşı

Masumların (a.s) siyerinde çocuklara oruç tutma öğretimi, çocuklar mükellef olmadan önce başlıyordu. İmam Sadık’tan (a.s) nakledilen bir rivayette şöyle okuyoruz:

“Biz çocuklarımıza yedi yaşındayken güçlerinin yettiği ölçüde, yarım güne kadar, ondan biraz daha az veya çok oruç tutmalarını emrediyoruz. Açlık ve susuzluğa yenik düştüklerinde iftar ederler. Oruca alışana ve oruç tutma gücüne kavuşana kadar böyle yaparlar. Siz, çocuklarınıza dokuz yaşında, güçlerinin yettiği ölçüde oruç tutmalarını emredin. Susuzluğa yenik düştüklerinde iftar etsinler.”

Bu siyere göre ebeveynler, dokuz yaşından itibaren çocuklarına oruç öğretimine başlamakla vazifelidirler. Zira bu yaşta çocuklar, bu öğretimi kabule hazırdırlar.

3- Oruç tutma öğretimi yöntemi

Masumlar (a.s) çocuklara oruç tutmayı öğretirken hangi yöntemden faydalanıyorlardı? Onların eğitimsel siyerine baktığımızda, alıştırma yöntemini kullandıklarını görüyoruz. Yani çocuklara, bu amele zamanla alışsınlar ve mükellef olduklarında rahatça bu ameli yerine getirebilsinler diye, yedi veya dokuz yaşından itibaren oruç tutmayı emrediyorlardı. Yukarda naklettiğimiz siyerde İmam Sadık (a.s) bu konuyu açıkça beyan etmiştir.

Bu siyerden başka bir sonuç daha elde edilmektedir. O da oruç tutmaya alıştırırken iki noktaya riayet edilmesi gerekliliğidir: Zaman ve kolaylık.

Oruç öğretiminde çocuğun iki veya birkaç gün oruç tutmayla bu amele alışması beklenmemelidir. Alışkanlığın oluşması uzun bir süreç gerektirir. Bu yüzden İmam, bu öğretime başlama yaşını dokuz olarak belirlemiştir ve buluğ yaşına kadar altı yıl süre vardır.

İlaveten oruç öğretiminde çocuğun fiziksel gücü de dikkate alınmalıdır ve çocuktan oruç tutmasına dair beklenti buna uygun olmalıdır. Bu yüzden İmam (a.s) şöyle buyuruyor: Dayanabildikleri yere kadar oruç tutsunlar ancak susuzluk veya açlığa yenik düştüklerinde iftar etsinler. Zamanla, çocukların gücü arttıkça, daha uzun süreli oruç tutarlar. Bu durum, birkaç yıl sürer ve sonra rahatça tüm gün oruç tutabilirler.

Bu siyerden elde edilen bir başka konu da şudur: Çocuklar oruç tutma alıştırmasıyla, oruç tutma gücüne kavuşurlar. “Alışana ve (oruç tutma) gücüne kavuşana kadar” ifadesinden, oruç tutma gücünün sadece fiziksel gelişime değil, alışkanlığa da bağlı olduğunu anlıyoruz. Kaldı ki fiziksel olarak güçlü ama oruç tutmaya dayanamayan yetişkinler de vardır. Çünkü bunu alışkanlık edinmemişlerdir. Sadî, Gülistan’da bu iddiayı destekleyen bir hikâye naklediyor:

“Horasanlı iki derviş birbirlerine yol arkadaşı olarak sefere çıkmışlardı. Biri zayıftı ve iki gecede bir iftar ederdi, diğeri kuvvetliydi ve günde üç kez yerdi. Kazara bir şehirde casusluk ithamıyla tutuldular. İkisini bir odaya koyup kapısına da duvar ördüler. İki hafta sonra günahsız oldukları anlaşıldı. Baktılar ki kuvvetli olan ölmüş, zayıf olan sağ kalmış. Şaşırıp kaldılar. Bir bilge dedi ki: Bunun tersi şaşırtırdı. Biri çok yiyendi, zavallı dayanamadı ve sıkıntıyla helâk oldu. Bu diğeriyse kendini tutandı, alıştığı üzere sabretti ve sağ kaldı.”

Özet

Oruç tutma öğretiminde Masumların (a.s) siyeri şöyleydi:

1- Ramazan ayı gelmeden önce bu ayın önemi hakkında insanları uyarıyorlardı ve gerekli tavsiyelerle onları Ramazan ayına girmeye hazırlıyorlardı.

2- Evlatlarına oruç tutma öğretimine mükellef olmadan önce, yedi yaşında başlıyorlardı. Ancak diğerlerine, evlatlarına oruç tutma öğretimine dokuz yaşında başlamalarını tavsiye ediyorlardı.

3- Oruç tutma öğretiminde yöntemleri, oruç tutma alışkanlığı edinebilsinler ve mükellef olduklarında gerekli güce sahip olabilsinler diye çocuklara alıştırma yaptırma üzerineydi. Elbette bu alıştırmada çocuğun gücünü kesinlikle göz önünde bulunduruyorlar ve yapabileceklerinin fazlasını onlardan beklemiyorlardı.

Ek

Masumların (a.s) siyerinde namaz ve oruç öğretimiyle ilgili tüm konulara ulaşamıyoruz, bu konuların çoğu onların sözlerinde (rivayetlerde) geçmektedir. Bu yüzden bu kısımda namaz ve oruç öğretimi alanındaki Masumların (a.s) siyerini ve rivayetlerin genelini mütalaa edecek ve buna dayanarak namaz ve oruç öğretimi için bir program sunacağız.

Buna göre bu bölümde iki konuyu inceleyeceğiz:

1- Namaz öğretimi programı

2- Oruç tutma öğretimi programı

Birinci ek: Masumların (a.s) siyerinde ve rivayetlerde namaz öğretimi programı

Namaz öğretimi programını elde etmek için ilk adım, Masumların (a.s) siyerine başvurmaktır. Bu sebeple önce rivayetleri inceleyeceğiz, sonra namaz öğretimi aşamalarını ve her aşamanın öğretim içeriğini ve hedeflerini, en son da Masumların (a.s) siyerinde namaz öğretimi programının özelliklerini beyan edeceğiz.

1- Rivayetlerin incelenmesi

Çocukların namazı hakkında Masumlardan (a.s) çeşitli rivayetler vardır. Bunları üç guruba ayırabiliriz:

1- İçinde “vacip” lafzı geçen rivayetler

2- İçinde “emir”, “uyarı” ve “öğretim” lafızları geçen rivayetler

3- Namaz vazifesini yerine getirmeye zorlamak için çocuklara fiziksel ceza izni veren rivayetler. 

Bu rivayetleri sırayla zikredecek ve sonra inceleyeceğiz.

Birinci gurup rivayetler

1- Ebu Abdullah (a.s) şöyle buyurdu:

“Çocuk altı yaşına geldiğinde namaz ona vaciptir ve oruç tutma gücüne kavuştuğu zaman oruç ona vacip olur.”

2- Ali bin Cafer, kardeşi Hz. Musa’dan (a.s) şöyle naklediyor:

“İmama şöyle sordum: Oğlan çocuğa ne zaman namaz ve oruç vacip olur? Buyurdu ki: Buluğ yaşına yaklaştığında ve namaz ve orucu anladığında.”

3- Muhammed bin Müslim diyor ki:

İmam Bâkır veya Sadık’a (a.s) şöyle sordum: “Çocuk ne zaman namaz kılsın?” Buyurdu: “Namazı anladığı zaman.” Dedim ki: “Ne zaman namazı anlar ve namaz ona vacip olur?” Buyurdu: “Altı yaşında.”

Bu rivayetlerin zahirinden, namazın altı yaşında veya buluğ yaşına yakın yaşlarda çocuğa vacip olduğu anlaşılmaktadır. Ancak çeşitli rivayetlere ve –Şia ve Sünni- tüm Müslümanların icmâsına göre buluğa ermeden önce namaz çocuğa vacip değildir. Bu yüzden bu rivayetlerin zahirini alamayız.

Öyleyse bu rivayetlerde “vacip”ten kasıt nedir?

Şia’nın büyük fakihlerinin uyardığı gibi, rivayetlerde vacip, müstehap anlamındadır. Yani çocuk altı yaşına geldiğinde ve namazı anlayabildiğinde, kendisine vacip olmasa da namaz kılması iyidir. Bu sebeple fakihlerden hiçbiri buluğa ermemiş çocuğa namazın vacip olduğuyla ilgili fetva vermemiştir. Bu müstehabın hikmetini ve delilini daha sonra anlatacağız.

İkinci gurup rivayetler

Bu rivayetlerde “emir”, “uyarı” ve “öğretim” lafızları kullanılmıştır.

4- Peygamber (s.a.a) şöyle buyurdu: “Oğlan sağ elini sol elinden ayırabildiğinde, ona namazı emredin.”

5- Ebu Abdullah (a.s) şöyle buyurdu: “Biz evlatlarımıza beş yaşında namaz kılmalarını emrediyoruz. Siz evlatlarınıza yedi yaşında namaz kılmayı emredin.”

6- Peygamber (s.a.a) şöyle buyurdu: “Evlatlarınıza on yaşına geldiklerinde namaz kılmayı emredin.”

7- Hz. Ali (a.s) şöyle buyurdu: “Evlatlarınıza namaz öğretin ve sekiz yaşında onları namaz hakkında uyarın.”

8- Muaviye bin Veheb diyor ki: Ebu Abdullah’a (a.s) sordum ki “Çocukları kaç yaşında namaz kılmaları için uyaralım?” Buyurdu: “Altı-yedi yaşları arasında.”

9- İmam Rıza (a.s) şöyle buyurdu: “Çocuk yedi yaşında namaz için uyarılır.”

Bu rivayetlerden ilk üçünün içeriği çocuğa namazın emredilmesiyle ilgilidir ancak yaş konusunda ihtilaf vardır: İlk rivayette sağ el ile sol eli birbirinden ayırabildiği -ki bu beş-altı yaşlarıdır- zaman denilmektedir. Daha sonra bahsedeceğimiz başka bir rivayette bu konu açıkça geçmektedir. Diğer rivayet yedi yaşı, sonraki rivayet de on yaşı bunun için belirlemiştir.

7, 8, ve 9. rivayetler de çocuğun namaz hakkında uyarılmasını istemiş ve bunun yaşını altı, yedi ve sekiz olarak beyan etmiştir. Öğretim için de bir rivayet bize ulaşmış ama bunun için bir yaş açıklanmamıştır.

“Emir” ve “uyarı” rivayetleri, emir ve uyarı yaşı hakkında ihtilaflıdır ama bu ihtilaf, “mutlak hükmün şartlı hükme hamledilmesi” ve “şartların taaddüdü ve karşılığın vahdeti” kaideleri esasınca ortadan kalkar. Elde edilen sonuç, emir için uygun zamanın 5 yaştan, uyarı için ise 6-7 yaştan yukarısı olduğudur. Bununla beraber bu yaşlardan her birinde bu işe başlanabilir. Rivayetlerdeki yaş farklılıklarının sebebine daha sonra değineceğiz.

Bu rivayetlerde şu noktaya dikkat etmek gerekir: Emir, uyarıdan farklıdır zira emir, arkasından mutlaka uyarıyı gerektirmemektedir. Bu noktaya ve emir ve uyarı rivayetlerinin 6-7 yaş ve sonrasında müşterek olmasına ama daha küçük yaşlarda namazın sadece emredilmiş olmasına teveccühle, 6-7 yaşlarından küçük olunduğunda bir uyarının söz konusu olmadığı ve sadece çocuğa namaz kılmasının emredilebileceği anlaşılmaktadır.

Çocuğun yaşamının ilk yedi yılını oyun ve padişahlık dönemi olarak gören diğer rivayetlerde de bu anlamı taşımaktadır. Oyun döneminde ciddi bir öğretim verilemez ve çocuk namaz hakkında uyarılamaz. Ama bu yaştan sonrasında bazı rivayetlerde “emir”, bazılarında “uyarı” geçmektedir. Bazı rivayetlerde 6, 7 ve sonraki yaşlarda çocuğa namazın emredilmesi ve diğer bazılarında uyarı izninin verilmesi, rivayetlerin anlamıyla zıtlık oluşturmamaktadır. Zira bu rivayetler, usulün “çeşitli rivayetlerde bir şartın gerçekleşmesi için başka şartlar beyan edilirse, şartın gerçekleşmesi durumunda tüm diğer şartlar da gerçekleşir” kaidesine uygundur. Buna göre bu rivayetler hakkında, çocuk 6 veya 7 yaşına girdiğinde hem emir ve hem de uyarı caizdir, denmelidir.

Öğretim de 5-6 yaşından buluğu ve ondan sonrasını kapsayan böyle bir genişliğe sahiptir. Nihayetinde bazı yaşlarda öğretim o kadar ciddi değildir ama bazı yaşlarda ciddi ve uyarıyla birliktedir. Bununla beraber uyarı rivayetlerinde şu konu hala belirsizdir: Bu uyarı sadece sözel bir istek düzeyinde midir, yoksa fiziksel uyarıyı da kapsamakta mıdır? Bu belirsizlik, Arapça’da uyarının, fiziksel uyarı anlamını da içermesinden kaynaklanmaktadır. Bu soru, üçüncü gurup rivayetler incelenirken cevabını bulacaktır.

İkinci gurup rivayetlerden şunlar çıkmaktadır:

1- Namazın doğrudan öğretimi 5 ila 6 yaşlarında, çocuğun namazı anlayabileceği yaşlarda, başlar.

2- Bu aşamada öğretim fazla ciddi değildir, uyarı söz konusu değildir ve çocuk, oyunla beraber namazla aşina olur.

3- Namaz öğretiminin ikinci aşaması yedi yaşında başlar. Ciddi aşamadır, işin içinde zorlama ve uyarı vardır. İkinci yedi yıl dönemini edep verme, öğretim ve itaat dönemi olarak gösteren rivayetler de bu konuyu onaylamaktadır.

Üçüncü gurup rivayetler

Rivayetlerin bu gurubunda namaz öğretimi amacıyla çocuğun fiziksel olarak cezalandırılmasına izin verilmiştir. Bu rivayetler şöyledir:

10- Resulullah (s.a.a) buyurdu ki: “Evlatlarınız yedi yaşına geldiklerinde namaz kılmalarını emredin. Dokuz yaşında namazı bıraktıklarında onlara vurun.” 

11- Peygamber (s.a.a) şöyle buyurdu: “Ailenin küçüklerine dil ile namazı ve tahareti öğret. On yaşına geldiklerinde onlara vur ama üç defa sınırını aşma.”

12- Peygamber (s.a.a) şöyle buyurdu: “Çocuğa yedi yaşında namaz öğretin ve on yaşında namaz için (ona) vurun.”

Bu gurup rivayetlerde 9 veya 10 yaşından itibaren çocukların namaz öğretimi ve kılınması için, gerektiğinde cezalandırılmalarına izin verilmiştir. Yani bu yaştan itibaren namaz öğretimi daha ciddi bir aşamaya geçmekte ve sözlü uyarının yanında ceza da verilebilmektedir. Cezanın başlaması için ilk rivayette 9, ikinci rivayette 10 yaşın zikredilmiş olması, iki rivayetin çeliştiğini göstermemektedir. Zira daha önce de söylediğimiz gibi bu iki rivayet bir araya geldiğinde çocuğun 9 veya 10 yaşına geldiğinde namaz için cezalandırılabileceği ortaya çıkmaktadır.

İlaveten bu rivayetlere göre sadece 9 veya 10 yaşında çocuk cezalandırılabilir, ondan önce cezalandırılamaz (özellikle de 11. rivayette bu açıkça belirtilmektedir). İkinci gurup rivayetlerde “uyarı”dan kastın sadece sözlü uyarı olduğu anlaşılmaktadır, bundan fazlası değil. Çocuklara nazik ve merhametli davranmayı ve onlarla çocuk dilinde konuşmayı tavsiye eden rivayetler de, 9-10 yaşından önce çocuğun teşvik, sevdirme ve benzeri yollarla namaza yönlendirilmesi gerektiğini teyit etmektedir.

On yaş için 6. rivayet namaza emri, 11 ve 12. rivayetler fiziksel cezayı, ikinci gurup rivayetler de uyarıyı (öncelik kavramıyla) tavsiye etmiştir. Bu yaşta her üçü de kullanılabilir. Genel olarak üst aşamalardan her biri, altındaki aşamaları içinde barındırmaktadır. Mesela uyarının tavsiye edildiği yedi yaşta, namaz da emredilebilir.

Bu rivayetleri son olarak toparlarsak namaz öğretiminin sırayla geçilmesi gereken üç aşaması olduğu neticesine ulaşırız. Bu üç aşama şunlardır:

1- Başlangıç aşaması. Bu aşama, çocuğun namazı genel olarak anlayıp idrak edebildiği 5-6 yaşlarında başlar ve 6-7 yaşlarında sona erer. Rivayetlerde bu aşamanın yıllarının belirlenmesiyle ilgili olan ihtilaf, çocukların kişisel farklılıklarından kaynaklanmaktadır. Bazı çocukların düşünsel gelişimleri daha hızlı olmaktadır, bazılarının ise böyle olmamaktadır. Bu aşamada işin içinde zorlamanın hiçbir türü yoktur, çocuk sadece namazla tanıştırılmalıdır.

2- Orta aşama. Bu aşama 6-7 yaşlarında başlar, 9-10 yaşlarında biter. Bu dönemin başlamasıyla ilgili rivayetlerdeki başlangıç ve bitiş yaşlarının farklılığı yine çocukların zihinsel gelişiminin farklılığındandır. Bu aşamada namaz öğretimi biraz daha ciddi bir hal almakta, çocukların namazları gözlemlenmekte ve bunun için sözlü uyarı da yapılabilmektedir.

3- Son aşama. Bu aşama 9 veya 10 yaşında başlayarak buluğa girildiğinde sona erer. Bu aşamada öğretim oldukça ciddidir. Çocuk namazı bırakırsa, fiziksel ceza bile verilebilir. Bu aşamada çocuk namazla aşina olur, hükümlerini, faydalarını ve etkilerini öğrenir ve günlük namazlarını düzenli kılar. Diğer bir deyişle namaz kılma alışkanlığı şekillenir ve kalıcı olur.

Bu rivayetler namaz öğretimi aşamalarını şekillendirse de, öğretimin içeriğiyle ve her aşamada uyulması gereken özel noktalarla ilgili bilgi vermemektedir. Acaba 5 yaşındaki çocuktan, 12 yaşındaki ergenin kıldığı gibi bir namaz kılması mı beklenmelidir? Acaba çocuğa tüm namaz tek seferde mi yoksa zamanla parça parça mı öğretilmelidir? Bunlar, İmam Sadık’tan (a.s) nakledilen ayrıntılı bir rivayette cevabını bulabileceğimiz meselelerdir. Rivayet şöyledir:

14- Abdullah bin Fuzale, İmam Bâkır veya Sadık’ın (a.s) şöyle buyurduğunu naklediyor: “Oğlan üç yaşına geldiğinde ona yedi kere La ilahe illallah demesi söylenir. 3 yaş 7 ay 20 günlük olduğunda ona yedi kere Muhammeden Resulullah demesi söylenir. Dört yaşına geldiğinde ona yedi kere Sallallahu alâ Muhammed ve âl-i Muhammed demesi söylenir. Beş yaşını doldurduğunda ona sol elin hangisi ve sağ elin hangisi diye sorulur. Eğer doğru cevap verirse kıbleye doğru çevrilir ve secde etmesi söylenir. Sonra altı yaşına kadar çocuk bırakılır. Altı yaşını doldurduğunda rükû ve secde öğretilir ve namaz kılması söylenir. Yedi yaşına kadar böyle devam eder. Yedi yaşını doldurduğunda elini yüzünü yıkaması, sonra da namaz kılması söylenir. Dokuz yaşına kadar böyle yapılır. Dokuz yaşında ona abdest öğretilir ve abdest için ona vurulabilir ve ona namaz öğretilir ve namaz için ona vurulabilir. Abdest ve namazı öğrendiğinde Allah, ebeveynini kendi rahmetiyle kuşatır.” 

Bu rivayette, her üç aşamada yapılması gereken şeyler anlatılmıştır. Aynı zamanda bu rivayetten, namaz öğretimine doğrudan başlamadan önce, inanç esasları olan tevhit ve İslam Peygamberi’nin (s.a.a) nübüvvetinin çocuklara telkin edilmesi gerektiğini anlıyoruz. Bu rivayete göre namaz öğretimine bir aşama daha eklenmektedir.

2- Namaz öğretiminin aşamaları, hedefleri ve içerikleri

Burada her aşamada yapılması gerekenlerin ayrıntısını anlatacağız:

1- Ortam oluşturma aşaması

Bu aşamada kelime-i tevhid –La ilahe illallah- ve Peygamber’in (s.a.a) risaleti –Muhammeden Resulullah- çocuğa dört yaşına kadar telkin edilmelidir.

2- Başlangıç aşaması

Çocuk, namazı anlama kudretini kazandığında -5 yaş- onu kıbleye doğru yöneltmeli ve ona secde etmek öğretilmelidir. Yani çocuk bu yaşta ibadetin aslı ve kalbi olan, kâinatın yaratıcısı karşısında secde etmekle aşina olmalıdır.

3- Orta aşama

Bu aşamada çocuk iki şeyi öğrenmeli ve alıştırmasını yapmalıdır.

a) Rükû ve secde öğretimi. Bu, çocuğa 6 yaşında öğretilir. Bu yaşta çocuktan sadece içinde rükû ve secde olan bir namaz istenmektedir. Diğer bir deyişle bu aşamada çocuğun namazı, sadece namazın bir görünümüdür, kâmil bir namaz değildir. Çünkü ne abdest lazımdır, ne niyet ve hatta ne kıraat veya el-yüz yıkamak… Çocuk bu alıştırmayı bir yıl boyunca yapar ve yapmadığında da uyarılır.

b) Çocuk 7 yaşında olduğunda, önceden kıldığı şekildeki namaza ilaveten ondan elini ve yüzünü de yıkaması istenir. Elbette bu yıkama abdest değildir. Zira abdestte özel bir sıra, elin dirsekten itibaren yıkanması ve baş ile ayağın meshi gereklidir. Oysa bu yaşta çocuktan sadece bileklerine kadar ellerini ve yüzünü yıkaması istenmektedir. Çocuk bunu 9 yaşına kadar –yani iki yıl boyunca- yapar. Bunu yapmadığında da uyarılır ve bundan fazlası ondan beklenmez.

4- Son aşama

Bu aşamada çocuk dört yıl boyunca namazın amellerini ve hareketlerini tekrarladığı için namazın şekliyle ve vaktiyle kâmilen aşina olduğundan ve bir noktaya kadar bunu huy edindiğinden abdest ve namaz bütünüyle ona öğretilir. Bu konuda artık uyarılır ve lüzum halinde cezalandırılır. Buna da buluğ yaşına kadar devam edilir. Bu şekilde çocuk, yaklaşık dört yıl boyunca da doğru namaza alışır. Doğal olarak bu müddet boyunca çocuk namazla aşina olur, namaza alışır ve bu alışkanlık onda kalıcı olur.

Elbette çocuğun bu aşamada öğrendiği namazın, doğruluk şartlarının asgari düzeyine sahip olması gerekir. Namazı müstehaplarına riayet etmesi ise gerekmez. Bu konuyu onaylayan rivayet, İmam Zeynelabidin’in (a.s) çocuklara –müstehap olarak ayrı ve bir saat kadar arayla kılınması gereken- akşam ve yatsı namazlarını birlikte kılmalarını buyurduğu rivayettir. Bunun sebebini de fazilet vakti dışında namaz kılmalarının, hiç kılmamalarından daha iyi olduğu şeklinde açıklamaktadır.

Bu rivayetten başka bir konu da açıkça anlaşılmaktadır. İmamların (a.s) buluğdan önce çocukların namaz kılmalarına dair ısrarlarının sırrı, çocukların namazla aşina olmaları, namaza alışmaları ve bu alışkanlığın onlarda yer etmesini istemeleridir. Zira bu rivayette çocuklardan istenen ve –zorla da olsa- yapmaları emredilen, namazın bir görünümüdür, doğru şekliyle namaz değil. Bu yüzden Şia’nın büyük fakihleri, çocukların buluğdan önce namaza alıştırılmaları yönünde fetva vermişlerdir.  

3- Masumların (a.s) siyerinde namaz öğretiminin özellikleri

Şimdi, bu rivayetlerde bahsedilen konulardan bazıları hakkında açıklamalar yapılması gerekmektedir:

1- Namaz, basit görünüşünün aksine İslam dininin kâmil tecessümü ve de namaz kılanın dinidir. Acaba din, Allah Teâla’yı tanımaktan ve namaz kılanın mutlak kudret sahibi, hekîm ve alîm olan Allah’ın karşısında salt teslimiyetinden başka bir şey midir? Bununla birlikte ibadet görüntüsündeki ameller ve hareketler ancak namaz kılan kişi Allah ve Resulünü tanıdığında gerçekten ibadet ve kulluk olacaktır. Çocukların Allah hakkında –yetişkinlerin sahip olduğu türden- bir bilgiye sahip olamayacakları doğrudur ancak Allah hakkında sınırlı bir idrak gücüne sahiptirler. Bu yüzden namaz öğretimine başlamadan önce çocuk biraz Rabbiyle aşina olmalıdır (Ortam hazırlama aşaması).

2- Namaz alışkanlığının oluşturulması sadece çocuğun, namaz amellerini ve zikirlerini belli vakitlerde ve gereken şartlara uyarak öğrenmesi ve bunu alışkanlık edinmesi demek olsaydı, namazın hedefi olan Allah’ın hatırlanması ve kulluğun takviyesiyle ters düşerdi. Zira böyle bir kişi, bir makine gibi özel vakitlerde iradesiz ve bilinçsizce amelleri tekrarlamaktadır. Çocuğun, namazın sırlarını idrak edecek erişkinliğe sahip olmadığı doğrudur. Çocuktan bunu beklemek de makul değildir. Ancak bu da, çocukta namazın mekanik alışkanlığın oluşturulmasına cevaz vermez.

Bu zarardan korunmak için rivayetlerde bir çözüm yolu sunulmuştur ve o da çocuğa, namaz hakkında genel bir anlayışı oluştuğunda namazın öğretilmesidir. Sağ ve sol elini ayırt edebilen bir çocuk, belirsiz de olsa namazın esasının tek Yaratıcı karşısında huzu ve huşunun izharı olduğu tasavvuruna sahip olabilir. Bu yüzden çocuğun böyle bir anlayışa sahip olduğu 5-6 yaşlarında namaz öğretimine başlanılması tavsiye edilmiştir. Bu yaşta, çocuk sadece kulluğun ruhu ve namazın özüyle –ki tek Allah’ın karşısında secdedir- aşina olmaktadır ve bir yıl bu minval üzere amel ve alıştırma yapmaktadır. İlaveten namaz öğretimi boyunca namazın faydaları, etkileri ve sırları da çocuğun anlayabileceği düzeyde beyan edilir. Aynı, İmam Sadık’ın (a.s) Ramazan ayı gelmeden önce bu ay ve faziletleri hakkında evlatlarıyla konuşması gibi. Bu şekilde namaz alıştırması ve alışkanlığı, namaz hakkında bilinç ve anlayışla birlikte olur ve alışkanlık temeline kurulu eğitimin yan etkileri ortadan kalkar.

3- Ceza, alışkanlığın oluşturulmasında müessir etkenlerden biridir. Bu araç, eğer ceza konusu kişi uygun bir idrak ve anlayış gücüne sahipse ve yanında bilgi de verilirse kişide bilinçli alışkanlık oluşturur. Akdi takdirde oluşturulan alışkanlık mekaniksel ve Pavlov’un şartlı refleksi düzeyinde olacaktır. Bu yüzden Masumlar (a.s) namazın kâmil öğretimine ve fiziksel cezaya ancak 9-10 yaşından sonra, o da diğer yöntemlerin etkisiz kalması durumunda, izin vermişlerdir. Çünkü bu yaşlarda çocuğun anlayış gücü dikkate değer oranda artmıştır.

4- Namaz, İslam’ın özü ve Müslümanlığın tecessümüdür, Kuran’da buyrulduğu gibi “Büyük bir iş”tir. Bu yüzden çocuğun bir günde veya bir yılda buna dayanmaya alışması beklenemez. Aksine zamanla öğrenmeli, sırrına ermeli ve bunu kendine huy edinmelidir. Belki de bu sebeple Masumlar (a.s) 8 yaş civarını bu emre tahsis etmişler ve namaz öğretimine secdeyle başlanılmasını ve zamanla kâmil namaza ulaşılmasını tavsiye etmişlerdir. Bu süreçte, çocuğun gelişim oranına göre namaz öğretimi daha ciddi ve daha kâmil olur ve 9-10 yaşında zirveye ulaşır. Zira bu yaşlar çocuğun şahsiyetinin şekil alma sürecinde oldukça önemlidir ve bu yaşlarda -9’dan 15’e kadar- namaz alışkanlığı oluşmazsa başka alışkanlıklar onun yerini alacak ve namaz alışkanlığının oluşturulması giderek daha da zorlaşacaktır.

Özet

Tüm söylediklerimize bakarsak namaz öğretimi aşamalarından her birindeki faaliyetler ve aşamalar şu şekildedir:

1- Ortam hazırlama aşaması. 3 yaşından 5 yaşına kadar sürer. Bu aşamadaki faaliyetler şunlardır:

  • 3 yaşında La ilahe illallah lafzının telkini.
  • 3 yaş 7 ay 20 günlükken Muhammeden Resulullah lafzının telkini.
  • 4 yaşında Sallalllahu alâ Muhammedin ve âlihi lafzının telkini.

2- Başlangıç aşaması. (5’ten 6 yaşına veya 6’dan 7 yaşına kadar) Bu aşamanın faaliyetleri şunlardır:

  • Çocuğun kıbleyle aşina olması.
  • Çocuğun secdeyle aşina olması. Bu aşamada zorlama olmadığı gibi uyarı da yoktur.

3- Orta aşama. (6 veya 7 yaşından 9 veya 10 yaşına kadar) Öğretim faaliyetleri şunlardır:

  • 6 yaşında rükû ve secde öğretilir.
  • 7 yaşından 9 yaşına kadar namazdan önce el ve yüzün yıkanması, rükû ve secde edilmesi ve bunların alıştırması çocuğa öğretilir.
  • Zikredilen amellerin yapılmasını gözlemlemek, takip etmek ve lüzum halinde sözlü uyarıda bulunmak. 

4- Son aşama. 9 veya 10 yaşında başlar ve buluğda sona erer. Bu aşamanın faaliyetleri de şunlardır:

  • Abdest ve namazın kâmil öğretimi.
  • Namaz farizasının yerine getirilmesini gözlemlemek ve takip etmek ve gerektiğinde fiziksel ceza ve uyarı.

İkinci ek: Masumların (a.s) siyerinde ve rivayetlerde namaz öğretimi programı

Oruç ve çocuklar ve ergenlere öğretimiyle ilgili bazı meseleler vardır. Mesela bu ibadet amelinin öğretimi kaç yaşında başlar? Acaba bu yaş kız ve erkek için aynı mıdır? Bu öğretimde hangi yöntem kullanılmalıdır? Acaba ceza ve uyarı da söz konusu mudur?

Bu bölümde önce çocuklara oruç öğretiminin zaruretine değineceğiz. Sonra bu konudaki Masumların (a.s) siyerini ve rivayetlerini işleyeceğiz ve bunlara dayanarak oruç öğretimi için bir program sunmaya çabalayacağız. Yine bu kalıba göre, bu alandaki sorulara bir cevap vermeye çalışacağız.

Bu bölümün konuları şöyledir: 1- Oruç öğretimi programı hazırlama zarureti. 2- Oruç öğretimi alanında Masumların (a.s) rivayetlerinin ve siyerlerinin incelenmesi. 3- Oruç tutma öğretimi yöntemi. 4- Oruç hükümleri öğretimi. 5- Oruç tutma ve ceza. 6- Kız çocuklarına oruç tutma öğretimi.

1- Oruç öğretimi programı hazırlama zarureti

Oruç, İslam’ın önemli ibadetlerinden biridir ve rivayetlerde İslam’ın beş esasından biri sayılmıştır. Bize ulaşan çeşitli rivayetlerin içeriği şöyledir: “İslam beş temel üzerine kuruludur: Namaz, oruç, zekat, Hac ve İmamların (a.s) velayeti.” Bundan öte orucun önemli eğitimsel ve manevî etkileri de vardır. Bu etkilerden biri, iradenin güçlendirilmesi ve kişinin heva ve heveslerine hâkimiyetidir.

Diğer taraftan çocuklar buluğ yaşına ulaştıklarında bir ay oruç tutmakla mükelleftirler. Önceden bu ibadet amelinin çocuklara öğretilmemesi ve çocukların bu farzı yerine getirmek için lazım olan hazırlığa sahip olmamaları durumunda, buluğ yaşına geldiklerinde rahatlıkla oruç tutabileceklerinden emin olunamaz. Bu yüzden çocuklar bu ameli yapmaya hazır olsunlar diye mükellef olmadan önce onlara bu amel öğretilmelidir.

2- Masumların (a.s) siyerinin ve rivayetlerinin incelenmesi

Masumların (a.s) siyerinde ve rivayetlerinde teveccüh gösterilmiş konulardan biri, alıştırma orucudur. Çocukların orucu hakkında çeşitli rivayetler vardır. Bu rivayetleri sırasıyla zikrediyoruz.

Birinci gurup rivayetler

Bu rivayetlerde “emir” ve “uyarı” lafızları kullanılmıştır ve oruca emretme yaşı 9 olarak belirlenmiştir:

1- İmam Sadık’ın (a.s) şöyle buyurduğu rivayet edilmiştir: “Biz evlatlarımıza yedi yaşındayken güçleri yettiğince, yarım gün veya biraz eksiği ya da fazlası, oruç tutmalarını emrediyoruz. Açlık ve susuzluğa yenik düştüklerinde iftar ederler. Böylece oruca alışırlar ve oruç tutma gücüne kavuşurlar. Siz evlatlarınıza dokuz yaşındayken oruç tutmalarını emredin. Güçleri yettiğince oruç tutsunlar ve susuzluğa yenik düştüklerinde iftar etsinler.”

2- İmam Sadık (a.s) şöyle buyuruyor: “Çocuk dokuz yaşına geldiğinde oruç üzerine, dayanabildiği ölçüye göre, uyarılır. Öğlene veya öğleden sonraya kadar oruç tutmaya dayanabiliyorsa, o kadar zaman oruç tutar. Susuzluk ve açlığa yenik düştüğünde iftar eder.”

Bu iki rivayetten anlaşılana göre, çocuklarda oruç öğretimine başlama yaşı dokuzdur.

İkinci gurup rivayetler

Bu gurup rivayetlere göre, çocuğun oruca başlama yaşı, çocuğun oruç tutma gücüne sahip olduğu zamandır:

3- Semae şöyle diyor: İmam Sadık’a (a.s) sordum ki: “Çocuk ne zaman oruç tutar?” Buyurdu: “Oruç tutma gücünü bulduğunda.” 

4- İmam Bâkır’a (a.s) şöyle sordular: “Çocuk ne zaman oruç tutar?” Buyurdu: “Ne zaman oruç tutma gücü olursa.”

5- İmam Ali’nin (a.s) şöyle buyurduğu rivayet edilmiştir: “Çocuğa namaz, namazı idrak edebildiğinde; oruç, oruca gücü yettiğinde emredilir.”

Şimdi ortaya çıkan soru şudur: Çocuklar hangi yaşta oruç tutma gücüne sahip olurlar? Görünüşe göre genellikle çocuklar buluğ yaşına yaklaştıkları ve örfte onlara ergen denildiği zaman oruç tutma gücüne kavuşmaktadırlar. Bazı rivayetlerde bu konu belirtilmiştir.

Üçüncü gurup rivayetler

Bu rivayetlerde çocukları oruç tutma hakkında uyarma yaşı, ergenlik yaşı olarak belirlenmiştir. 

6- İmam Zeynelabidin (a.s) şöyle buyurdu: “Ama alıştırma orucu, çocuk ergenliğe geçtiğinde öğrenmesi için oruç tutmaya zorlanmasıdır. Elbette bu oruç vacip değildir.”

7- Ali bin Cafer şöyle diyor: İmam Kazım’a (a.s) sordum ki: Oğlan çocuğa namaz ve oruç ne zaman vacip olur?” Buyurdu: “Ergenlik yaşına geldiği ve namaz ve orucu idrak ettiği zaman.”

Bu iki rivayette oruç tutmaya başlama yaşı, buluğa yakın dönem ve orucun idrak edildiği zaman olarak belirlenmiştir. Zikretmek gerekir ki yukardaki rivayetlerde geçen vacipler, şer’i mükellefiyet vacipleri değildir, eğitimsel vaciplerdir. Zira mükellefiyet vaciplerinin ölçüsü buluğdur, ergenlik değil. İlaveten bu gurup rivayetlerin içeriği, ikinci gurupla zıtlık içermemektedir; aksine bu rivayetler ikinci gurup rivayetlerin tefsiri ve açıklamasıdır. Çocuğun oruç tutma gücüne kavuştuğu yaşın, ergenliğe girdiği yaş olduğunu açıklamaktadır.

Şimdi ortaya çıkan soru şudur: Ergenlik yaşı, yani çocuğun oruç tutma gücüne kavuştuğu yaş hangi yaştır?

Dördüncü gurup rivayetler

Bu gurup rivayetlerde çocuğun oruç tutması için uyarılma zamanının 14-15 yaşları olduğu geçmektedir. 

8- İmam Sadık’a (a.s) sordum ki: “Çocuk kaç yaşında oruç tutması için uyarılır?” Buyurdu: “!4-15 yaşında ve eğer bundan önce kendisi oruç tutarsa onu kendi haline bırak.” Oğlum bu yaştan önce oruç tuttu ve ben onu bıraktım.

9- İmam Sadık (a.s) şöyle buyurdu: “Çocuk 15 yaşından 16 yaşına kadar oruç tutma üzerine eğitilir.”

10- Rivayet edilmiştir ki “Erkek çocuk 14 yaş civarına (15-16’ya) kadar oruç tutması için uyarılır, ancak bu yaştan önce oruç tutarsa bırakılır.”

Bu rivayetlerden, ergenlik yaşları yani çocukların oruç tutma gücüne kavuştuğu ve oruç tutmaları hususunda uyarılmaları gereken yaşlar, 14 yaş civarıdır. Yani bazı çocuklar 12-13 yaşlarında, bazıları 15-16 yaşlarında ergenliğe girmekte ve oruç tutma gücüne sahip olmaktadırlar. Bu şekilde denilebilir ki ikinci, üçüncü ve dördüncü gurup rivayetler aynı anlama sahiptirler ki o da şudur: Ne zaman çocuk tamamen oruç tutma gücüne kavuşursa, o zaman kâmil oruç tutmaya zorlanmalı ve bu konuda uyarılmalıdır. Buna karşılık birinci gurup rivayetler farklı bir anlama sahiptir ki o da şudur: Çocuklara 9 yaşında oruç tutmaları emredilmelidir ve bu konuda uyarı yapılmalıdır. Ancak kâmil oruç değil, güçleri ne kadarına yetiyorsa ona; yarım gün veya biraz eksiği ya da fazlası.

Şimdi bu rivayetlere göre oruç öğretimine ve oruç tutma alıştırmasına başlama yaşının 9 olduğu konusu aydınlanmaktadır. 9-13 yaşları arasında çocuklara, güçleri yettiğince oruç tutmayı emretmek gerekir. 13-14 yaşlarına geldikten sonra onlara kâmil oruç tutmaları emredilmeli ve yapmamaları durumunda uyarılmaları gerekmektedir.

Sonuç olarak oruç öğretiminin iki aşaması vardır: İlk veya başlangıç aşaması 9 yaşında başlar ve 13-14 yaşlarında sona erer. İkinci aşama ise 13-14 yaşlarında başlar ve buluğ çağında sona erer. Ek olarak eğitimcinin ilk aşamadaki beklentileri ve çocuğa karşı davranışları ile ikinci aşamadaki arasında çok fark vardır. İlk aşamada çocuktan yapabildiği kadar, yarım gün veya biraz daha azı veya fazlası oruç tutması istenir. Bu şekilde çocuğun tüm Ramazan ayında oruç tutması bir yana, bir gün bile tam oruç tutmaması mümkündür. Bu yüzden bu yaşlarda çocuğun oruç tutması, gerçek ve tam oruç tutmaktan öte, daha çok oruçla aşina olması açısındandır. Ayrıca bu aşamada çocuğa sadece oruç tutması emredilmektedir ve bu emir, istemek ve zorlamaktan çok tavsiye ve öğüt niteliğindedir. Ancak ikinci (son) aşamada oruç tutma emri zorunluluk açısına sahip olduğu gibi, emirdeki tavsiye yönü oldukça soluk ve renksiz kalmaktadır. Çocuktan beklenen oruç, orucun görüntüsü değil, kâmil bir oruçtur. Zira bu yaşta kâmil oruç tutma gücü vardır.

Özet olarak şöyle diyebiliriz:

1- Oruç tutma öğretimine başlamak için uygun yaş 9’dur.

2- Oruç tutma öğretiminin iki aşaması vardır:

İlk veya başlangıç aşaması: Bu aşama 9 yaşında başlayarak 13-14 yaşlarında son bulur. Hedef, çocuğun oruçla aşina olmasıdır. Bu aşamada çocuk, gücü yettiğince, yarım gün veya biraz daha az ya da çok oruç tutar. Orucu zorunlu olarak kâmil oruç değildir.

İkinci veya son aşama: Bu aşama 13-14 yaşlarında başlayarak buluğ çağında sona erer. Hedefi çocuğun kâmil oruca alışması ve oruç tutma gücüne kavuşmasıdır. Bu aşamada emir ve tavsiyenin yanında, eğitimcinin ciddi isteği ve zorlaması da söz konusudur ve eğer çocuk bu emre riayet etmezse uyarılır.

3- Oruç tutma öğretimi yöntemi

Oruç tutma öğretimi programında temel yöntem, oruç tutma alışkanlığının oluşması için alıştırma ve tekrardır. İmam Sadık’ın (a.s) bir rivayetinde bu konu belirtilmiştir. İmam (a.s) bu rivayette şöyle buyuruyor:

“Biz evlatlarımıza yedi yaşında oruç tutmalarını emrediyoruz… Oruç tutmaya alışsınlar ve (oruç tutma) gücüne kavuşsunlar diye.”

Ancak bu rivayette tavsiye edilen alışkanlık temeline dayalı eğitimin, bilgi ve bilinç temelli eğitimle uyumsuz olmadığı konusuna dikkat edilmelidir. Çünkü biz insanların günlük hayatta yaptığımız işlerin çoğu alışkanlık üzeredir. Yürümek, yemek, yazmak, okumaktan tutun da ders verme şekli, araştırma ve konuşma yapma gibi uzmanlık gerektiren konulara kadar tüm işler alışkanlık esasına göre yapılmaktadırlar. Önemli olan özel, makul ve akla yatkın alışkanlıkların oluşturulabilmesi ve kişinin bilinçlice bunları yapabilmesidir. Bu şekilde, alışkanlık temelli eğitim kınanmamakla kalmaz, beğenilir de. 

Oruç öğretiminde de bu konuya dikkat ediliyordu: Evvela oruç tutmanın kendisi, her Müslüman ferdin zaruri ve gerekli vazifelerinden biridir ve oruç tutma alışkanlığı bu vazifenin yerine getirilmesi için zaruri şarttır. İkinci olarak çocukta bu alışkanlık, bunun zaruretini idrak edecek yetiye sahip olduğu zaman oluşturulmaya başlanacaktır. İmam Kazım (a.s) kendisine sorulan “Oruç ne zaman çocuğa gereklidir?” sorusunun cevabında şöyle buyurmaktadır:

“Buluğa yaklaştığı ve namaz ve orucu tanıdığı zaman.”

Bu rivayetten, oruç öğretiminin, çocuğun orucun ne olduğunu ve neden oruç tutması gerektiğini bildiği zaman başladığını anlamaktayız. Bu sebeple fakihler de mümeyyiz çocuğun oruç tutma alıştırması yapmasının müstehap olduğuna dair fetva vermişlerdir. Bununla beraber oruç öğretiminde alışkanlık oluşturulması yönetiminden faydalanmak ne kınanmış bir iştir ve ne de bilgi ve bilinçle uyumsuzdur.

4- Oruç hükümleri öğretimi

Oruç tutma alıştırmasına ve oruç alışkanlığının oluşturulmasına ilaveten oruç adabının ve hükümlerinin –en azından zaruri olanlarının- da çocuğa öğretilmesi gerekir. Rivayetlerde de şer’i adabın ve hükümlerin öğrenilmesi üzerinde çokça durulmuştur. Bununla beraber Masumların (a.s) siyerinde çocuklara oruç adabının ve hükümlerinin öğretilmesi hususu geçmemektedir. Bu belki de çocukların, anne, baba ve baliğ uzuvlarının oruç adabıyla ve hükümleriyle aşina olan ve amelde de bunlara uyan Müslüman ailelerde yaşıyor olmalarından kaynaklanmaktadır. Neticede çocuklar da kendiliğinden bu adap ve hükümlerle aşina oluyorlar.

5- Oruç tutma ve ceza

Acaba oruç tutma öğretiminde cezadan istifade edilebilir mi? Bunun hakkında da siyer ve rivayetlerde bir konu geçmemektedir. Bununla beraber rivayetlerde, oruç öğretiminin ikinci aşamasında uyarıya değinilmiştir.  Ancak uyarının, istek ve sözlü zorlamanın yanında fiziksel cezayı da kapsadığı şüphelidir ve bundan cezaya cevaz çıkarılamaz.

6- Kız çocuklarına oruç tutma öğretimi

Oruç öğretimine başlama yaşı ve aşamaları hakkında söylediklerimiz kesinlikle erkek çocuklar ve onlara namaz öğretimiyle ilgilidir. Şimdi şu soru ortaya çıkmaktadır: Masumların (a.s) siyerinde ve rivayetlerde geçen, kız çocuklarına namaz öğretimine başlama yaşı kaçtır?

Masumların (a.s) siyerinde açıkça bununla ilgili bir konu geçmemektedir. Ancak Masumların (a.s) siyerindeki erkek çocukların orucu hakkında sunulan genel kaideye bakarak kız çocuklarına oruç öğretimi için uygun yaşa ulaşabiliriz. Bu kaide şudur: “Erkek çocuklar buluğ yaşına yaklaştıkları vakit, onlara oruç tutmaları emredilmelidir.”

Bu kaide erkek çocuklarına mahsus değildir, kız çocuklarını da kapsar. Bununla birlikte buluğ yaşına yaklaşan kız çocukları, oruç tutma alıştırması yapmalıdırlar. Bu yaş, kızlarda 7’dir. Bununla birlikte kız çocuklarına 7 yaşından itibaren güçleri ölçüsünde, bedensel gelişimlerine uygun olarak, yarım gün veya bundan biraz az ya da fazla, oruç tutmaları emredilmelidir. Zamanla kâmil oruç emredilmeli ve bu konuda uyarılmalıdırlar.

Elbette şu noktanın zikredilmesi gerekir ki kız çocuklarına orucun emredilmesi ve bunun üzerine uyarılması, kâmil oruç tutma gücüne sahip olmaları şartına bağlıdır. Eğer bir kız çocuğunun kâmil oruç tutma gücü yoksa ebeveynler gücünün yettiği kadarını emretmeli ve fazlasını istememelidirler.

Özet

Söylediklerimizin toplamından aşağıdaki sonuçlara ulaştık:

1- Oruç tutma öğretimine başlama yaşı erkek çocuklarda 9, kız çocuklarda 7 yaş civarıdır. 

2- Oruç tutma öğretimi yöntemi, oruç tutma alıştırması ve tekrarıdır. Ancak oruç tutma alıştırmasında çocuğun gücü dikkate alınmalıdır.

3- Oruç tutma öğretiminin iki aşaması vardır:

İlk aşama 9 yaşında başlar ve 13-14 yaşlarında sona erer. Bu aşamada çocuk sadece oruç tutma esasıyla aşina olur ve ondan kâmil ve doğru oruç tutması beklenmez.

İkinci aşama 13-14 yaşlarında başlar ve buluğla sona erer. Bu aşamada çocuğa kâmil oruç tutması emredilir ve bu emir üzerine uyarılır.

4- Oruç tutmayla ilgili zaruri hükümler de ikinci aşamada çocuğa öğretilir.

İkinci bölümün sonucu ve özeti

Peygamber (s.a.a) ve Ehl-i Beyt’in (a.s) ibadetlerin öğretimi hakkındaki siyerlerinin toplamından şu sonuçlara ulaşılabilir:

1- Kuran öğretimi, gençlerin şahsiyetinin şekillenmesindeki derin tesirleri sebebiyle çokça öneme sahiptir ve ilk ders maddesi olarak gençlere öğretilir.

2- İbadetlerin öğretiminde alışkanlık oluşturulmasının önemli rolü vardır. Elbette alışkanlık oluşturulması bilginin gücünün görmezden gelinmesi anlamında değil, ibadet eğitimi alanında bilginin tek başına yeterli olmadığı ve eğitim alan kişide ibadetleri yerine getirme alışkanlığının da oluşturulması gerektiği anlamındadır. Bu konu özellikle namaz, oruç, Kuran tilaveti, zikir ve dua için geçerlidir.

3- İbadet eğitiminde özellikle çocuklarda; güçlerini, özellikle de bedensel güçlerini göz önünde bulundurmak oldukça önemlidir. Zira bu noktaya riayet edilmemesi, eğitimsel çabaların istenilen sonuca ulaşmamasına yol açar.

4- İbadet eğitimi zaman alan bir iştir ve bir hafta veya bir ay içerisinde bir kimsenin namaz veya oruç ehli olması beklenemez. İbadetlerin öğretimi, mükellefiyet yaşından birkaç yıl önce başlamalıdır ki çocuk zamanla namaz ve oruç alışkanlığı edinsin ve mükellef olduğunda bu vazifeleri yerine getirmeye tamamen hazır olsun. 

Genç ve Ergen Terbiyesindeki Yöntem ve Metodlar

Dr. Muhammed Ali HajiDehabadi

Çeviri: Hasan BEDEL

Giriş

“Eğitim Metodu” bahsi, hiç şüphesiz eğitim konularının en önemlilerinden birisi olarak görülmektedir. Çünkü bu konu, eğitimin ilerlemesine hâkim olan yöntem ve sistemleri doyurucu biçimde açıklamaktadır. Bu yüzden program, yöntem ve hedeflere hâkim olan metodları kapsamaktadır. Başka bir açıdan, insan gelişiminin aşamalı olmasını dikkate alarak, bu mertebelerin birbirlerine olan yakınlığıyla eğitimin ilerlemesinde hâkim olan yöntemlerden bu merhalede bahsetmek mümkündür. Başka bir deyişle, eğitim metodunu insan ömrünün tüm merhalelerinde hâkim olan genel eğitim metoduna ve insan gelişimindeki her merhaleye (çocukluk, ergenlik, gençlik ve yetişkinlik) bölmek mümkündür. Buna ilâve olarak, insan eğitiminin doğal durumu ve gidişatı onun şahsiyetinin olumlu yönleri ve davranışlarının üzerine kuruludur. Olumsuz davranışlar ve özellikler zarar verici bir durum olarak algılanmaktadır. Gözlemleyerek eğitim metodundan her iki durum için de bahsetmek mümkündür. 

Bu bölümde, ergenlik ve gençlik olarak adlandırılan evrelerde insan gelişimi esas alınarak bu iki dönemin bir nevi gözlemi yapılacaktır. Elbette bu ayrımın sebebi, ergen ve gençlik terbiyesi konusunda daha fazla kolaylık sağlamak ve daha dikkatli olmak için yapılmaktadır. Zaten, ergen ve gençleri iyi davranış ve huylara sevk ettiğimiz zaman, onun beğenilmeyen davranışlardan uzak kalma ortamını hazırlamış oluruz. Bu açıdan gençler için boş vakitlerinde uğraşacakları faydalı şeylerin bulunması ve esasen onlar için meslekî ve öğretici uğraşların sağlanması, onların yoldan sapmalarının ister istemez önünü alacaktır. Buna karşılık bizim, olumsuz ve tasvip edilmeyen davranışlardan gençleri alıkoymamız, bu olumsuz ve zararlı davranışlar karşısında tedbirli olmamız gerekmekte ve ayrıca bunun için de, onların optimist ve faydalı fertler olmaları, kendi beceri ve kabiliyetlerini keşfetmeleri için yapıcı faaliyet alanları oluşturmamız icap etmektedir. Bunun için “Müsbet Metodlar” ve “Menfi Metodlar” adıyla iki yöntemi takip etmek gerekir. Müsbet metodtan maksat, gencin doğru eğitilmesi için ona kazandırılacak iyi sıfat, uygun davranış ve güzel huylardır. Menfi metod ile anlatılmaya çalışılan da, ergen ve genci pençesine alabilecek kötü alışkanlık ve tasvip edilmeyen davranışlardan beri tutmaktır. Şimdi bu iki önemli metodu detaylı bir şekilde inceleyelim.  

  1. Tasvip Edilen Davranışların Ortaya Çıkma ve Güçlendirilmesi Metodu

Dinî kaynaklarda, gençleri iyi ve tasvip edilmiş davranış ve huylara yöneltmek için birçok yöntem bulmak mümkündür ve burada da onların en önemlilerine değinilmektedir.

  1. Fikir ve Yol Birliği

İnsan gelişimi genel itibariyle bağlılık aşamasıyla başlar ve bağımsızlık merhalesiyle son bulur. Bu iki evrenin ortasında yer alan ergenlik ve gençlik dönemi de, insanın tedricen bağımlılıktan ayrılıp, bağımsızlığın eşiğine geldiği orta aşamadır. Aile ve toplumun yapması gereken de, gençleri bu bağımlılıktan kurtarıp, bağımsızlığa ulaşmasında yardımcı olmalarıdır. 

Bağımsızlık arzusu, gençlerin davranışlarında kendini gösteren isteklerden birisidir. Evde geçirdiği zamanı azaltıp, anne-babayla olan irtibatını yavaş yavaş indirgemesi, buna karşılık arkadaşlarıyla daha fazla zaman geçirip, yetişkinler için bazı normal olmayan davranışları cesurca yapmaları ve büyüklere karşı gelip, kendi görüşlerini savunmaları, bağımsızlık isteğinin alâmetlerinden yalnızca birkaçıdır. Buna rağmen yine de, onun fikrî olgunluk ve yeterli tecrübeye ulaşmamış olması ve bilinçliliğinin çoğu kez yetersiz kalmasından dolayı aile ve büyüklerin himayesi, bir şemsiye misali onu altına almalıdır. Onlar kendilerini gençlerle birliktelik etme hususunda görevli bilmeli ve onunla aynı şekilde düşünebilmek için çabalamalıdırlar.

Ergenlik ve gençlik dönemi, anne-babanın ve eğitmenin eski yöntemlerle ferdin davranışlarını kontrol altına alıp, yönlendirebileceği bir aşama değildir. Eğer ergen, başkaları tarafından baskı ve emir altına alındığı hissine kapılırsa tepki gösterecek ve kendi bağımsızlığını korumak için gerekirse inat edip, haksız da olsa, dik kafalılığa başvuracaktır. Artık ergenlik dönemi, boyun eğme ve itaat etme dönemi değildir. Ergen, kendisini anne-babası ve eğitmenleriyle aynı kategoride görmekte, görüş ve fikirlerine saygı duyulmasını beklemektedir. Bu aşamada eğitmenler, onların karşısında yer almak yerine, onların yanında olarak dayanışma ve ortak işler yapmakla gerekli olan tedbirleri almalıdırlar.

İslâm kaynaklarında bu esasa dayalı birçok örnek görmek mümkündür. Yüce İslâm Peygamberi Muhammed Mustafa’dan (s.a.a.) nakledilen bir rivayette ilk 21 yıllık yaşantının “âmir”, “memur” ve “vezir” olmak üzere üç bölüme ayrılması hususunda şöyle buyurmuştur:

 “Çocuk ilk yedi yıl ‘efendi’, ikinci yedi yıl ‘kul’ ve üçüncü yedi yıl da ‘vezir’dir.”

“Vezir” kelimesinin rivayetlerde ergenin özgürlük ve bağımsızlığının kısıtlanması aynı zamanda onun nispi bağımsızlığı olarak kullanılmıştır. Zira vezir, kendi buyruğu altındakilere yöneticilik ve müdürlük yapmakta bir yere kadar özgürdür ancak aynı şekilde kendinden üst makamın da nezareti altındadır. 

“Genç tabiatı gereği bağımsızlığa ve özgür bir kişiliğe susamış durumdadır. Bu yakıcı meyil Allah’ın hikmetli takdirinde, yaratılışta karar kılınmıştır. Resul-i Ekrem (s.a.a.) şöyle buyurur: Üçüncü yedi yılda çocuk, evin veziridir; yani anne-baba ona vezir muamelesi yapmakla mükelleftirler. Bu vesileyle onun tabiî ve fıtrî isteğini yerine getirmiş, onun bağımsızlık ve şahsiyetine saygı göstermiş, bu şekilde de onu topluma yakışır bir birey hâline getirmiş olurlar.”

Bazı rivayetlerde bu aşama ve gelişim sürecinden “birliktelik” aşaması olarak bahsedilmiştir. Örnek olarak, Peygamber Efendimizden (s.a.a.) nakledilen bir hadiste: 

“Altı yaşına gelene kadar çocuğunu özgür bırak, altı yaşından sonra ona okuma-yazma (Kur’ân) öğret; sonra yedi yıl onu gözet, yanından ayırma ve onu eğit. Eğer eğitimi kabul eder ıslah olursa ne iyi, yoksa onu serbest bırak.” 

“Birliktelik” tabiri, şu noktanın açıklayıcısıdır; çocuğa, onu kendi yanınızda tutacak ve gözetleyebileceğiniz bir çeşit bağımsızlık verin ve bu bağımsızlık da asla görmezlikten gelinmemelidir. Bu konu başka bir rivayette daha açık bir şekilde beyan edilmiştir: 

“Onu yedi yıl kendi yanında tut.”

Kur’ân’ın heyecan verici ve oldukça ibretli kıssalarından biri olan Hz. İbrahim’in (a.s.) kıssasında, o Hazret, kendi oğlunu boğazlayıp, öldürmekle görevlendirildiği zaman, İsmail’i (a.s.) kurban etme görevini evladıyla paylaşıp, onun görüşünü soruyor: 

“Çocuk onunla birlikte koşacak yaşa gelince, İbrahim dedi: “Yavrucuğum, uykuda görüyorum ki ben seni boğazlıyorum. Bak bakalım sen ne dersin?” “Babacığım, dedi, emrolduğun şeyi yap! Allah dilerse beni sabredenlerden bulacaksın.”

İmam Zeynu’l-Âbidîn (a.s.) bir rivayette, insanların birbirleri üzerindeki haklarını şöyle beyan etmiştir: 

“Milletin birbiri üzerindeki hakları; onların yaşlı ve büyüklerini kendi babaları gibi ve onların gençlerini de kendi kardeşleri gibi bilmeleridir.”

İmam Zeynu’l-Âbidîn’in (a.s.) bu tabiri oldukça güzel ve etkileyicidir. İmam (a.s.), ergen ve gençleri kendi çocuğunuz veya emriniz altındakiler gibi görüp, her türlü emir ve yasağı getirme hakkına sahip olun buyurmuyor. O şunu söylüyor, onlar senin kardeşindir, bağımsızdırlar ama aynı zamanda senin yardım ve himayene de ihtiyaç duymaktadırlar. Bu, psikologların da teyit ettiği bir noktadır. Ünlü Amerikalı psikolog Carl Rogers konuyla ilgili şunları söyler: 

“Bir genç için büyükler grubundan bir dost ve yakın bir koruyucunun olması zaruridir.”  

Fikir ve yol birliği kuralına uymayıp, ifrat ve tefrit yolunu seçmek, ergen ve gençlerin kişiliğinde düzeltilemeyecek olumsuz etkiler bırakmaktadır. Çünkü onlar için yolu, her türlü adım atabilecekleri şekilde açar, onların davranışlarını hiçbir şekilde gözlem altında tutmaz ve ona görüş ve uygulamada yardımcı olmazsak; ya da bunun tam tersi, onun bağımsızlığa olan susamışlığına cevap vermez ve onun sürekli emrimiz altında olmasını istersek, onun asi ve başına buyruk olmasına sebep olur ya da onu zayıf, bağımlı ve alçak bir varlık hâline dönüştürürsek bu, onun yoldan çıkıp, sapmasına neden olacaktır.

  1. Dolaylı Metodların Doğrudan Metodlara Önceliği

Genellikle terbiye ve eğitim metodları hakkında konu açıldığında, büyükler tarafından alt kuşak bireyler ve yaşı itibariyle daha küçük olanlar üzerinde doğrudan uygulanan kişisel eğitim şekilleri nazarda tutulmaktadır. Bu tarz yaklaşımlar, onların şahsiyetlerinin şekillenmesinde bir hayli etkilidir. Ancak günümüz dünyasında doğrudan uygulanan eğitim metodları ve kalıplaşmış yöntemler üzerinde artık dikkatlice durmak gerekmektedir. Zaten modern dünyada bu yöntem ve metodların ne denli yetersiz kaldığı ve sorunlara cevap veremediği oldukça açık bir şekilde görülmektedir. 

Bu tür sınırlandırılmış, dar ve sathî (yüzeysel) eğitim sistemleri, insan terbiyesi için müsbet yönde etkili olabilecek diğer metodların uygulanmasının da önünü kapatmakta ve yaşam içerisinde oldukça fazla olan yapıcı rollerin çok azının hayata aksetmesine sebep olmaktadır. Özetlemek gerekirse, yapay bir eğitim ve terbiye sistemi kullanılmaktadır. 

Bu sorunun halli için gerekli olan şey, öncelikle eğitim ve terbiye metodlarına olan bakış açımızı değiştirmemiz ve eğitimin hayatın ta kendisi olduğunu kabul etmemiz olmalıdır. Hâl böyle olunca da gündelik yaşamın tüm parçaları, terbiye ve ahlâktan nasibini almış ve yavaş yavaş onun rengine bürünmüş olacaktır. Bu da ancak geniş çaplı program ve faaliyetlerin, dolaylı yollardan yapılan eğitim ile mümkün olabilir. Yani, artık yapmacık ve yapay bir eğitim sistemi olarak bilinen doğrudan metodlara çok az ihtiyaç kalacak ve dolaylı metodlarla kıyaslandığında ise oldukça sathî (yüzeysel) olduğu görülecektir.

Ergen ve gençler için dolaylı metodların doğrudan metodlara öncelik gereksinimine yukarıda yeterince değindik ama yine de bu konuya eklenmesi gereken bir başka önemli mesele de, bu dönemde insanın ruhî ve psikolojik olarak ne kadar hassas olduğunun bilinmesidir. Gençlerde var olan gurur ve bağımsızlık arzusu, bu dönemde o denli kendini dışa vurmaktadır ki, doğrudan olan eğitim metodlarına oldukça rahat cephe alabilmektedir. Elde edilen tecrübeler sayesinde şunu rahatlıkla dile getirebiliriz; buluğ çağındaki bir genç, kendisini kontrol altına alabilecek veya onu yönlendirebilecek her türlü doğrudan eğitim metodundan kaçar. Öyleyse uygulanması gereken en iyi yol, onların daha rahat düşünüp, kendilerini dinleyerek motive olabilecekleri ortamlar hazırlamak ve bu sayede daha sağlıklı neticelere ulaşmak olacaktır.

İslâmî öğretilerin en önemli özelliği, insan hayatının en ince ayrıntısına kadar söz sahibi olmasıdır. Çok nadirdir, İslâm öğretilerine âşina olduğu hâlde, bu öğretilerin hayatın her anına cevap verdiğini bilmeyen kimse; uyku ve ayıklıkta, oturup kalkmada, eylem ve günlük işlerde, istirahat ve boş vakitlerde, yeme ve içmede, bakmak ve gözleri sakındırmakta; kısaca hayatın tüm anlarında İslâm’ın bir sözü, bir rolü vardır. Tüm bunlar için birer eğitim metodu bulunmaktadır. Bu kanun ve kaideler doğrultusunda hareket edildiği takdirde İlâhî renge bürünür insan ve hatta ahiretleri için de sevap ve mükâfat vardır onlara.

İslâmî eğitimi konu alan rivayetler incelendiğinde, özellikle de ergen ve gençleri muhatap alıp, onlar hakkında kaynaklarda var olan rivayetler değerlendirildiğinde, karşımıza bu iki dönem fertlerinin yaşam içerisinde eğitilmesi öngörülüyor ve nitekim Din Önderleri (Masumlar) de bunun böyle olmasını isterken, kendilerinin de bu şekilde eğitim aldığı görülüyor. İmam Ali (a.s.) kendisinin henüz çocuk yaşta Allah’ın Resulü (s.a.a.) tarafından nasıl eğitildiğini şöyle açıklıyor:

“Sizler (Peygamber’in ashabı) Resulullah’a (s.a.a.) ne kadar yakın olduğumu, onun katında nasıl bir mertebeye ulaştığımı bilirsiniz. Çocuktum, o benim eğitimimi üstlendi. Beni yanına alır, bağrına basardı; vücudunun kokusunu duyardım; lokmayı çiğner, ağzıma koyardı… Deve yavrusu nasıl annesinin peşi sıra giderse, ben de onun ardınca giderdim. O, her gün bir huyunu bana öğretir, ona uymamı emrederdi.” 

Rivayetlerde aktarıldığı üzere, Kıyamet günü insanoğluna ömrünü, özellikle de gençliğini nerede harcadığının sorulmasının sebebi; bu öğretilerin ne denli önem arz ettiğinin birer göstergesidir. Bir gün Ashap, günlük geçimini sağlamak için çalışmakta olan bir gence bu yaptığının ibadet olmadığını söylediklerinde Allah’ın Resulü (s.a.a.) onları uyararak ibadetin yalnızca bir takım özel amelleri yerine getirmekten ibaret olmadığını, günlük yaşamını sürdürebilmek için yapılan işlerin ve hatta anne ve baba olmanın dahi ibadet olduğunu buyurmuştur. Gerçekte yapılması gereken şey de, İslâm öğretilerini yaşamın tüm evrelerine yaymak olmalıdır. Bu temele ait diğer misal ve örnekleri ileride değineceğimiz “Olumsuz davranış, duygu ve bakış açısının düzeltilmesine dair usuller” bölümünde göreceğiz.

Dolaylı yollar ile uygulanan eğitime öncelik vermek, yani bir başka deyişle öğretileri yaşamın tüm evrelerine yaymak, doğrudan olan eğitim metodlarını bir kenara atmak mânasına gelmemektedir. Eğitim, özellikle de talim ve terbiye rengine bürünmüş olan doğrudan eğitim, istidadı yüksek, zeki ve seçkinler için büyük başarılara gebedir. Elbette değinilmesi gereken bir diğer nokta da, dolaylı yollar ile uygulanan eğitimin, hayatın tüm dönemlerine yansıtılmasının bir zaruret olmadığı gerçeğidir. Bu ikisi, iki ayrı mefhum ve tabirdir, ama yine de öğretileri, yaşamın tüm evrelerine yaymak istediğimizde en çok kullanılan metodun, dolaylı yollar ile uygulanan eğitim sistemi olduğu görülecektir.

  1. İyi Niyet

Gençlerin eğitilmesindeki en önemli üçüncü husus ise iyi niyettir. Öğretmen ve eğitmenler başta olmak üzere gençleri yönlendirip eğitebilecek herkesin, gençlerin iyiliğini istemek dışında hiçbir gayesi olmamalıdır. Gençlerin eğitilmesindeki iyi niyetten amaç, gençlerin doğru yeteneklerinin açığa çıkmasına ve yüksek derecelere ulaşmasına yardımcı olmaktır. Bu amaç dışında çocuk ve gençler, kişisel, siyasal amaçlar ve grup çıkarları için kesinlikle kullanılmamalıdırlar. Çocuk ve genç, eğitmenin iyi niyet konumunda olduğunu hissederse olumsuzluklara karşı daha sabırlı olacaktır. Bunun yanında eğer ki genç içinde bulunduğu ortamda ona karşı saygı duyulmadığını hissederse istenilen veya istenilmeyen, kabul görmek veya görmemek, övgüler ve söylemlerin, onun başkalarını memnun etme düzeyine bağlı olduğunu hisseder ve dolayısıyla içinde bulunduğu eğitim ortamını yapay bir ortam olarak algılayacak, göstereceği tepkileri buna göre verecektir. Eğer eğitim, iyi niyet ve hayrı isteme üzerine kurulu olursa; genç, eğitmenin isteklerine o düzeyde olumlu yanıt verecektir. Buradaki en önemli nokta, genç her zaman bu iyi niyetin farkında olmayabilir, ama eğitmen en azından asgari düzeyde de olsa bunu gence hissettirmeye çalışmalıdır. Eğitmenin davranışları, konuşma şekli, beden dili, hayat tarzı, düşünceleri öyle olmalıdır ki, onun iyi niyetinden kimse şüphe duymamalıdır. Eğitimcinin iyi niyetli olması onun gençlere karşı kinci tavırlar içinde olmasını engelleyecek ve bu durumda eğittiği kişileri küçümsemeyip, zor duruma düşmelerini istemeyecektir ve onların eğitimi için en iyi yöntemlerin ve programların uygulanması için çabalayacaktır. İyi niyetli bir eğitimci, eğitim verdiği kişilere karşı her zaman adaletli olmalı ve onların davranışlarına karşı âdil bir tavır içerisinde olmalıdır. İslâmî metinlerde de defalarca gençler ile olan çalışmaların temelinde iyi niyet olması hususundan bahsedilmiştir. Hz. Muhammed (s.a.a.) çok değerli bir hadisinde şöyle buyurur: 

“Sizi, gençlere karşı iyi niyetli olmaya çağırıyorum.” 

Din Önderleri’nin (Masum İmamlar) gençlere karşı iyi niyetli olduklarını, onların davranış ve söylemlerinden anlamak mümkündür. Örneğin; Peygamber Efendimiz (s.a.a.), Yahudi olan bir gencin ölüm döşeğinde iken yanında bulunarak onu İslâm’a davet etmiştir. Ondan iman ederek hayata veda etmesini istemiş ve öyle de olmuştur. Bir başka gencin de, ölümünden hemen önce annesinin rızasını almasını sağlaması, o gencin rahat bir şekilde can vermesine sebep olmuştur. İmam Zeynu’l-Âbidîn’in de (a.s.) gençler için ettiği hayır dolu duaları hiçbir şekilde unutmamak gerekir. Daha önce Hz. Muhammed’in (s.a.a.) “İslâm’a ilk inananlar, gençlerden ibretti, yaşlılar değil” sözüne de değinmiştik. Bu gerçeğin açıklanmasında Hz. Muhammed’in (s.a.a.) iyi niyetinden ve bu iyi niyetin gençler tarafından daha kolay algılanmasından bahsedilebilir. 

Gençlik döneminde henüz kirlenmemiş kalpler ve temiz yürekleri, bu iyi niyeti daha kolay algılayabilmelerini sağlamaktadır. Fakat yaş ilerleyip, istek ve arzular, içinde bulundukları ortamdan kaynaklanan yanlış algılama ve yorumlamalar, bu temiz fıtrî bilinci engellemektedir. Bu konuya delil olarak İmam Cafer-i Sâdık (a.s.) ile Ebu Cafer Ehvel’in konuşmaları gösterilebilir. İmam, Ebu Cafer’e sorar: 

  • Basra’ya gittin mi? 
  • Evet.
  • Peki, insanların imamete olan bakışı ve onların bunu kabulünü nasıl buldun? 
  • Allah’a ant olsun ki, Şii’ler azınlıkta ve bu yolda çabaları olmasına rağmen o da kâfi değildir.
  • Öyleyse gençlere iyi davran ve onlara karşı anlayışlı ol, çünkü onlar iyiliği almakta istekli ve hızlılar.

Eğitimin gençlikte iyi niyet üzerine kurulu olması, ileri yaşta eğitim gerekmediği anlamına gelmiyor. Şöyle ki, eğitimin kendisi bir tür iyi niyet ve hayırdır. Yalnızca verilen öğüt ve nasihatlerin gençlik döneminde daha fazla önem arz ettiğidir.

  1. Olumlu Düşünce

Önceki konumuzda gençlere karşı iyi niyetten söz ettik. İyi niyetin gerçekleşmesinde destek olacak faktörlerden birisi müsbet ve olumlu düşüncelerdir. Ama olumlu düşünce iyi niyetin mutlak şartı değildir.

Olumlu düşünceden maksat, gencin kişiliğine, duygularına, hislerine, davranış ve düşüncelerine olumlu yaklaşımdır. Ama unutulmamalıdır ki, olumlu düşünmek, bunların kabulü anlamına gelmez, belki onların doğal ve insanî boyutlar olduklarını bizlere anlatır. Örneğin; gençlerin güzel ve şık giyinmesi, bakımlı olması gibi fiillerin, onların temizlik ve güzelliğe olan ilgileri olarak görülebilir veyahut tam aksine karşı cinsi etkileme arzusu olarak yorumlanabilir. Başka bir örnek olarak da, gençlerin inat ve dik başlılıklarını, onların özgür ve bağımsız bir birey olma isteğine bağlayabilir ve bunu bir tür doğru yoldan çıkma olarak addedebiliriz.

Optimist (iyimser) düşüncenin önemi, insan kişiliğinin gelişim evrelerine ve bunun dışa yansımasına bakıldığında daha iyi anlaşılmaktadır. Gençlik, arzu ve isteklerin aklın önüne geçtiği bir evre ise Platon’un dediği “Sarhoşluk Dönemi” veya Hz. Muhammed’in (s.a.a.) buyurduğu “İnsanın bilgisi gençlikte az ve cahilliği de bir hayli fazladır” sözleri yerini bulacaktır. Öyleyse bu hesaba göre gençlerden doğru davranmaları ve hatasız olmalarını beklemek oldukça yersiz olacak ve onları fazlalık ve isyankâr görmemiz de mânasını yitirecektir. Aslında bizlerin, onların davranışlarına olumlu düşünce ve gerçekçi bir bakış ile kendilerine yaklaşmamız gerekmektedir. Böyle bir bakış ile bakıldığında, yenilikçi düşünceleri ve güzelliği istemeyi, gencin hakkı olarak görebiliriz. Emîru’l-Mü’minîn Ali (a.s.) ve o Hazret’in genç hizmetkârı Kanber’in kıyafet alışverişi sırasındaki şu konuşmalarından bu konu açıkça müşahede edilmektedir: 

İmam (a.s.), üç dirhem değerindeki kıyafeti Kanber’e ve iki dirhemlik kıyafeti ise kendisine alır. Üç dirhem eden kıyafet size yakışır diyen Kanber’e İmam şöyle buyurur: “Sen gençsin ve senin gençlik ihtiyaçların var. Kendimi senden üstün tuttuğum takdirde ben Allah’tan utanırım.” 

Eğer gençlere olumlu yaklaşılırsa, gencin bizlere göre hoşa gitmeyen birçok davranışı, artık doğal karşılanabilir ve zaten kişinin gençlikte böyle davranışları yoksa, asıl o zaman hayrete düşülmelidir. Allah’ın Resulü (s.a.a.) şöyle buyurur: 

“Yüce Allah, gençliğini yaşamayan gence hayret eder.” 

Dinî metinlerde bu konu hakkında birçok örnekler mevcuttur. Ama buradaki en önemli nokta, pozitif yaklaşımların sınırlarını iyi bilmektir. Hiçbir zaman olumlu düşünce, yanlış davranışların onayı gibi algılanmamalıdır. Hoş olmayan ve öğretilere aykırı davranışların gençlik döneminde doğal karşılanması ve bu davranışları kötüye yormamak ile bu davranışları onaylamak arasında büyük bir fark vardır. Maalesef gençlerin davranışlarına mukabil birçok aile ve eğitmenin yaptığı hata ise olumlu düşüncenin yanlış yorumlanması olmaktadır. Örneğin; gencin süslenme ve güzel görünme isteği, onun giyim şekli ve kendini algılayışını belirler, fakat bu istek örf ve adetlerin, toplumun ahlâk ananelerinin ötesine geçtiğinde, bu artık bir hata ve yoldan sapma olarak yorumlanmalı ve onu düzeltme yoluna gidilmelidir. Kızların hicapsız olmaları ve İslâm öğretilerine aykırı giyinmelerini onaylamak, olumlu düşünce sonucu olamaz, Batı gençliğindeki gibi giyinip, süslenmek, Türkiye ve İranlı Müslüman bir gence yakışmayacaktır.

  1. Sevgi ve Mahabbete Dayanan Eğitim

Eğitimin usul ve kaideleri, aslında o eğitimin kökünde saklıdır. Temeller gerçekleri yansıtır, usul ve kaideler ise olması gerekenlerden bahseder. Eğitim temelleri arasında beşerî konular, en önemli ve ehemmiyet arz eden konulardandır. Çünkü “İnsan”, eğitimin asıl konusudur. Eğitimde insanî konuları göz ardı etmek, tümüyle gerçek eğitimden vazgeçmek ve faaliyetlerin merkezine bir ağaç, bir hayvan ya da bir madenî unsuru yerleştirmek demektir. Açıktır ki böyle bir eğitim, amacına ulaşamayacağı gibi onun için harcanan sermayeyi de yok edecektir ve maddî, mânevî tüm kaynakları yok etmek dışında herhangi bir sonucu olamayacaktır. Bu yüzden insan hayatındaki evrelerin ve her evrenin getirdiği fiziksel ve ruhsal özelliklerin bilinmesi, eğitim faaliyetlerinin en önemli ve mühim önceliklerindedir. Bu konuya gerekli önemi vermeyen veya tam olarak algılayamayan eğitmen ve eğitim kurumları muhakkak yenilgiyi tadacaklardır.

Gençliğin özelliklerinden bahsederken, bu dönemde ruhsal bunalımların yaşanabileceğinden söz etmiştik ve bu bunalımlar gençlik döneminin bir getirisi olup kendini inatlaşma, kin gütme, çabuk incinme, huysuzluk ve fazlaca hassaslaşma gibi belirtilerle göstermektedir. Bu durum doğal ve tabiî olduğu gibi ebeveynlerin (ana-babaların) davranışları ile şiddet kazanıp, hafif geçişlerle de atlatılabilir. Eğer bu fırtınalı dönem, doğru ve pozitif davranışlar ile desteklenirse buhran sonrası evre çok verimli bir dönem olabilir; aksi hâlde bu dönem gencin ailesinin ve içinde bulunduğu toplumun oldukça çok ve çeşitli problemler yaşayacağı anlamına gelmektedir. Bu önemli konunun farkında olmak, gençlerin eğitiminde başka bir kaidenin bulunmasında etken olmuştur ve o da hiç şüphesiz sevgi, mahabbet ve şefkate dayalı bir eğitimdir. Bu kaide şöyle özetlenebilir; gençlerin eğitimindeki her aşamada alınacak olan tedbirlerle sevgi ve anlayış paralel olmalıdır. Bu kaidede küskünlük ve öfkeye yer verilmemelidir. Bir başka deyişle, gencin ruhî bunalımını arttıracak ve onu daha da derinleştirecek her türlü faaliyet ve davranıştan uzak durulmalıdır. Genç, ailesini ve aynı zamanda eğitmenlerini mahabbet ve şefkat dolu güvenli bir sığınak, liman gibi görmelidir. Hâl böyle olunca da, onlar ile birlikteyken içinde bulunduğu karışık ve perişan ruh hâlini dizginleyip, huzur bulabilir. Din eğitimi verilirken de Allah’ın sevgi ve şefkat dolu sıfatlarından bahsedilmeli ve Masumlar’ın (a.s.) aşk ve mahabbetlerini resmetmeliyiz. Bu önemli konu, gençlerin güven, huzur gibi temel gereksinimlerini karşılamaktadır. 

Açıktır ki, böylesine sevgi ve huzur dolu bir dayanağı bulmak, genç için problem ve baskı içeren bu zorlu dönemde umut ve güven sağlayacaktır. Aslında güven sağlamak, her eğitim programının temel faaliyeti ve amacıdır ve güven sağlanmadıkça eğitim alan kişi, eğitime can ü gönülden meyilli olmayacaktır. Bu da ancak mahabbet ve iyi niyet ile gerçekleşecektir. Bu iki önemli konunun vücuda gelmesi, sadece gençlik dönemi eğitimi ile kısıtlı değildir. Fakat bu çağın özelliklerinden dolayı bu dönemde daha çok önem kazanır. 

Alman bir eğitimci olan Wolfgang Brezinka, “Günümüz Dünyasında Eğitim ve Öğretimin Rolü” adlı kitabında, gençlere karşı uygulanan özel eğitim modellerinin günümüzde başarısız olması hakkında şöyle yazmıştır: 

“Gençlere bu yaşlarda ulaşmak çok zordur, sadece eğitim konusundaki görevleri dolayısıyla gençler ile ilgilenen az sayıda insan vardır. Ama tüm bunlardan ziyade anne ve babada, eğitmenler ve din adamlarındaki tedbir eksikliği, terazinin bu tarafındaki kefesinde daha ağır basıyor. Nadiren gençlerle kolaylıkla ve normal bir insanmışçasına konuşabilen kişilere rastlarız. Genellikle her iki taraf, birbirlerine karşı şiddetli bir şekilde yabancılık çekerler, güven sağlayamaz ve samimiyetsizdir. Çünkü karşı taraf, dayanak teşkil edebilen hiçbir imtiyaz ve özellik gösteremez”

Morris Debs ise bu konuda şöyle yazmıştır: 

“Öncelikle gençlere bu isyan dolu yılları atlatmalarına yardımcı olmak ve bu dönemlerin tehlikeli deneyimlere sahne olmasına izin vermemek gerekir. Böyle bir amaç, gençlere sevgi ve şefkat ile yaklaşmakla mümkün olacaktır. Ergen ve gençler, onların problemlerini anlayan eğitmenlere ihtiyaç duyarlar. Gerekli durumlarda onları eleştirecek ama aynı zamanda da zor durumlarında yanlarında bulunacak kişilere ihtiyaç duyarlar.”

Aşağıdaki rivayetlere bakıldığında Masumlar’ın (a.s.), gençlerin Allah sevgisine dikkatlerini nasıl çektiklerini görebiliriz:

İmam Cafer-i Sâdık (a.s.) buyurur ki: 

“Gençliğimde çok ibadetle meşgul olduğumda babam bana şöyle buyurdu; Evladım! Kendine daha az zahmet ver. Çünkü Allah, birisini sevdiğinde onun azına da razı olur.”

Fahr-i Kâinat Muhammed Mustafa (s.a.a.) şöyle buyurmuştur: 

“Sizleri yaşlılara karşı iyilik yapmaya ve gençlere karşı mahabbet ve sevgi ile yaklaşmaya çağırıyorum.”

Allah’ın Resulü (s.a.a.) bir başka yerde de şöyle buyurur: 

“Allah nezdinde en iyi kul, kendi gençlik ve güzelliğini Allah yoluna ve O’na itaat etmeye adayandır. O, öyle bir birisidir ki, Allah onunla, meleklerine karşı iftihar eder ve der ki; Bu benim gerçek kulumdur.”

Dinî metinler incelendiğinde, Din Önderleri’nin (Masum İmamlar’ın) gençlerin eğitimiyle yakından ilgilendikleri anlaşılmakta ve gençler karşısında bizzat kendilerinin bu konuları uyguladıkları ve bizlere de uygulama emrini verdikleri görülmektedir. Hz. Muhammed (s.a.a.) şöyle buyurur:

“Sizi yaşlılara karşı iyilik yapmaya ve gençlere de şefkatle yaklaşmaya çağırıyorum.”

İslâm Dini Önderleri’nin (İmamlar’ın) kendi çocukları ile olan diyaloglarında sevgi ve şefkat içeren sözcükleri duymak çokça mümkündür. Aynı zamanda Allah sevgisini de olabildiğince gençlere aktarmak için çabalamışlardır.

Aynı metinlere dikkatlice bakıldığında görülen şey, Dinî Önderler’in Allah sevgisini üç şekilde gençlere aktarmış olmasıdır:

  1. Allah’ın Tüm Gençlere Mahabbet ve Şefkati: Allah, bütün gençlere saygı ile yaklaşmakta ve gençler onun için son derece değerlidirler. İşte bu yüzden gençlik çağının sonuna değin onların hatalarını görmemesi devam etmektedir.
  2. Allah’ın İbadet Eden Gençlere Olan Sevgisi: Yüce Allah, gençliğini ibadete ayıran gençleri sever ve hatta onları meleklerin ötesinde tutup, melaikenin önünde onlarla iftihar eder.  Bunun kendisi bir tür şartlı sevgidir.
  3. Allah’ın Günahkâr Olan Gençlere Karşı Sevgisi: Üçüncü sevgi türü Allah’ın günah işlemiş, günah ve ayıbından pişman olmuş, ardından tövbe ederek O’na sığınmış gençlere olan sevgidir. Açıktır ki, Allah’ın sevgi ve mahabbeti bu kullarını da kapsayacaktır. Önemli olan, gençlere Allah’ın onları sevdiğini ve tövbe edip, geri adım atmalarını anlatabilmektir.

6-7. İşbirliği ve Sorumluluk Vermek

Gençlik dönemi özelliklerinden bahsederken fiziksel güç, dayanıklılık ve bağımsızlık arayışlarından bahsettik. Bu özelliklerden dolayı gençlik çağındaki eğitim, çocukluk döneminden farklı olarak değişik usullere dayandırılmakta ve özel kaide ve esasları bu dönemde hâkim kılmaktadır. Bu usullerden birisi de gençlerle işbirliği ve onlara sorumluluk vermektir. Bu dönemde gençliğin enerji, çaba ve tazeliğinden işlerin yürütülmesi için faydalanmak ve kişiyi ileride alacağı sorumluluk doğrultusunda hayatın gerçek faaliyetleriyle âşina kılmak gerekmektedir. Bu usulleri yerine getirmek, gençlik enerjisi ve fiziksel güç dışında kişinin ruhsal ve psikolojik durumuna da bağlıdır. Kendini üstün göstermek, yeteneklerini sergilemek, çokbilmişlik, kazanma hırsı ve ilgi görmek onların hâlet-i ruhiyelerinin birer göstergesidir. Gençlik çağında olanların bu gereksinimlerini göz ardı etmek, ister istemez ters tepecek ve karşımıza istenmeyen davranışlar olarak çıkacaktır. 

Öte yandan, ergen ve gençlere sorumluluk vermek, onu sorgusuz sualsiz hayat faaliyetlerinin içine atmak anlamına gelmez. Eğer gence bu şekilde iş buyurulursa, yapacağı işlerde göstermesi gereken özen ve dikkati gösteremeyecektir. Böyle bir durumda da gencin fiziksel ve ruhsal ihtiyaçlarına cevap verilmiş, fakat onu yönlendirmek adına bir şey yapılmamış olacaktır. Bu yüzden bu işbirliği “Sorumluluk” esasına dayandırılmalıdır. Sorumluluktan maksat, gencin yaptıkları değerlendirilmeli ve bunun doğrultusunda bu işler sorgulanmalıdır. Ama bu da sürekli olarak her şeylerini sorgulamak anlamına gelmemelidir. Kişinin faaliyetleri programlı, düzenli ve ölçülü olarak gerçekleşmeli ve bu şekilde amacına ulaşabilmelidir. Sonuç olarak da genç, düzen ve kaidelere uymayı, yarınlara daha iyimser bakmayı, programlar yaparak, kendi faaliyetlerini ölçmeyi öğrenmelidir. Rivayetlerde bu konuda gençlik genellikle bakanlığa benzetilmektedir. Bakanlık, kişinin, işlerinin yürütülmesini içerirken aynı zamanda usul ve kaidelere uyması ve de üstlerine karşı sorumlu olduğu bir hâldir. 

  1. Olumsuz Davranış, Duygu ve Bakış Açısının Düzeltilmesine Dair Usuller

Buraya kadar bahsettiklerimiz, ergen ve gençleri olumlu ve doğru davranışlara sevk edip özendirmek için kullanılan ve uygulanması gereken metodar idi. Başka bir tabirle, buraya kadar bahsedilen usul ve kaideler hataya düşmemiş ergen ve gençler içindi. Elbette bu usullerin diğer gençlerin eğitiminde işe yaramayacağı mânasına gelmemektedir. Zira tüm bu usul ve kaideler, kişinin gelişim evreleri, ruhsal ve toplumsal özellikleri göz önünde bulundurularak hazırlanmıştır. Bu açıdan hatalı ve hatasız, suçlu ya da suçsuz genç arasında bir fark yoktur. Fakat hatalı gencin eğitiminde bunların yanı sıra, kendilerini hatadan uzaklaştıracak ve doğruya yönlendirecek usullere de dikkat etmek gerekmektedir. Şimdi burada dinî metinlerin içerisinden seçilmiş en önemli usullere değineceğiz.

Eğitimdeki ikinci usul ve kaideler, ergen ve gençleri yanlış ve olumsuz düşünce, davranış ve duygulardan uzaklaştırmak, onları bir nevi yatıştırmak için kullanılanlardır. Eğitimin önemli boyutlarından birisi, eğitim sistemi tarafından kabul edilmeyen, negatif bakış açısı, duygu ve davranıştan genci koruyan veya vuku bulduysa düzeltilmesine katkı sağlayan usullerden müteşekkildir. Davranışların düzeltilmesi üç boyutta incelenir. Eğitim bilimleri, psikoloji ve adli bilimler. Bu üç boyut arasındaki farklılığa dikkat etmemek, konularda dağılmaya ve olumsuz bakış açıları ve fikirlere yol açacaktır. Bu araştırmada mevzubahis edilenler İslâmî açıdan terbiyeyi ele almaktadır. 

Konuya girmeden önce gençlik çağında oluşabilecek olumsuz davranış ve fikirleri, aynı zamanda bunların nedenlerinden de kısaca bahsetmek oldukça önemlidir. 

İslâm dinine göre hiçbir fert suçlu ve günahkâr doğmaz. Tam aksine her doğanın ruhu pak ve temizdir. Hz. Muhammed (s.a.a.) şöyle buyurur: 

“Her yavru İlâhî fıtrat ile doğar. Ta ki anne ve babası onu, Hristiyanlık, Musevilik ve Zerdüştlük ile tanıştırana kadar.” 

Bu özlü sözden anlaşılan, yoldan çıkmışlık ve suçun, genetik ve irsî değildir, daha sonra kazanıla bilirliğidir. Bu yüzden insanın sorgulanması mantıklı ve yerindedir. Eğer insan suçlu doğsaydı, onu sorgu ve sual muhatap kılmak yersiz ve imkânsız olacaktı. Çünkü o, zaten suçlu doğmuş ve bu negatif davranışlar üzerinde bir iradeye sahip değildir. 

Suç ve olumsuzluğun kazanılabilir oluşu, insanın fiziksel ve ruhsal durumunun, bu konuda hiçbir etkisi olmadığı anlamına gelmemektedir. Dinî metinleri incelediğimizde, bazı sapmaların köklerinin, insanın fiziki ve ruhî durumunda saklı olduğunu görüyoruz. Bu durum bazı dönemlerde daha da belirgin olmaktadır. Gençliğe geçiş evresi ve gençliğin ilk yılları, insan ruhu ve bedeninin ahlâkî, dinî ve toplumsal kuralları çiğnemeye en müsait olduğu zamandır. 

Bu arada aile ve toplum, gencin terbiyesi ve yönlendirmesinde ya da tam tersi isyana sürüklenmesinde oldukça önemli bir paya sahiptir. Toplumdaki her birey ve sorumluların, gençlerin olumsuz davranışları karşısındaki doğru tutum ve davranışları, onların bu tür davranışlardan uzaklaşmasına ve doğruya yönelmelerine sebep olacaktır.

Gençlik çağındaki hatalar, yanlışlar, suça eğilimler karşısında yapılacak şey, öncelikle: bu hata ve yanlışların derecelendirilmesi gerekmekte, ikinci olarak da: bu hataların nedenlerini bulup, onlara yönelik gereken önlemleri almak ve en uygun programı yapmak icap etmektedir. Buna dayanarak gençlikteki hata ve suçları, içerik ve şiddetlerine göre ayırabiliriz.

Bazı olumsuz davranışların nedeni, gençlik döneminin verdiği coşku ve heyecan olabilmektedir. Başka bir deyişle gençlerin davranışlarının bir bölümü, dinî ve hukukî yasalara aykırı olmasa da ebeveynleri (ana-babaları) tarafından hiç de hoş karşılanmamaktadır. Bazı davranışlar, yanlış ve toplumsal ahlâk ve kurallara aykırı olsa da dayanılamayacak kadar şiddetli değildir yani kişi, toplumun ve dinin önem verdiği, olmazsa olmaz dediği kurallarını çiğnemiş sayılmaz. Aynı zamanda bu tür davranışlar, kısa bir dönem için geçerli ve devamlılık arz etmeyen davranışlardır. Aslında bu, eğitimciler ve ailenin doğru yönlendirmeleriyle aşılabilecek bir durumdur. Ama bazen de gençlerin yanlış davranışları, çok önemli toplumsal ve dinî kuralları ihlal etmektedir. Zaten bunun için bu negatif davranışlara bir takım cezalar bile tayin edilmiştir. Sonuç olarak şunu bilmeliyiz ki, ergen ve gençlerin bu hata ve yanlışları büyük bir sahaya dağılmaktadır: suçun derecesi, şiddeti ve bunun ne kadar ileri gittiği konuları gibi. Suçun derecesi, süresi ve şiddeti onu diğer davranışlardan ayıracaktır. Bu yüzden her hataya ve yanlışa karşı farklı tavır sergilemek gerekmektedir.

Dinî açıdan bu yanlış davranış ve sapmaların sınıflandırılması, bunlara karşı nasıl davranılması gerektiği, günümüz toplumlarında farklı olabilir. Örneğin, Peygamber Efendimizin (s.a.a.), gençlerin anne ve babalarına karşı saygısız ve olumsuz davranışlarda bulunmalarına tahammül edemez ve bunu aynı kişinin bir başına iken işlediği suçlardan daha fazla önemserdi. Bu iki davranış şeklinden bir kaide çıkarılabilmesi tartışmaya açıktır ama burada bunu incelemeye gerek görülmemektedir. Ayrıca gençlik dönemine ait hataların değerlendirilmesinde, nedenlerin araştırılması da çok faydalı olacaktır. Bazı negatif davranışların nedeni, ebeveynlerin (anne ve babaların) olumsuz davranış ve tutumlarında saklıdır. Aslında bu tip hatalar, bu olumsuz davranışlara karşı birer tepki ve cevaptır. Çünkü bazı hatalar, mantıklı ve haklı bir takım ihtiyaçların karşılanmaması sonucu ortaya çıkmaktadır. Tabiî ki bu iki etken dışında başka faktörler de bu davranışlarda etkin bir role sahiptir. Örneğin olumsuz fiziki ve kültürel koşullar, ekonomik yetersizlik, sosyal sınıflar, tahripkâr siyasî ve kültürel akımlar vb. gibi. 

Şimdi de bu olumsuz davranışların önünü alabilecek usul ve kaidelerden bahsedeceğiz.

  1. Haklı ve Mantıklı İhtiyaçların Karşılanması

Bazı hata ve olumsuzluklar ergen ve gençlerin fizikî ve ruhsal ihtiyaçlarının karşılanmaması sonucunda oluşmaktadırlar. Örneğin ergenlik evresinin son demleri ve gençlik çağının ilk yıllarında çokça müşahede edilen, uygunsuz cinsel yaklaşımlar, karşı cinse laf atmak vb. gibi eylemler. Bu gibi davranışların nedenleri ruhsal ve cinsel gelişimin bu dönemde hızlı olarak yaşanmasına bağlıdır. Bu dönemdeki cinsel dürtüler ve enerji öylesine fazladır ki, kişiyi kendi ve başkalarının cinsel varlıklarının farkına varmasının dışında cinsel konularda araştırmaya sevk etmekte ve bununla kendini uzun dönemler meşgul etmektedir. Bu durum, ailenin şiddetli ve baskıcı tavırlarına maruz kalırsa daha da alevlenecektir, bunun sonucunda da genç, şüphelerinin ve sorularının yanıtlarını müşfik aile üyelerinde değil, dışarıdan olan kişilerde arayacaktır. Burada önemli olan ve dinî metinlerde de geçen cinsel ihtiyaçların mantıklı ve şer’î kurallara uygun karşılanmasıdır. Bu ise ailelere hâkim olan yanlış ve tutucu tavırlar neticesinde gençler için zor ve imkânsızlaşmaktadır.

İslâm dini, bu konuda en iyi çözüm yolunu evlenmek olarak görmekte ve buna uygun kültürel şartları da sunmaktadır. Gençlerin evlenmeye teşvik edilmesi Masum İmamlar’ın (a.s.)  rivayetlerinde çokça görülmektedir. Bu da evlenmenin gençlikteki cinsel buhranın giderilmesinde etkisini göstermektedir. Hz. Muhammed (s.a.a.) gençlere bulunduğu çok değerli bir tavsiyesinde şöyle buyurmaktadır: 

“Ey Gençler! Sizlerden evlenme durumu olanlar mutlaka evlensin ki, günah ve şehvete göz kapamada en iyi yol budur.” 

Peygamber Efendimizin (s.a.a.) bu sözüne dikkat edildiğinde, rivayette yer alan kelimelerinin kullanılış şeklinin bu yöntemin diğer yollara karşı daha üstün olduğunu göstermektedir. Elbette ki, cinsel sapmalar ile savaş, yalnızca bu iki yolla sınırlı değildir. Fakat önemli olan bu yolun diğer yollara karşı üstünlüğüdür. Örneğin oruç tutmak, spor yapmak, iş, güç ile meşgul olmak da cinsel dürtüyü söndürmeye yönelik eylemlerdendir.

Peygamberimizden (s.a.a.) nakledilen bir diğer hadiste ise cinsel ihtiyaçların şer’î ve mantıkî bir yaklaşım ile karşılanmasının kişinin dindarlığını korumak ve dinde sapmalar yaşamasını önlemek için olduğundan bahsetmiş ve şöyle buyurmuştur: 

“Gençliğinin başında evlenen genç kimse için şeytan şöyle feryat eder: Eyvahlar olsun bana, eyvahlar olsun bana! Dininin üçte ikisini benden korudu. O hâlde kul dinin diğer üçte birisi için de Allah’tan korkmalıdır.”

Evliliğin dinin üçte ikisini koruduğunu bilmek. evliliğin cinsel sapmalara karşı rolünü açıklamada yardımcı olacaktır. Evlilik ve takvanın karşılaştırılmasında evliliğin buradaki olağanüstü olan üstünlüğünü göstermektedir. Başka bir hadiste Allah’ın Resulü (s.a.a.) evliliği tek başına cinsel hataları önlemek için yeterli görüp şöyle buyurmuştur: 

““Gençlik döneminde evlenen her genç için Şeytan, şöyle çığlık atar: “Eyvahlar olsun! Dinini benden korudu”.”

Buna göre evliliğin İslâm kaynaklarında bahsedilen en az etkisi, dinin yarısını korumasıdır. Rivayetler bu problemleri önlemek için çok önemli kaide ve yolları bizlere göstermektedirler. Bu da hiç şüphesiz cinsel dürtü ve ihtiyaçların karşılanmasıdır. Açıktır ki, bu önemli kaideyi göz ardı etmek, gençlerin yoldan çıkmasına ve toplumsal çöküntünün yaşanmasına sebep olması demektir. Ehl-i Beyt İmamları’nın sekizincisi olan İmam Rıza’dan (a.s.) nakledilen bir rivayet şöyledir: 

““Cebrail, Peygamberimize (s.a.a.) şöyle dedi: Ey Muhammed! Rabbimiz sana selam söyleyip şunu buyuruyor: ”Bayanlar ağaçtaki meyveye benzerler, meyve olgunlaşınca toplamak dışında başka bir yol yoktur, yoksa fazla güneş görmekten çürürler. Kadınlarda cinsî buluğa erişince evlilik dışında bir çare yoktur; aksi hâlde yoldan sapmaktan kendilerini koruyamazlar”. Peygamberimiz (s.a.a.) bunun üzerine minbere çıkmış ve Rabbimizin buyruğunu insanlara aktarmıştır.” 

Din Önderleri’nin (Masum İmamlar’ın) evliliği zorlaştıracak isteklerin azaltılması ve gençlerin evliliğinin önünde engel teşkil edecek koşulların kaldırılmasının, bu kaidenin gerçekleşmesine yönelik olduğunu aktarmışlardır. Gerçi günümüz toplumunda buluğ çağında evlilik bazı ekonomik, eğitim vs. konular açısından problemler yaratabilir, fakat bu evliliği geciktirmeye neden olmamalıdır. Zira evliliğin gecikmesi de kültürel ve ahlâkî sorunlara yol açacaktır.

Gençlerin mantıklı istek ve ihtiyaçlarının karşılanmasına bir diğer örnek de uygun iş imkânlarının sunulmasıdır. Bu dönemde genç fiziksel güce sahip olduğu için çalışmaktan çekinmeyecektir. Özellikle de onun isteğine uygun bir iş ise, bu kişinin kimliğini bulmasında ve birey olarak bağımsızlığına kavuşmasında etkin bir rol oynayacaktır. Tabiî ki böyle bir imkân da yaratılmazsa kişinin hataya düşmesine sebep olabilir. Gençlik evresindeki fazlaca boş zaman ve işsizlik, gençlerin yanlışa sürüklenmesinde önemli bir etkendir.

Gençlerin en önemli ihtiyaçlarından birisi de sıcak ve samimi ilişkiler, mantıklı olarak kabul görülmeleridir. Ruhsal ihtiyaçların karşılanması ve etkili duygusal ilişkilerin karşılıklı kurulması, gençlere özellikle de gençliğin zor dönemlerinde (bu dönemden geçmek tek başına bile kişinin stres ve depresyon içerisinde bocalamasına neden olmaktadır) yardımcı olacaktır. Elbette, bu ilişkiler şer’î sınırları da aşmamalıdır. Gençler ile kurulan bu duygusal diyalog, onları sorumluluk sahibi bireylere, kişiliklerinin oturmasına, bireysel özgürlüklerine yönlendirmesine ve kişiyi gereksiz bağlılık ve boşluğa itmemelidir. Tabiî ki bu önemli konunun gerçekleşmesi gençlik döneminin ve özelliklerinin algılanmasına bağlıdır. Rivayetlerde bahsedilen gençler ile kardeşlik ve mahabbet aynı şekilde yorumlanabilir.

Gençlik çağındaki güzellik algı ve arayışına dikkat etmek de, bizi bir diğer mantıklı ve meşru ihtiyacın karşılanmasına yönlendirecektir. Eğer bu hususa doğru şekilde yaklaşılmazsa ebeveyn (anne ve baba) ve büyüklerin çatışmasına ve istenmeyen şüphelerin ortaya çıkmasına sebep olacaktır. Açıktır ki böyle bir ortamdan da, iyi ve doğru davranışların doğması beklenemez. Elbette gençlerin giyim ve kuşam tarzı, imajları vs. büyüklerin zevk ve beğenileri ile farklıdır. Büyüklerin gençler üzerine baskı kurarak kendi istek ve beğenilerini onlara kabul ettirmeye çalışmaları, kişilerin kişiliklerini yok saymakta ve onların kişiliklerine karşı açık bir saldırı anlamı gelmektedir. Örneğin büyükler, ergen ve gençlerin saç modellerini genel itibarı ile beğenmezler. Onlara göre en doğrusu kısa, hatta tamamen saçın kesilmesidir. Fakat bu onların isteğidir, gencin değil. Kişinin ihtiyaç ve isteğine saygı duymak gerekmektedir. İmam Cafer-i Sâdık bu konuda şöyle buyurur: 

“Genç için saçı tamamen kesmek; işkence, yaşlı için ise kişiliğin ve büyüklüğün göstergesidir.” 

İmam Sâdık’ın (a.s.) saç kesimi hakkındaki bu güzel sözü, bizim gençlerin isteklerine saygı duymamız gerektiğini göstermektedir. Ama elbette gençlerin isteklerine saygı duymak millî, ahlâkî ve toplumsal kuralları hiçe saymak anlamına da gelmez. Aslında gençlere şunu öğretmek gerekir, bazı giyim tarzları ve saç modelleri, yabancılara özgüdür ve bunların kabulü birçok çirkin davranışın kabulüne yol açacaktır. Emîru’l-Mü’minîn Hz. Ali’nin (a.s.) buyurduğu gibi;

“Çok az kişi vardır ki, kendini başka bir gruplara benzetip, onlardan olmasın.”

Dolayısıyla sosyal ve kültürel kavramları üretenlerin görevi, doğru politikalar ve çözüm yolları üreterek gençlerin ihtiyaçlarının karşılanması ve onları İslâmî ve toplumsal değerlere uymayan model ve akımlardan uzak tutmalıdır. Bu konuda bazı gençlerin Batılı modellere özenmelerinin sebebi, din adına sanki İslâmîymiş gibi ergen ve gencin isteklerine karşı yapılan davranışların olduğunu önemle vurgulamak gerekiyor. Dolayısıyla İslâm toplumuna ve gençlerin ihtiyaçlarına uygun giyim ve güzellik ürünlerinin tasarlanıp, üretilmesi ve gençler arasında yaygınlaştırılması, gençlerin Batılı modellere özentilerine engel olacaktır. Daha önce de değindiğimiz gibi Hz. Ali (a.s.), güzel olan elbiseyi genç kölesi Kanber’e, sade ve sıradan olanını da kendine almış, bunun nedenini sorduğunda ise, “Sen gençsin ve senin gençlik ihtiyaçların var” diye buyurmuştur.

  1. Az ve Öz Sınırlama ile Kontrol ve Hidayet Etmek 

Gençleri kontrol edip, yönlendirmek ve onları sapmalardan koruyup kollamak da toplum hayatının içerisinde gerçekleşmeli ve hayatın gerçeklerinden kopuk şekilde olmamalıdır. Gerçi bu konu, yalnızca gençlerin hâl ve davranışlarının düzeltilip, kontrol altına alınması için geçerli bir ilke değil, belki de herkesi ilgilendiren İslâm’ın genel bir öğretisidir. İslâm âlimleri bunu İslâmî metinlerden “Takva” adı altında bizlere sunmuşlardır. İslâm dininin asıl isteği olan ve bir kaide olarak üzerinde durulan konu, kişinin toplum içerisindeyken kendini günah ve tasvip edilmeyen işlerden korumasıdır. İzole edilmiş bir hayat yaşayıp, tahrik unsurlarından uzak kalarak bu tür günahlardan beri kalmak elbette mümkündür, fakat bu yöntemin etkisi kısa sürelidir. Tekrar tahrik edici unsurlar ile karşılaşınca ya da belli bir zaman geçtikten sonra, tekrar içgüdüler harekete geçer ve yine aynı sahneler yaşanmaya başlar.

İslâm öğretilerinden birisi olan “Hicret” konusu da hiçbir zaman tek başına yapılan ve yalnız bir hayat anlamına gelen bir eylem olmamıştır. Hicret, yoldan çıkmış, ahlâkî değerlerini yitirmiş ve kişiyi günaha sürükleyecek birçok faktörü içeren toplumlardan ayrılıp, insanın kemale ulaşmasını sağlayabilecek, gelişmesine ön ayak olabilecek yeni bir ortama girmek anlamındadır. Elbette yine de ayrılmak ve izole etmek son çare olduğunda hayatta tatbik edilebilir, ama bu yalnızca özel ve nadir durumlarda kullanılmalıdır. Öyleyse, gençlerin gelişim ve terbiyelerinde çokça engel ve sınırlamalar kullanılmamalıdır. Belki az ve öz sınırlamalardan istifade edilmelidir. Çünkü sınırlama, gençlik gibi kendine has, özel bir evrede istenilenin tam aksine, bir tahrik unsuru olup karşımıza çıkabilir. Allah’ın Resulü (s.a.a.) şöyle buyururdu: 

“İnsanoğlu engellendiği şeye karşı daha hevesli olur.”

Din Önderleri’nin (Masum İmamlar’ın) davranış ve buyrukları incelendiğinde onların da, kontrol ve yönlendirmenin toplum içerisinde olmasını istedikleri görülmektedir. Zaten kendileri de bunu hayatları içerisinde tatbik etmişlerdir. Bir rivayete göre Fazıl b. Abbas, Arefe gününde Allah’ın Resulü’nün (s.a.a.) yanında dururken, etrafta olan kadınlara bakıyordu. Peygamber Efendimiz birkaç kez eli ile onun başını çevirdi; fakat o, yine bu işe devam etti. Fahr-i Kâinat şöyle buyurdu: 

“Ey kardeşimin oğlu! Bugün öyle bir gündür ki; herkes gözüne, kulağına ve diline hâkim olursa günahları bağışlanır.”

  1. Kendini Kontrol Etmek ve İç Denetime Özendirmek

İslâmî dünya görüşünde insan, “irade” ve “seçme hakkına sahip” bir varlıktır. İnsan iradesinin kişilik ve davranışlarındaki etkisi öyle büyüktür ki, dış etkenler her ne kadar etkili olsa da, iradesini güçlendirmesi sayesinde bu gibi faktörlerin olumsuz etkilerini azaltabilir ve hatta onları bertaraf edebilir. Ama bu güçlü irade, kişinin kendisinde şekillenmediği sürece her zaman olumsuz dış etkenlerden etkilenme tehlikesi mevcuttur. Bu etkenler, insanın iç dünyasının da yatkın olmasıyla birlikte, gelişim ve kemale ulaşmasında yıkıcı sonuçlara sebep olabilirler. Ebeveyn (anne ve baba) ve eğitimcilerin bu yöndeki denetimleri, yani dış denetim olarak adlandırılan kontrol, kişiyi belli ölçüde hatalardan uzak tutabilse de kişideki ruhsal faktörler, şekillenip güçlü iradeye sahip olmadığı sürece, bu denetim ile çok fazla yol kat edilememektedir.

Âdemoğlunun doğasındaki bu önemli konuyu bilmek, bizi eğitim ve terbiyede kullanılacak oldukça mühim bir kaideye götürmektedir. Bu kaideye göre programlar ve tedbirler alınırken kişi odaklı olanları tercih edilmelidir. Bu gibi tedbirler, kişinin olgunlaşmasına engel olabilecek yıkıcı faktörler ile rahatça yüzleşmesini sağlayacaktır. Bu konu, işin içerisinde gençler olduğunda daha da önem kazanmaktadır. Zira gençlik dönemi, iradeyi güçlendirme ve olgunlaştırmak için en iyi zamandır. Bunun yanı sıra bu konu, kişisel sorumluluk alınmasında ve bunun sonucunda toplumsal sorumluluğa ulaşılmasında da etkili olacaktır. İradenin güçlendirilmesi, özellikle de kazanılan başarılardan sonra yeteneklerin geliştirilmesi ve tevazu vb. meseleler bu konuyla bağlantılı diğer neticelerdir. Bu da konunun dış denetime kıyasla üstün olduğunu bizlere gösteriyor. Dinî öğretilerin, nasihat ve ikaz gibi konularda yoğunlaşmasının sırrı da bu olsa gerek. Çünkü bu gibi yollar, kişinin kendi kaderi üzerindeki etkisini ve kendisini günahlardan alıkoymasını içeriyor. “Tevbe”(tövbe), günahtan uzaklaşmak ve nefsine hâkim olmaya en iyi örnektir. Çünkü tevbe’nin gerçek anlamı, günahtan el çekip bir daha ona yaklaşmamaktır. Bu oldukça mühimdir ve özellikle gençler için daha da önemlidir. Peygamberimiz Muhammed Mustafa (s.a.a.) şöyle buyurmaktadır: 

“Tevbe iyidir. Ama gençlerden olan daha da iyidir.” 

Peygamber Efendimizin (s.a.a.) diğer bir hadisinde ise; 

“Rabbimiz nezdinde en aziz kişi, tövbe eden gençtir ve hiçbir şeyin azizliği onun kadar olamaz” buyrulmuştur. 

Gençlerde nefse hâkim olup iradeyi güçlendirme konusunda bazı noktalara dikkat etmek gerekir. İslâm kaynaklarında nefse hâkim olabilme adına birçok yollar öğretilmektedir. Bunlardan birisi de oruç tutmaktır. Oruç tutmak, dürtülerin özellikle de cinsel dürtülerin dizginlenmesinde oldukça önemlidir ve bu eylem kalbin cilalanmasına da neden olmaktadır. Bu yüzden Masumlar’ın (a.s.) gençlere tavsiyesi, “eğer evlenemiyorsanız oruç tutun” olmuştur. Peygamber Efendimiz şöyle buyurur;

“Ey gençler! Evliliği anlayın; evlenemiyorsanız da oruç tutun. Zira oruç, şehvetin kökünü kurutur.”

Kendini kontrol edebilme ve günahtan alıkoyma becerisi, Allah’ın insana vermiş olduğu nefsin değerini anlamakta oldukça faydalıdır. İslâmî rivayetlerde, “Nefsin yüceliği” ve “Günahla mücadele” arasında çok anlamlı bir bağ kurulmuştur. Örneğin İmam Ali (a.s.) şöyle buyurur: 

“Nefsinin kerim olduğunun farkında olan insan, nefsin isteklerini oldukça değersiz görür.” 

“Nefsi korumak” ile Allah’ın bahşetmiş olduğu emanetler olarak İlâhî nimetler arasındaki ilişkinin anlaşılması, insanın yaratılıştan gelen değerlerinin farkına varılmasına sebep olacaktır. Örneğin; eğer “Gençlik çağını” sebepsiz ve beyhude bir nimet olarak telakki edersek, onu koruyup zayi olmaması için hiçbir gayretimiz olmaz ve böyle olunca da onu çarçabuk yitiririz. Cinsel dürtüler de aynı şekildedir. Onlar Allah’ın bizlere verdiği bir nimetidir. Onu doğru zaman ve doğru şekilde kullanmak icap eder. Yoksa, insan vücudunu esir alıp, onun yönlendirmesine ve ahlâkî kurallara ters düşen aykırı yollara sapmamıza neden olur.

“Genç egemenliği” ve “Çocuk egemenliği” terimleri bugünün modern dünyasında savunulan ve gençlik çağında nefsini korumaya yardımcı olan unsurların karşısında duran iki terimdir. Gençlerin her türlü istek ve arzularına tam itaati gerektiren bu bakış açısı, sorgusuz sualsiz onların tatmin edilmesi yönündedir. Hiçbir ahlâkî ve toplumsal sınırlama ve kurala bağlı olmayan böyle bir genç, nasıl olur da kendisini günah ve ahlâkî çöküntüden koruyabilir? Rivayetler bu konuyu şu şekilde değerlendirmektedir; Ayyaşî tefsirinde Ebu Basir’den nakledildiğine göre İmam Cafer-i Sâdık (a.s.);

“Oğlan çocuğa gelince: Onun anası-babası inanmış kişilerdi. Çocuğun onları azgınlık ve inkâra sürüklemesinden korktuk.” Ayetinin tefsirinde şöyle buyurmuştur: 

“Burada ebeveynin (anna ve babanın), evlatlarına olan aşırı sevgisi yüzünden evlatlarına kıyamayıp, ona uyup küfre düşmelerinden korkulmuştur.”

Ehl-i Beyt İmamları’nın altıncısı olan İmam Sâdık’ın (a.s.) tefsirinin genel anlamı şöyledir, bazen evlatlara özellikle de gençlere duyulan şiddetli sevgi, onların her türlü arzu ve isteklerinin yerine getirilmesine ve önlerine hiçbir engel konulmamasına neden olmaktadır. Ama oldukça açıktır ki, onların her arzuladığı doğru ve yerinde şeyler değildir ve yanlış istekleri de olabilir. Dolayısıyla tüm isteklerin karşılanması onları küfür ve batıla götürebilir.

  1. İyiliği Emredip, Kötülükten Menetmek Kültürünün Özellikle Aile İçerisinde Yaygınlaştırılması

Görüldüğü gibi İslâm öğretilerinin gençlere karşı saygılı olma konusunda edindiği ilkenin yanı sıra onların hiçbir zaman başıboş bırakmamasını ve sınırsız özgürlüklerini tasvip etmemektedir. İslâm kaynaklarında göze çarpan önemli noktalardan birisi, toplumun belli bir kesimini oluşturan ergen ve gençlerin iyiliği emredip, kötülükten sakındırma ilkesi doğrultusunda yönlendirilmeleridir. Gençlerin hata ve yanlışlara düşmesi ile iyiliği emredip, kötülükten sakındırma arasında derin bir bağ vardır. Yani, toplumun kültür anlayışında bu kişilerin yanlış ve hatalı davranışları karşısında, doğruya yönlendirme ve kötülükten sakındırma adında iki önemli faktör yoksa bunun neticesi, gençlerin yıkımı ve isyana sürüklenmeleri olacaktır. İmam Cafer-i Sâdık’ın (a.s.) bir rivayetinde ceddi olan Allah’ın Resulü’nün (s.a.a.) şöyle buyurduğu nakledilmiştir: 

“Kadınlarınız ahlâksız ve gençleriniz yoldan çıktığı zaman sizin hâliniz nice olur? Siz hâlâ iyiliği emretmeyip, kötülükten sakındırmıyor musunuz?”

Yüce Allah Kur’ân’da, anne ve babaları açık bir dille çocuklarını ahiret hayatını yok eden kötülük ve çirkinlikten vazgeçirmek ve korumakla görevlendirilmiştir. 

“Ey inananlar, kendinizi ve ailenizi bir ateşten koruyun ki onun yakıtı insanlar ve taşlardır. Onun başında gayet katı, şiddetli, Allah’ın kendilerine buyurduğuna karşı gelmeyen ve emredildikleri şeyi yapan melekler vardır.” 

Günahlardan arınmış Masum Önderler (a.s.), bu tür çirkinliklerden uzak durmayı, iyiliği emredip, kötülükten sakındırma ilkesi olarak yorumlamışlardır. İmam Cafer-i Sâdık bir hadiste şöyle buyurur: 

“Bu ayet indiğinde Müslümanlardan birisi yere çökerek ağlamaya başladı ve şöyle diyordu: Henüz kendimi günahtan korumayı becerememişken, ailemi günahlardan korumaya görevlendirildim! O sırada peygamber Efendimiz şöyle buyurdu: Senin için onları, kendi yaptıklarına emretmek ve kendinden uzak tuttuklarından sakındırman yeterlidir.”

Bu yüzden İslâm dini, hiçbir zaman ebeveynlerin evlatlarının yanlışları karşısında susmalarını onaylamamıştır. Toplumsal hayatta her Müslüman’ın görevi, diğerlerini yanlış davranışlardan uzak tutup, uyarmaktır. Hatta rivayetlere göre bu konu İslâm’dan önce de öğretilen ve tüm tevhidi dinlerde mevcut olan bir ilkedir. İmam Cafer-i Sâdık’dan (a.s.) nakledilen bir rivayete göre; Ben-i İsrail’de yaşlı bir adam, hep Allah’a ibadetle meşguldür. Bir gün ibadeti esnasında iki genci ellerinde horozla görür. Gençler horozun tüylerini yoluyor ve (o hayvana eziyet ediyorlardı), ihtiyar bu sahne karşısında ibadetine devam edip, gençleri bu yanlış davranışları karşısında uyarmadı. Allah Teâlâ da yere hükmetti ve yer onu içine aldı ve sonsuza değin ihtiyar orada gömülü kaldı.

 İmam Cafer-i Sâdık’ın (a.s.) gençlerin çirkinlik ve hatalar karşısında uyarmak konusu ile ilgili bir diğer rivayeti de şöyledir;

“Yaşadığı toplum tarafından yaptığı hata ve çirkinlik yüzünden uyarılmayan gence karşı Allah’ın vereceği ilk ceza, o toplumun rızkını azaltmaktır.”

Din Önderleri’nin (Masum İmamlar’ın) daha önce de değinildiği gibi pratik hayata aktarmamız için buyurduğu nasihatlerden birisi, gençlere karşı saygının korunması ve bunun yanında yanlış davranışları karşısında da tepki gösterilmesidir. İbrahim b. Mahzem şöyle der: 

““Bir gün İmam Sâdık’ın (a.s.) yanından ayrılıp, eve doğru gidiyordum. O esnada annem de benimle birlikteydi ve annemle aramızda sözlü bir tartışma başladı. Ben onunla sert bir dille konuştum. Ertesi gün sabah namazından sonra Hazret’in (a.s.) yanına gittim ve her şeyden önce bana: ”Ey Eba Mahzem! Neden geçen akşam annene çıkıştın? Onun karnının senin için bir mesken, eteğinin bir sığınak ve sinesinin de seni doyurmak için süt dolu kaplar olduğunu bilmiyor musun?” diye sordu ve ben de, biliyorum dedim. O hâlde bir daha onunla sert konuşma dedi”.”

Emr-i bi’l-ma’ruf ve nehy-i ani’l-münker “ olarak bilinen iyiliği emredip, kötülükten sakındırmayı çeşitli yollar ile uygulamak mümkündür ve o yollardan birisi de sözlü uyarıdır. Nasihat etmek veya ikazda bulunmak bunlardandır. Bazı ulama ve fakihler, bunun kapsamının tüm ekonomik, toplumsal ve kültürel faaliyetleri kapsayacak kadar geniş olduğunu ifade ederler. Hatta gençlik kamplarının düzenlenmesi, sportif ve kültürel kulüplerin kurulması, müsabakaların yapılması vs. hepsi iyiliği emredip, kötülükten sakındırmak için birer örnektir. Bu kitap, konunun genişliği ve örneklerini ziyadeleşmesi açısından her noktaya değinmek için yeterli değildir. O yüzden aşağıda anlatılanlar bu mühim konunun içeriğinde değinilmesi gereken bazı konuları anlatmaktadır.

  1. İyiliği İsteyen Nasihatler

İyiliği isteyen nasihatler; iyiye yönlendirip, kötülükten alıkoymaya örnek olan bir mesele olduğu için, toplum üzerinde bir hayli olumlu sonuçları vardır. İşe yararlılığı öyle önemlidir ki; İslâm dini halkı, devlet adamları ve hükmedenlerine karşı nasihat etmekle de görevlendirmiştir. Anne ve babalarının evlatlarına, öğretmenlerin öğrencilerine ve tüm toplum bireylerinin birbirlerine karşı müşfik ve samimi nasihatleri, iyi niyetler içeren ikazları, iyiliklerin yayılmasına, kötülüklerin, İslâmî ve insani değerlerle uyuşmayan davranışların önünün alınmasına sebep olacaktır. Maalesef günümüzde Liberalist düşüncenin sözde insan özgürlüklerini savunması yüzünden bu önemli öğreti, kişilerin özel hayatına müdahale olarak görülüp, ona karşı çıkılmaktadır. Tabiî, bu konuda unutmamak gerekir ki, her söylenen söz iyi niyetli nasihat değildir. Bazen açıkça yapılmış bir ikaz iyi niyetli ve müşfik olmayabilir ve yerinde söylenmeyen bu söz, kişiyi doğruya yönlendirmek yerine, inat ve inkâra götürecektir.

Gençler, diğerlerine nazaran daha çok iyiliği isteyen nasihat ve samimi yönlendirmeye ihtiyaç duyarlar. Çünkü bu gelişim evresinde kişi, neyin doğru, neyin de yanlış olduğunu bilmeye oldukça ihtiyaç duyarlar. Bunun yanı sıra gençler, ruhî ve mantıkî gelişmeye yeteri kadar ulaşamadıkları için, bu kişilerin yanlış davranış ve hatalara yönelmesi oldukça kolaydır. Bu noktada ebeveynlerin, öğretmenlerin ve toplum büyüklerinin samimi ve içten nasihatleri bu boşluğu doldurmaya yardımcı olacaktır. 

Masum Önderler’in (a.s.) davranış ve sözleri de, onların bu yolu kullandıklarının bir göstergesidir. Daha önce de aktardığımız bir rivayete göre Peygamber Efendimiz (s.a.a.) Hac döneminde -rivayetin içeriğinden genç bir akrabası olduğu anlaşılan- gencin kadınlara baktığını fark eder. Allah’ın Resulü (s.a.a.) ona şöyle nasihatte bulunur: 

“Kardeşimin oğlu! Bugün öyle bir gündür ki, kim gözüne, kulağına ve diline sahip çıkarsa Allah onu affedecektir” 

İmam Cafer-i Sâdık’ın (a.s.) değerli babaları İmam Muhammed Bâkır’dan (a.s.) naklettiği bir rivayete göre, Peygamber Efendimiz (s.a.a.) Arafat’a doğru giderken, oldukça yakışıklı bir genç olan Fazıl b. Abbas’ı kendisine yol arkadaşı yapmıştı. Bu sırada kız kardeşi ile birlikte hareket eden bir Arap ile karşılaştı. Adam, Allah’ın Resulü’ne (s.a.a.) bir soru sordu ve Peygamber de ona cevap verirken Fazıl b. Abbas adamın kız kardeşine bakıyordu. Fahr-i Kâinat, elini Fazıl’ın gözüne tuttu ama o başka taraftan bakmaya devam etti. Arap ile Allah’ın Resulü (s.a.a.) arasındaki diyalog bittikten sonra Fazıl’a döndü ve elini omzuna koyarak şöyle buyurdu: 

“Bu günlerin ‘Eyyamun ma’dudat (sayılı günler) olduğunu bilmiyor musun? Bu günlerde kim eline, gözüne ve diline sahip çıkarsa Rabbimiz, ona gelecek yılın hac sevabını yazar.”

Bu iki rivayetin incelenmesi bize hata yapan ergen ve gençlerin ikaz edilmesi adına öğretici noktaları göstermektedir. Örneğin: 

  • Bu hayat tarzı içerisinde yaşayan gençleri ikaz ederken, doğrudan ve emir içeren cümleler yerine (yani gözünü kapat, bakma vb.) dolaylı ve emir içermeyen cümleler ile uyarmak daha münasip olacaktır. Bu hassas noktaya dikkat etmek, kişiyi sözün içeriğine yönlendirecektir. Birey de bunu özgürce ve gönül rahatlığı ile uygulayacaktır. Çünkü bu şekilde onun bağımsızlık arzusu müdahale edilmemiş ve nefsine saygı duyulmuş olunacaktır. 
  • Nasihat, korku ve kaygı yaratmaktan ziyade ergen ve gençlerden beklenen olumlu davranışların güzelliğini ve doğuracağı önemli sonuçları içermelidir. 

Bu durum, insan psikolojisine özellikle de bu hassas dönemde bulunan ergen ve gençlerin hâlet-i ruhiyesiyle uyuşmaktadır. Hatta bu tür nasihatler, kişiyi yalnızca yanlış fiillerden uzaklaştırmaz, belki de ona doğru yolu da gösterir. Bu yöntem, gençlerin psikolojik ve ruhsal durumlarının göz önünde tutulması ve özellikle de ruhî buhran ve bunalımlarla mücadele ettiği böylesine bir dönemde, psikolojik problemlerinin daha da alevlenmesini engelleyecek ve genci doğru yola götürecektir. Ama bazen de olumsuz davranışların kötü sonuçlarını, bu sonuçları bilip umursamayan gençlere hatırlatmak, umut vermekten daha etkili olabilmektedir. İmam Hasan’ın (a.s.) kahkahalar atarak kendinden geçen bir gence karşı takındığı tavrı bu doğrultuda yorumlayabiliriz. Tabersî’nin Mecmau’l-Beyan’ında geçen bu rivayetten almamız gereken ders, gencin nasihat edeceğimiz konu hakkında bilgisinin olup olmadığını bilmemizdir. Bu yüzden İmam Hasan (a.s.), öncellikle gence şu soruyu sorar: “Herkesin öldükten sonra ahirete gideceğinden haberin var mı?” Daha sonra da İmam (a.s.), ona bilgisinin kaynağını sorar ve gencin bilgi sahibi olduğundan emin olduktan sonra onu ikaz eder. Bunların yanı sıra, ikaz edeceğimiz konu hakkında soru sormak, kişiyi bildiklerine sevk eder ve bu da onun öğrenip, bilgiyi biriktirmenin ve hayatta doğru ve yerinde kullanmamanın bir değerinin olmadığını gösterir. Maalesef, birçoğumuz bu bilgileri farklı yollardan örneğin; anne-baba, kitap, mecmua ve öğretmenlerden öğrenir ama hayata asgarî şekilde yansıtırız. Hâlbuki, yalnızca birkaç nasihat dinleyip, bunu hayatımızda pratiğe döksek, oluşacak değişiklik, zamanla unutulur hâlde olan kullanmadığımız birçok bilgiyi beynimizde depolamakla karşılaştırılamaz bile. 

Ergen ve gençlere karşı uygulanan hayrı isteyen iyi niyetli ikaz ve şefkat içeren nasihatler, psikolog ve eğitimci bilim adamları tarafından da onaylanmaktadır. Gençlerin kapasitelerinin tanınması, bizim onların sorunlarını çözmemizde bir hayli yardımcı olacaktır. Kişi bu yolla, yaptığı davranışların sonuçlarını görecek, kendi yeteneklerini, problemler ile mücadele ederek olumlu sonuçları olan doğru davranışları seçmekte kullanacaktır.

  1. Olumsuz Davranışlar ve Sonuçları Hakkında Bilgilendirmek

Gençlik döneminin özelliklerinden bahsederken, onların deneyim ve tecrübelerinin az oluşundan söz etmiştik. Bu deneyimsizliğin temeli öncelikle hayata dair olan yaşanmışlığın az oluşu, ikinci olarak da, bu çağdaki duygusal, ruhsal ve şehvanî güdülerin karşı konulmaz üstünlüğüdür. İslâm kaynaklarına göre “cehalet” ve “bilgisizlik” yoldan sapmanın, hataya duçar olmanın esas nedenleridir. Bilgisiz ve cahil insan kolaylıkla her türlü çirkinliğe bulaşır. Bu yüzden olumsuz davranış, hata, ahlâksızlık ve suçlar ile savaşta en önemli usullerden biri, bu gibi davranış ve sonuçları hakkında kişiyi bilgilendirmektir. Bu yönde bilgi ve ikazlar, kişiye hususi bir basiret kazandırarak onu, özellikle de genci yoldan çıkmaktan koruyacaktır. Tabiî ki, bu konunun hangi yöntem ve kalıpta gerçekleşeceği de son derece mühimdir. Bu konuda psikolog ve eğitim uzmanlarından yardım almak bir hayli önemlidir. 

Bu tarz bilinçlendirme ve bilgi paylaşımının tek başına kişiyi yoldan çıkarabileceği gibi sözler söylenebilir. O yüzden kişi, olumsuz davranışlarda bulunmadıkça, ona böyle bilgilerin verilmesinden kaçınmak gereklidir denilebilir. Misal olarak; zina, eşcinsellik, mastürbasyon vb. gibi diğer cinsel sapkınlıklardan habersiz olan veya genç bir kızın karşı cins ile arkadaşlık yapıp, onlarla sohbet etmesinin veyahut hemcinsi ile bazı yakınlaşmaların bilincinde olmaması gibi örneklerde, bu konu hakkında bilgisi olan bir kişiden daha az tehlike altındadır ve aslında bu gibi bilgilerin kendisi de ergen ve genç için bir tehlike kaynağıdır. Çünkü şahsın bugüne kadar böyle bir konu hakkında hiçbir bilgisi olmamış ve böyle bir davranışta bulunmak belki de aklından dahi geçmemiştir. Ama şimdi, bu dalalete düşürebilecek konular hakkında bilgi sahibi olduğundan, bu tip davranışlarda bulunma olasılığı artmıştır. Özellikle de araştırma ve merak etme ruhunun kişiye hâkim olduğu gençlik evresinde, bu konuları kendi bağımsızlığına halel gelme ihtimaline karşı, ailesi ve büyüklerine bir koz olarak kullanabilir. Buna karşılık, gençlere bu tür davranış ve sonuçları hakkında sağlıklı bilgi vermek ve onları ahlâkî kurallar ile tanıştırmak oldukça müsbet bir harekettir. Hâl böyle olunca da yukarıda değinilen meseleler artık göz ardı edilebilir. Zira günümüz toplumunda ergen ve gençlerin her türlü bilgiye ulaşmaları son derece kolaylaşmış, tabiri caizse gözü, kulağı açılmış durumdadır ve bu bilgiler de onlara yeni bir şeyler öğretmeyecektir!

Peki, öyleyse gerçek nedir ve ne yapılmalıdır? Bize göre insanları hatalardan alıkoymak adına onları bilgilendirmenin işe yararlılığı konusunda hiçbir şüphemiz yoktur. Önemli bir noktayı da unutmamak gerekir ki, eğitim ve terbiyede genel bir reçete yoktur. Bu reçetenin içeriğini karşımızdaki kişinin davranış ve durumu belirler. Dolayısıyla ne herkese, olumsuz fiillere karşı bilgilendirmenin işe yararlığı inkâr edilebilir ne de bu bilgilerin herkes için her zaman ve aynı şekilde verilebileceği savunulabilir. Örneğin; ergen ve gence, laf atmanın ve karşı cinse bakmanın yanlışlığı hakkında bilgi vermek, onun bu tasvip edilmeyen ahlâkdışı konuları öğrenmesine yol açar bahanesiyle bilgi aktarılmaması gibi. Buna mukabil, bazı yanlış eylem ve fiiller karşısında kişiye yanlışa düşmeden önce konu hakkında bilgi vermek gerekmektedir. 

Tüm bunların yanı sıra, İslâm kaynaklarına göre bu gibi bilgi ve uyarılar ergen ve gence yumuşak ve dolaylı ve tatlı bir dille anlatılmalıdır. Bunlara en iyi örneği Yusuf suresinden verebiliriz.

  1. Yoldan Çıkmışların Oyun ve Hilelerine Karşı Bilinçlendirmek

Bundan önce, ergenlik ve gençlik dönemlerinde duyguların ağır basıp, aklın önüne geçtiği ve gençlerin hayat deneyimsizliklerinden bahsedilmişti. Bu eksiklikler, kişinin olayların gerçek boyutlarını ve bunların onu da ilgilendiren sonuçlarını görememesine neden olmaktadır. Ayrıca tüm bunlar, kendi geleceği ile ilgili açık bir görüntü edinebilmesini engellemektedir. İşte bu deneyimsizlik, ergen ve gencin kişi ve gruplara oldukça kolay kanmasına, özellikle de ailevî ve toplumsal faktörler bu ortamın vuku bulması için uygunsa yol açmaktadır.. Örneğin; aile ve arkadaş çevresi genci yeterince derk edip, anlamıyorsa genç, kolaylıkla kendini iyi niyetli gösterip, ancak, aslında onu istismar etme peşinde olan kişilere bağlanabilir. Bu gibi kişiler ilk başta kendilerinin iyi niyetli, gencin geleceğini düşünen ve ona karşı en ufak bir art niyet beslemeyen kişiler olarak tanıtırlar ve sanki kişiye güzel bir gelecek sunmak için çalışıyormuş izlenimi uyandırırlar. Bu gibi oyun ve sahtekârlıklarla gence hayatı ve konumlarını güllük gülistanlık gibi gösterip, onu uçuruma sürüklerler. Suça bulaşmış çocuk ve gençlerin hikâyelerine bakıldığında, bu kişilere nasıl kandıkları ve onların oyunları yüzünden nasıl suç dünyasına itildiklerini rahatlıkla görebiliriz. Unutulmamalıdır ki, eğitmenlerin ikazları büyük ölçüde gençleri bu tehlikelerden korumaktadır. Tabiî ki, bu da yalın hâliyle bunları önlemek için yeterli bir yol değildir. Fakat bu ikazlar, gençlerin ruhunda aynı bir alarm gibidir ve gençlere bilgi ve doğru bir bakış açısı sağlar. İşte bu yüzden yoldan sapmaların önünü almak için etkili bir silahtır.

Açıkçası, ikaz eden kişi genç tarafından ne kadar sevilip sayılıyorsa, bu ikaz daha etkili olup, daha bir kabul görecektir. Başka bir deyimle, aile ve eğitmenlerin ikaz ve uyarılarının işe yararlılığı önceden kurulmuş duygusal müsbet ilişkilerin sıkılığına bağlıdır. Ama maalesef bu duygusal ve ruhsal ilişkinin yoksunluğuna bağlı olarak, genelde bu gibi ikazlar boşa giden bir avuç lafın ötesine geçememektedir.

Sapkın ve batıl yol üzere olan kişilerin oyunlarını açığa çıkarıp, onların yapmak istedikleri hakkında gençleri uyarmak; emr-i bi’l-ma’ruf ve nehy-i ani’l-münker’e yerinde bir örnektir ve bu, ergen ve gençlerin yanlış yola sapmasına engel olmak demektir. Ebu Basir, İmam Cafer-i Sâdık veya İmam Muhammed Bâkır’dan naklettiği bir rivayette bu konuya değinmiştir. 

“Lût’u da gönderdik. Toplumuna şöyle demişti o: “Öyle bir iğrençliğe bulaşıyorsunuz ki, sizden önce âlemlerden bir tek kişi bunu yapmamıştır.”

İmam (a.s.), Lut Kavmi’nin nasıl yokluğa doğru sürüklendiği ve Şeytanın bu kavime mensup insanları ne şekilde kandırdığından bahseden yukarıdaki ayet-i kerimenin tefsirinde şöyle buyurmuştur;

“Şeytan, hoş ve cezbedici bir simayla onların gençlerine gitti (bu nokta en iyi başlangıcın gençler olduğunu ve bunun için gençlerin beğendiği stil ve tarzların kullanıldığını görülmektedir) ve gençlerden onunla birlikte olmalarını istedi. Bu şehvani zevki onlara tattırdıktan sonra onları birbirleriyle ilişkiye itti. En başta nefsini korumayı başarmış ve kendisini cinsel eziyetlere maruz bırakmayan genç, şimdi cinsel doyuma ulaşmak adına kendine bu eziyeti reva görmeye başlamıştı. İşte böylece eşcinsellik Lut kavmi arasında yayılmaya başladı.” 

  1. Pozitif Tedavi Metodu, Olumlu ve Doğru Davranışların Ortaya Çıkarılıp Takdir Edilmesi

Gençlerin hata ve olumsuz davranışları karşısında, onların yaptığı iyi ve olumlu davranışlarına odaklanıp, bu yönlerinin güçlenmesini sağlamaya pozitif tedavi metodu denir. Elbette pozitif tedavi, pozitif düşünce ile birleştirildiğinde etkili olmaktadır. Bundan önceki konularda ergen ve gençlerin konumlarından bahsederken, Masum İmamlar’ın (a.s.) en önemli plan ve hedeflerinin, toplumun gençlere karşı bakış açısını düzeltmek olduğundan bahsetmiştik. Bunun başarılması için de, gençlerin olumlu yönlerini gözler önüne sermek, bu gerçekçi ve gerekli ruhu, toplum içerisinde hâkim kılmak icap etmektedir. Hiç çekinmeden şu gerçek savunulabilmektedir; birçok rivayet ve hadis, ergen ve gençlere karşı pozitif bakmayı ve iyimser olmayı içermektedir. Bu konu, gençlere toplumsal sorumlulukların yanı sıra ekonomik, siyasî ve kültürel alanlarda sorumluluklar verildiğinde kendini gösterdiği gibi, olumsuz davranışlar karşısında da kendini göstermesi açısından bir hayli önemlidir.

Tasvip edilmeyen uygunsuz davranışların dikkate alınmasından daha önemli bir gerçek de, ergen ve gençlerin olumlu, müsbet özelliklerine ağırlık verip, onların bu iyi ve yerinde davranışlarına değer vererek bu davranışları ve özellikleri güçlendirmek suretiyle kişiliklerinin gelişimini sağlamaktır. Maalesef, birçok insan, gençlerin hata ve uygunsuz hareketleri ile karşılaşınca, onların müsbet yön ve yeteneklerini bir çırpıda unutmakta ve tabir yerindeyse, bardağın dolu kısmını görmek yerine, hep boş olan kısmını görmektedirler. Bu pesimist (kötümser) yaklaşımlar, ergenlik çağındaki gençlere karşı olumsuz davranışlar için bir zemin hazırlamakta olduğu hakkında, daha önceki konularımızda da bu davranışların bazı yan etkilerine vurgu yapmıştık. 

Pozitif tedavi metodu ile, yani olumlu ve doğru davranışların ortaya çıkarılıp takdir edilmesi yöntemi ile gençlerin iyi ve müsbet davranışlarını ıslah ve terbiye aracına dönüştürebiliriz. Özellikle yapıcı etkisi kesin olan davranışlar bu konuda belirleyici bir öneme sahiptir. Zaten İslâmî rivayetler de bizi bu detaya yönlendirmektedirler. Örneğin, bir rivayete göre Ensar’dan bir genç Peygamber Efendimizin (s.a.a.) kıldırdığı cemaat namazında hazır bulunmasına rağmen çok çirkin ve beğenilmeyen davranışlarda bulunuyordu. Büyükler bu konudan rahatsızlık duyup çare aramak için Allah’ın Resulü’nün (s.a.a.) yanına gittiler. Peygamber (s.a.a.) bu kişilerin dikkatini o gencin yaptığı olumlu ve müsbet hareketlere yani namazı cemaatle ile kılmasına çekerek; “Bu iyi davranışı, bir gün o kötülüğü yok edecektir.” diye buyurmuş ve gerçekten de öyle olmuştur.

Pozitif düşünmek ve pozitif tedavi, insanların hidayeti ve terbiyesinde önemli bir konuma sahiptir. Ama özellikle gençler ve ergenlerin terbiye ve eğitiminde bu daha bir önem kazanmaktadır. Bu yüzden gençlerin en ufak olumlu yönleri bile ebeveyn ve öğretmenleri tarafından göz ardı edilmemeli ve aksine bu en iyi şekilde onların terbiye ve eğitimi için kullanılmalıdır. Rivayetlerde yapılmış oldukça ilginç karşılaştırmalar da konuya ayrı bir değer katmaktadır. Örneğin;

“Allah katında günahkâr ama gönlü zengin ve cömert bir genç, ibadet ehli ama cimri bir ihtiyardan daha sevimlidir.” İslâm öğretileri, gençlerin toplum içerisinde ve sosyal hizmetlerde aktif ve etkin bir rol üstlenmesini ve bunun sayesinde dinî, sosyal ve ahlâkî değerlerinin şekillenmesi gerektiğini, dolayısıyla da birçok günah ve hatadan uzaklaşacaklarına vurgu yapmaktadır.

İslamî Görüşe ve Psikolojik Çalışmalara Göre Çocukların ve Ergenlerin Cinsel Eğitimi

Dr. Ali Naki Fakihî, Dr. Muhsin Şukufa Yekta, Ekrem Perend

Çeviri: Nurcan Altun

Öz

Cinsel eğitim, eğitim alanındaki önemli konulardan biridir. İnsanın şahsiyetinin nasıl şekil alacağı üzerinde önemli bir role sahiptir ve insanın düşüncelerini, duygularını ve davranışlarını etkiler. Bu konu önemli olmakla birlikte, özellikle de bizim ülkemizde bu alanda yapılmış kapsamlı ve uygun programlar yoktur. Gençlerin çoğu cinsel bilgilere uygunsuz kaynaklardan ve yanlış yöntemlerle ulaşmaktadırlar ve bu konu hakkında yeterli bilgiye sahip değillerdir. Batılı ülkelerde de çeşitli cinsel eğitimlerin varlığıyla beraber, henüz ergenlerden çoğunun bu alanda gerekli bilgilere sahip olmadıkları görülmektedir. Bu makalenin hedefi İslam kültüründe ve psikolojik araştırmalarda uygun cinsel eğitimlerin hedeflerinin, usullerinin, içeriklerinin, üsluplarının ve faydalarının incelenmesidir. Bu makalede İslami metinler ve psikolojik çalışmaların geçmişi incelenerek cinsel eğitimlerin önemi ve zarureti, uygun yöntemleri ve kaynakları ve cinsel sapmaların önlenmesi konuları incelenmiş ve sonda cinsel eğitimler hakkında sonuç alınmaya çalışılmıştır. 

Anahtar kelimeler: Cinsel eğitim, cinsel sapmalar

Giriş

Cinsel içgüdüler ve gelişmesindeki etkenler, kız ve erkek çocuğun cinsel motivasyonu, rolü ve nasıl karşılanması gerektiği gibi konular, tarihi elimizde olan Yahudilik ve Hıristiyanlık gibi ilahi dinlerin izleyicileri arasında gündeme gelmiştir. Mevcut kaynaklara bakılarak cinsel eğitimle, özellikle de buluğ çağındaki ergenlere nasıl eğitim verileceğiyle ilgili farklı bakış açılarının ibraz edildiği söylenebilir. İnsanlar, onların başında da enbiya ve ulema, cinsel eğitime önem vermiş, özel bölümlerde üzerinde çalışmışlardır (İsmailî, 1381).

Aynı şekilde Kuran’da, hadiste ve ardından ahlak ve fıkıh kitaplarında, özellikle nikâh konusunda, muhtelif dönemlerde doğrudan veya dolaylı şekilde cinsel konular işlenmiştir. Günümüzde, Freud’dan Young’a, Adler’e,  Herney’e, Führler’e ve Frankl’a kadar, psikologlar da cinsel konularla ilgili farklı konular ve görüşler ortaya atmışlardır (Fakihî, 1384).

Cinsel Eğitim ve Önemi

Her ergen, üremenin fizyolojisi ve anatomisiyle ilgili bazı noktaları öğrenerek bir tutuma sahip olur. Bu tutum onun gelecekteki cinsel davranışını etkiler. Üremeyle ve cinsel konularla ilgili bilgilerin cinsel davranış ve buna karşı tutum göz önünde bulundurularak hazırlanmış planlı programlar doğrultusunda öğretilmesine cinsel eğitim denir. İslamî bakış açısına göre cinsel eğitimin hedefi, cinsel konularla ilgili sağlıklı bir tutumun oluşturulması ve uygun bilgilerin anlatılmasıdır. Ayrıca ruhsal sağlık kazandıracak ve toplumsal uyumla sonuçlanacak öğretileri içermeli ve toplumsal uyumsuzluk ve ahlaki bozuklukları en az seviyeye indirmelidir (a.e).

Gerçekte İslamî açıdan cinsel eğitimin maksadı, kişinin buluğ yaşına geldiğinde cinsel konularda helal ve haramı birbirinden ayırabilmesini, karı-kocalık vazifeleri hakkında bilgi sahibi olmasını, başıboşluktan sakınmasını ve İslamî iffet kurallarını huy edinmesini sağlayacak şekilde eğitilmesidir.

Cinsel davranış ve motivasyon, içgüdüseldir ama çevresel faktörlerin etkisi altında tamamen doğal kalmaz ve başka yönlere kayar. Bu yüzden cinsel yaşamın gelişimini tamamlaması doğaya bırakılamaz ve doğru biçimde eğitilmesinden gaflet edilemez. Aksine istenilen hedeflere ulaşmak ve cinsel faaliyetlere yön vermek için çalışmak gerekir. Doğru yönlendirilmeyen ve belirli bir programın izlenmediği cinsel faaliyetler, beden ve ruh sağlığını tehlikeye atan sorunlar yaratır. Diğer taraftan çocuğun ergenlik ve gençlik yaşlarına kadar kendi haline bırakılması ve doğru eğitimin verilmemesi onu, insanın yaratılışının hedefi olan saadete ulaşmaktan alıkoyar.  İmam Ali (a.s) edebe sahip olunmamasını ve doğru eğitimden mahrum olmayı bütün kötülüklerin sebebi olarak görmüş ve şöyle buyurmuştur: “Edepsizlik ve sahih eğitimden mahrumiyet, her kötülüğe sebep olur.” (İbn-i Ebi’l-Hadid, tarihsiz, s. 258)

Bu vasıfla ebeveynler, öğretmenler ve çocuk bakıcıları, doğrudan ve dolaylı eğitimlerle, çocuklarda ve ergenlerde cinsel bilgilerin ve kontrol becerilerinin, doğal gelişimle beraber artacağı bir ortam oluşturmalıdırlar. Böylece kendi istek ve iradeleriyle cinsel yanlışlardan kaçınabilmelidirler. Her dönemde değerler ve dinî kıstaslar öğrenilirken ve kontrol becerileri geliştirilirken doğru ve kâmil şekilde cinsel konuların eğitimi, kişileri kurtuluşa ve bozulmadan sakınmaya yönlendirir, toplumu ve genç nesli ruh sağlığına kavuşturur.

Psikolojik Araştırmalarda Cinsel Eğitimin Faydaları 

Huston, Martin ve Foulds’a göre (1990) cinsel eğitim seminerlerine ve programlarına katılan kişiler, ergen çocuklarıyla cinsel konuları daha rahat konuşabiliyorlar. Yine bu ebeveynler çocuklarına cinsel konularla ilgili okunacak uygun kitaplar temin ediyorlar (Caron ve meslektaşları, 1993). Adeloye’nin araştırması (1991) çoğu ebeveynin, çocuklarının cinsel eğitimle ilgili bir ders almasını onayladığını göstermektedir. King, Parisi ve Odwyer’in (1993) araştırmaları, hiç cinsel eğitim almamış katılımcıların sadece yüzde 18’inin, cinsel eğitim almış olanların ise yüzde 86, 5’inin çocuklarıyla cinsel konular hakkında konuştuğunu göstermektedir. Araştırmacılardan bazılarının dikkat çeken sorularından biri şudur: Acaba gençlere bir dönem cinsel eğitim verilmesinin onların gelecekte çocuklarıyla cinsel konular hakkında konuşma istekleri üzerinde bir etkisi olacak mı, olmayacak mı? Çeşitli araştırmalar, bu eğitimlerin katılımcılar üzerinde uzun dönemli etkisi olduğunu gösteriyor.

Genel olarak gençler, cinsel eğitim kurlarında kendi değerlerini ve cinsel görüşlerini anlatabilir, fikir alışverişinde bulunabilirler (Rodriquez, 1989). Pillai ve Yates (1993), ergenlerde cinsel sapmaların ve hamileliğin önlenmesi yolunda ilk adımın cinsel eğitim kurları olduğuna ve bu programların olumlu sonuçlar yaratacağına inanıyor. Okullarda doğru cinsel eğitimin verilmesi, ergenlerin cinsel konularda sorumluluk duygusunun ve idrakinin artmasını sağlamaktadır (Menew ve meslektaşları, 1998). Genel olarak cinsel eğitim programları ergenlerin cinsel konular hakkında bilgisini sabırla artırıyor (Veiser ve Van-Bilsen, 1994). Cinsel eğitim programları daha geç cinsel ilişkiye başlamayı (Yorgensen, Pats ve Camp, 1993; Carbay, Bart , Leland ve Fotro, 1991; Zabin, Hersch, Smith, Street ve Hardy, 1986) ve eğitim alanlarda hamileliğin ve kürtajın daha az görülmesini sağlıyor (Vinest, Clairy ve Scholvictor, 1978; Williams, Achelys ve Norton, 1985).

Cinsel eğitimin tesirleri üzerinde çalışan birçok araştırmacı, cinsel eğitimin cinsel faaliyetleri, hamileliği ve kürtajı azalttığı sonucuna varmışlardır (Dars, Chaiks-Darend, Maorin ve Viola, 1989; Daikas ve Costner, 1990; Edwards, Stinman, Arnold ve Hackanson, 1980; Howard, McCab, 1990; Nofstad, 1992; İsveç Ulusal Kurulu, 1978; Schink, Belight, Gylcherst ve Brad, 1981; Turner, Corpita, Moon ve Hill, 1993).

Bazı araştırmaların sonucu, cinsel eğitimlere katılan kişilerin cinsel davranışlarında veya cinsel birliktelik sayılarında hiç artışın görülmediğini göstermektedir (Anderson ve meslektaşları, 1990; Dawson, 1986; Freastberg, Moor ve Peterson, 1985; Cow, Sanstin ve Polk, 1992; Philiber ve Tatum, 1982; Pickidy- Wiess, Deiss-Louyang, Andrade, Paulus ve David, 1990; Spencer, 1978). Birçok araştırma, cinsel eğitimin cinsel faaliyet düzeyine etkisi olmadığını göstermiştir (Baldwin, Whitely ve Baldwin, 1990; Berger, 1987; Bernard ve Schwartz, 1977; Blanchard, Naring, Micheud ve Dobowitz-Arber, 1993; Davidson ve Darling, 1986; DeFine Olivarius, Warm, Peterson, Crone ve Laing, 1992; Dignan, Denson, Enspaugh ve SeaMitch, 1985; Esan ve Zilmann, 1987; Herltz, 1993; Corbay, 1985; Riz ve Zimmerman, 1974; Sachundhavat, Lang Tungkam, Canato ve Cachaest, 1988; Seagall, DeClement, Dubain, Crasosky ve Saliba, 1995; Wiess, Rabinowitz ve Roxtal, 1992; Willant ve John, 1992; Yarber ve Anu, 1981.) Elbette az sayıda araştırma, cinsel eğitimin, eğitim alanların cinsel faaliyetlerini artırdığını da gösteriyor (Marsiglio ve Moot, 1986)

Cinsel Eğitimin Hedefleri

Cinsel konular hakkındaki araştırmaların geçmişi incelendiğinde, bu alanda araştırma yapan araştırmacıların çoğunun cinsel eğitimin aşağıdakilere benzer hedefleri olduğunu hatırlattığı görülmektedir:

1- İstenmeyen hamileliklerin önlenmesi.

2- Bulaşıcı cinsel hastalıkların azalması.

3- Bu alandaki yanlış bilgi oranının azaltılması.

4- Ergenlerin ve gençlerin cinsel konularda doğru kararlar almalarına yardım edilmesi. 

5- Ergenlerin, kadının ve erkeğin toplumdaki rolü hakkında soru sormalarına ve düşünmelerine yardım edilmesi. 

6- Cinsel duyguların gösterilebileceği ahlaki çerçevenin oluşturulması (Reeses, 1993)

Bu hedeflerin, cinsel eğitimin hedeflerinin küçük bir parçası olduğu açıktır. Cinsel kimliğin geliştirilmesi, cinsel ilişkilerin sağlıklı hale getirilmesi ve cinsel sapmaların önlenmesi, cinsel eğitimin muhtelif toplumlardaki önemli hedeflerindendir. Cinsel eğitimin Batı’daki geçmişi, hedeflerinin daha da genişlediğini göstermektedir. Günümüzde eğitim programlarının daha çeşitli ve geniş çaplı hedefleri vardır. Bazı araştırmacılar, cinsel eğitimlerin mahsul vermesi için belirlenmiş hedefler ve kabul edilmiş yöntemlerle, dakik ve yerinde müdahalelerin lazım ve gerekli olduğunu söylemektedir(Mellanbi, Philips ve Trip, 1992).

Cinsel Eğitim Esasları

Cinsel eğitim esaslarından kasıt, cinsel eğitimde riayet edilmesi gereken genel diyebileceğimiz kurallardır. Bu esaslar çoğunlukla bütün yaş sınıflarında vardır (Fakihî, 1375). Burada bu kurallardan bazılarını İslam’ın bakış açısından inceleyeceğiz. 

1- Cinsel içgüdünün doğal ve temiz bir şey olduğuna teveccüh esası: Hadis metinlerinde bu ihtiyacın doğallığı, temizliği ve aşağılık olmadığı üzerinde durulmuştur. Örneğin Peygamberimize (s.a.a) Müslümanlardan bazılarının eşlerinden uzaklaştıkları ve ibadetle meşgul oldukları haberi ulaşınca, onları kınayarak şöyle buyurmuştur: “Kadınlardan yüzünüzü mü çevirdiniz? Oysa ben (sizin Peygamberiniz olduğum halde) bu işe yüz çevirmedim ve gündüz yemek yiyorum (her gün oruç tutmuyorum), gece de uyuyorum (bütün geceyi ibadetle geçirmiyorum)? Öyleyse kim benim sünnetimden yüz çevirirse benden değildir.” Bu münasebetle Allah Teala şu ayeti nazil etmiştir: “Ey inananlar, Allah’ın size helal ettiği tertemiz şeyleri haram etmeyin kendinize ve aşırı gitmeyin. Şüphe yok ki Allah, aşırı gidenleri sevmez.” (Maide/87) (Allame Tabatabaî, 1360)

Resulullah’ın (s.a.a) bu davranışı ve bununla ilgili ayet, kadın ve erkeğin birbirine meyletmesinin doğal ve iyi olduğunu göstermektedir. İnsanın yemeye ve uyumaya olan meyli gibi kendiliğinden kınanmış değildir. Aksine insan, Allah’ın yiyecek gibi nimetlerinden faydalandığı ve lezzet aldığı gibi doğal olarak cinsel içgüdülerden de zevk almalı ve onu bastırmaktan kaçınmalıdır.

2- Cinsel ihtiyaçların insanın yüce ihtiyaçlarıyla uyumuna teveccüh: İslamî bakış açısına göre bir insanın cinsel ihtiyacı, sevmek, hoşlanmak, yakınlık ve duygusal bağ gibi diğer ihtiyaçlarıyla iç içedir. Bu yüzden bu ihtiyaçların toplamını, hepsinin birlikte uyum içinde cinsel davranışa yansıdığı tek bir yapı olarak kabul etmek gerekir. İmam Rıza (a.s) şöyle buyurmuştur: “Eğer evlilik hakkında muhkem bir ayet ve Resulullah’ın (s.a.a)izlenen bir sünneti de olmasaydı, yine de zeminini Allah Teala’nın doğal olarak insanlara yerleştirdiği yakınlara iyilik ve yabancılarla ünsiyet konusu, gönül sahibi ve doğru düşünen akıllıların evlenmeye yönelmesi ve koşması için bir sebepti.” Muhammedî Reyşehrî, 1376, s. 2248-2249) Yine Resulullah (s.a.a) şöyle buyurmuştur: “İslam’da, Allah katında izdivaçtan daha sevgili ve daha aziz bir yapı yoktur.” (Meclisî, 1413, s. 222). Bu iki hadisten şu sonuç çıkarılabilir: Cinsel ilişki doğaldır ve kınanmadığı gibi, aşağılık da değildir; aksine akıllıcadır.  

3- Evliliğin önemi: İnsanın ruhsal ve duygusal yapısı evlilikle ve bu doğal içgüdünün tatmin edilmesiyle huzura kavuşur ve Allah’ın katında sevilen insanî ve duygusal ilişkilere, güzel huylara sebep olur. Allah katında evliliğin akıllıca olması ve sevilmesi, evliliğin ve cinsel ilişkinin yüce insanî özelliklerle iç içe olması ve insanın amelen birçok ahlakî fazilete ve münasip toplumsal ilişkilere yönelmesine ortam hazırlaması sebebiyledir. 

4- Cinsel eğitimin eğitim düzenine tabi olması: İslam açısından cinsel eğitim, genel eğitim düzeni kurallarına tabidir ve insanın tekâmülü ve Allah’a yakınlık hedefi yolunda eğitim ve öğretimin genel hedeflerine ortam hazırlamalıdır. Bu yüzden hadis metinlerinde Allah’a itaat ve müminlerin dindarlığına yardımcı olan en iyi vesile olduğu geçmektedir. Resulullah (s.a.a), Hz. Ali (a.s) ve Hz. Fatıma (s.a) evlendikten sonra Hz. Ali’ye (a.s) şöyle sordu: “Eşini nasıl buldun?” Hz. Ali (a.s) şöyle buyurdu: “Allah’a itaatte en iyi yardımcıdır.” (A.g.e., s. 117)

Evliliğe teveccüh hususunda Resulullah (s.a.a) bekâr bir genç olan ashabından birine şöyle buyurmuştur: “Ey Cuveybir! Keşke iffetini korumak için evlenseydin. Bu durum senin dinine ve dünyana da yardım ederdi.” (A.g.e., s. 118; Hürr Amulî, 1398, s. 14)

5- Eğitim alanın değerinin korunması: Ergeni yücelterek kendi büyüklüğünün farkına varmasını sağlamak ve şahsiyetine hakareti önleyerek onu aşağılamaktan şiddetle uzak durmak, bir iç kontrol mekanizması şeklinde onun aşağılık ve sapkın şehvete dayanan isteklerinin önüne geçer. Emiru’l-Muminin (a.s) şöyle buyurmuştur: “Yüce bir nefse sahip olan kimseye, sapkın şehvet ve istekler aşağılık görünür.” (Meclisî, 1413, s. 78). Kastedilen, bir kimse izzeti ve değerliliği içselleştirirse ve yüce olduğunu hissederse onda aşağılık ve uygunsuz meyillerin şekillenmeyeceğidir. 

6- Öğrencinin yaşına ve özelliklerine uygun eğitimin verilmesi: Bilgilendirmelerde yaş ve ruhsal-duygusal durum göz önünde bulundurularak doğrudan veya dolaylı yöntemler kullanılmalıdır. Örneğin çocukların buluğa girmekte olduğu ve cinselliğin bir miktar uyandığı dönemde her iki yöntem de kullanılmalıdır. Yerinde yönlendirmelerle buluğun belirtileri ve göstergeleri hakkında bilgilendirilmelidirler. Böylece genellikle o dönemde ortaya çıkan endişe ve ızdırap önlenebilir, bunun doğal bir durum olduğunu anlamaları sağlanabilir. Yerinde yönlendirmeler ergenin arkadaşlarına başvurma veya genellikle çeşitli zararları olan kitapları okuma ihtiyacı duymamasını sağlar. Ergenlik öncesinde geçirecekleri bedensel ve ruhsal değişimler, ortaya çıkacak yeni ve bilmedikleri belirtiler hakkında çocuklara bilgi vermek lazım ve gereklidir, belirsizliğe terk edilmemelidirler. Diğer taraftan kız çocukları, erkeklerden iki yıl kadar önce buluğa girdiklerinden annelerin kızlarıyla ilgili vazifesi daha hassastır. Anne samimiyet ve sevgiyle yeni buluğa girmiş kızının yanında olmalı, her zaman onun bilgili kılavuzu ve sırlarının mahremi rolünü yerine getirmelidir. Baba da ergen oğluyla ilgili aynı vazifeye sahiptir. Bu aşamaların hepsinde verilen bilgiler iffetle beraber olmalı ve gerekli inceliklere riayet edilmelidir ki çocuk ve ebeveyn arasındaki perdeler ortadan kalkmasın (Sadat, 1368).

7- Takva ile ihtiyacın temininin iç içe olması: Takvalı olmak ve ilahi azaptan korkmak, bütün içgüdüler gibi, cinsel içgüdülerin de kontrolünde önemli bir rol oynar. İç ve dış duyularının dümenini ve yönlendirilmesini akla ve şeriata teslim eden bir kimse, rahatlıkla (ihtiyaçlarını temin için yaptığı) seçimleri sırasında doğru yolu seçebilir ve sarsıntılardan korunabilir. Gündelik hayatında Allah’ın sözlerine ve davranışlarına şahit olduğuna inanan biri, bütün varlığıyla O’nun rızasını kazanmaya çalışacaktır (Sabit, 1379).

8- Kademeli eğitim: Eğitimin diğer alanları gibi cinsel eğitim de bir seferlik değildir ve zaman içerisinde kademeli olarak ve gelişim merhaleleri süresince devam etmelidir. Kademe esasının uygulanması şu şekilde olur: Cinsel meselelerin geneline teveccühle gelişimin her merhalesinde gerekli eğitimler verilmeli, böylece muhtelif yaşlarda öğretilecek her şey öğretilmiş olmalıdır. Eğitim alanın bütün konuları tek seferde idrak etmesi beklenmemelidir. Her aşamanın gerektirdiği şekilde, yavaş yavaş konulardan bir kısmı öğrenilmiş olmalıdır. Eğitim basit konulardan başlayıp devamında daha karmaşık konulara geçmelidir. Bu sebeple rivayet metinlerinde her yaş merhalesi için cinsel eğitim hedefini güden muhtelif eğitimlerden bahsedilmiştir. Bu makalenin devamında bu alandaki bazı rivayetlere değinilmiştir.

Genel olarak İslami bakışta, diğer eğitim türlerinde olduğu gibi cinsel eğitimde de bazı noktalar dikkate alınmalıdır. Bu noktalar arasında denge, gelişim dönemine uygun yönlendirme, hayâ eğitimi, cinsel sapmaların önlenmesi ve davranışın ıslahı ve değiştirilmesi sayılabilir (Fakihî, 1385, s.360-362). 

Cinsel Eğitim Programlarının İçeriği

Cinsel eğitimde temel konulara dikkat edilmelidir. Campton’a göre (1989) eğitimciler, insanın cinsel meselelerini anlama yönünde anahtar kılavuz olabilecek bazı psikolojik görüşlerden faydalanabilirler. Cinsel eğitim bedenin gelişimi, cinsel davranışlar ve sağlıklı irtibat kurulması hakkında bilgiler verebilir. Cinsel eğitimin içeriği yaşla ve muhatabın değişim düzeyiyle (Landrio, 1994) uyumlu olmalı; yine cinsel meselelerle ilgili eğitim programlarının içeriği, bütün katılımcılara uygun olacak şekilde olmalıdır (Viracon, 1994).

İnsanlar cinsel fizyoloji eğitimi aldıkları gibi, bununla ilgili psikolojik meselelerle de aşina olmalıdırlar (a.g.e.). Cinsel konular eğitimi üreme, soyaçekim, türle ilgili biyokimya uygulamaları, türlerin anatomik farkları, çocukluktan yetişkinliğe psikolojik değişimler ve bunun davranış değişimi üzerindeki etkileri gibi konuları kapsamalıdır. Bununla beraber cinsel eğitim konuları için biyolojik, psikolojik, etik ve kültürel boyutları içerecek çok boyutlu bir örnek dikkate alınmalıdır. Böylece cinsel konular hakkında tutarlı, uygun ve yeterli bilgi içeren bir uygulama hazırlanmalıdır (Moglia, 1994).

Aile içi ilişki örneklerinin ergenlere verilecek cinsel eğitim oranıyla arasında olması muhtemel irtibata önemli bir tesiri vardır. Diğer bir deyişle ergen çocuklarıyla yakın ve dostça ilişkileri olan ebeveynler evde çok daha iyi cinsel eğitim verebilirler. Yine evlatlarına cinsel eğitimde en fazla müdahalede bulunabilenler, sağlıklı ilişkileri olan ailelerdir (Baldwin ve Baranowski, 1990).

İslamî bakış açısında buna ek olarak cinsel davranış ve eğilimlerde normal ve anormal olan değerlerin, sağlık, beden, ruh, toplum ve maneviyatın cinsel sapmalardan gördüğü zararlar, cinsel sapmalar karşısında kendini kontrol yöntemleri, kız ve erkeğin iletişimiyle ilgili fıkıh hükümleri ve ergenlik ve gençlik dönemlerinde her yönden evliliğe hazırlanmaları üzerinde durulmuştur. Bu bakışa göre tahrik edici eğitim programlarından sakınılması tavsiye ediliyor.

Cinsel Eğitim Yöntemleri

Ebeveynlerin çocukları üzerinde kullandıkları en yaygın eğitim yöntemleri şunlardır:

1- Yeterli bilgilerin verildiği bilgilendirme yöntemi.

2- Yeterli olmayan bilgilerin verildiği bilgilendirme yöntemi (Örneğin hayali, kısıtlayıcı veya anlaşılmaz).

3- Bilgilendirmeyen yöntem (Soruların görmezden gelinmesi).

4- Ebeveynlerin eğitimi başka kaynakların (akrabalar, arkadaşlar, kitaplar veya kitle iletişim araçları) üzerine attığı yöntem.

Araştırmalar Batı ülkelerinde çoğu ebeveynin yeterli bilgilerle bilgilendirme yöntemini kullandıklarını ve çoğu gencin de bu yöntemi tercih ettiğini göstermektedir. Öyle görünüyor ki eğitim yönteminin gelişim yaşına uygun, bilgilendirici, yönlendirici ve sapmaları önleyici nitelikte olması gerekiyor. Bununla beraber sorunların görmezden gelinmesinden, anlaşılmaz ve hayali bilgiler vermekten sakınılmalıdır. Ebeveynlerin doğru eğitim yöntemlerini öğrenerek çocuklarının cinsel eğitimini uhdelerine almaları daha iyi olur.

Cinsel Eğitimi Kimler Vermelidir?

Cinsel konuların eğitimi evde veya okulda verilebilir. Eğer ev ve okul işbirliği ve dayanışma içinde olursa daha iyi ve daha hızlı sonuç alınır. Bu eğitimler en az yan etkiye sahip olacak şekilde verilmelidir. Cinsel konuların hepsinin aynı tahrik edici düzeyde olmadığı dikkate alınarak tahrik düzeyi yüksek olanlar dolaylı yoldan öğretilmelidir. Eğitimde, eğitim alanın idrak ve anlayış düzeyi dikkate alınmalıdır. Şer’î emirler ve öğretiler doğrudan, meraktan ve tahrikten kaynaklanan şeyler dolaylı öğretilmelidir.

Kyman’a göre (1995), ebeveynler cinsel konuları kendi çocuklarına iki kesin farz üzerine öğretmelidirler:

1- Ebeveynler aynı iyi ve mahir bir eğitmen gibi cinsel konular hakkında yeterli bilgiye sahiptirler.

2- Çocuklara cinsel konularda eğitim verilmesi kararı, ebeveynin kendi ihtiyarındadır.

Çocuklarına cinsel eğitimi kendileri verme kararında olmayan veya çocuklarının okullarda cinsel konularda eğitim almasını istemeyen aileler, genellikle bu eğitimin çocuklarının cinsel konularda serbestliğini artıracağından korkmaktadır (Adeloye, 1991). Reis ve Seidl (1989), müdürlerin ve eğitmenlerin resmi cinsel eğitim programlarının icrasında en büyük engel olarak ebeveynleri gördüklerini ve ebeveynlerin genellikle çocuklarıyla cinsel konuları konuşurken rahatsızlık duyduklarını hissettiklerini söylüyorlar.

Çocukluk Döneminde Cinsel Eğitim

Cinsel eğitim ve cinsiyet rolü, çocukların bu yolla bir kültürde kadına ve erkeğe biçilen değerlerle, görüşlerle, motivasyonlarla ve davranışlarla tanışması durumu için kullanılır. Hedefi de çocukların özel cinsiyet rollerini yerine getirebilmeleri için eğitilmeleridir. Böyle bir süreçte çocuk, cinsel davranış rolü gibi sınıflandırılmış davranış modellerine ve cinsiyet rolü kabulüne teveccüh eder (Havza ve üniversite, 1372). Araştırmalar, çocukluk döneminde cinsel öğrenme tecrübelerinin büyük bölümüne anne ve babanın müdahil olmadığını gösteriyor ama ebeveynin, çocuğun cinsiyetine uygun ve bilinçli yaklaşımı oldukça etkilidir. Mesela ailelerde erkek çocuklarına, kız çocuklarına göre daha sert davranılması (Caplan ve Sadoc, 1379), cinsiyetlerine göre kız çocuklarına kızlara uygun, erkek çocuklarına erkeklere uygun kıyafetlerin giydirilmesi veya kızlara ve erkeklere kendilerine uygun düşen davranışların hatırlatılmasına önem verilmesi gibi konular, çoğunlukla ailedeki en önemli eğitim adapları arasında sayılıyor (Ahmedî, 1373).

Bazıları cinsel eğitimin buluğ dönemine mahsus olduğuna inansa da araştırmalar cinselliğe ve bununla ilgili konulara ilgi duymanın çocukluktan başladığını gösteriyor. Serben, cinsel eğitimin çocukluk yıllarının başlarından itibaren verilmesi gerektiğini gösteren kapsamlı araştırmalar yapmıştır. Buluğ yaşlarında ergenler için cinsel meseleler gizemli değildir ve faydalı bilgilere daha az ihtiyaç duyarlar. Çünkü ergenler, önceki yıllarda muhtelif yollardan cinsel bilgiler edinmişlerdir. 

İslam’a göre buluğ döneminin cinsel eğitimin başladığı dönem değil, hidayet ve kontrolün arttığı dönem olduğuna dikkat edilmelidir. Bu yüzden bu konuya çocukluk yaşlarından itibaren ilgi gösterilmelidir. Bu eğitimin ertelenmesi, doğal gelişimden sapmaya neden olabilir (Marfavi, 1379)

Çocukluk Döneminde Cinsel Eğitim Stratejileri

Cinsel eğitim alanında dinî ve psikolojik metinlerde bazı stratejiler sunulmuştur. En önemlilerine değinelim:

1- Çocuğun yaşına uygun bilgilerin verilmesi: İnsanın davranışları, çocukluk dönemindeki düşüncelerinden, meyillerinden ve isteklerinden etkilenir. Bir çocuk cinsel konular hakkında doğru düşüncelere sahip olursa kesinlikle yaşamının sonraki dönemlerinde insanlığın yüce hedefleriyle uyumlu davranışlara sahip olacaktır. Bu yüzden kız ve erkekle ilgili cinsel bilgiler ve her birinden davranışlarında, oyunlarında kıyafetlerinde ve benzerlerinde göstermeleri beklenenler, uygun yöntemlerle onlara intikal ettirilmelidir. Daha küçük yaşlarda cinsel konulara girilmemeli ve çocuğun meraklı ve aktif zihni, cinsel konularla ilgili düşünceler ve uyarıcılarla bulandırılmamalıdır. Bununla birlikte çocuk cinsel buluğa yaklaştığında ve cinsel konulara karşı idrak ve anlayışa ulaştığında, o idrak düzeyine göre cinsel konular işlenmelidir (Sabit, 1381).

2- Çocuğun cinsellikle ilgili sorularına uygun cevaplar: Çocukların genellikle buluğdan önceki dönemde doğrudan veya dolaylı olarak cinsel konular hakkında soruları vardır. Bazı anne ve babalar, üzerini örtmek amacıyla çocuklarına cevap vermekten kaçınır ve “büyüyünce anlarsın” benzeri ibarelerle çocukları sustururlar. Bazı ebeveynler cevap verirler ama doğru olmayan cevaplar verirler ve çoğunlukla da çocuk bunu anlar. Bu iki yöntem de doğru değildir. Zira soru soran ve kendisine rehberlik edilmeyen çocuk, başkaları tarafından saptırılabilir. Ne mutlu ki bu sorular nispeten basittir ve rahatlıkla uygun cevaplar verilebilir. 

Cevap, çocuğun anlayabileceği düzeyde olmalıdır. Sapmasına yol açacak kötü öğretiler içermemeleridir. Cevaplar doğru, evhamdan uzak, ikna edici, saygınlığı bozmayacak, çocuk ve ebeveyn arasındaki hayâ perdesini koruyacak şekilde olmalıdır. Aynı şekilde soruyu soranda cinsel sorulara karşı nefret ve isteksizlik oluşturmamalıdır. Cinsel soru sorana, cinsel konulara karşı hassasiyet göstermemesi için doğal davranmak da önemlidir. Çocukların sorularını cevaplarken en az düzeyle yetinmek, genel konuşmak, eğitimcinin manevi ruhiyesini takviye ederek konuları anlatmak, cevap için uygun ortamı hazırlamak ve dinî kavramlar, diğer önemli noktalardır (a.g.e.).

3- Dolaylı eğitim: Çocukluk döneminde dolaylı eğitim,  doğrudan eğitimden daha uygun ve daha etkilidir. Örnek verelim:

a) Evde hayvan beslemek: Çocuklar, hayvanların hamile olduğunu ve yavrularını görerek veya işiterek bazı cevaplar alırlar ya da daha iyi idrak etmeleri için ortam oluşur.

b) Bitki ve çiçek yetiştirmek: Tohum ekmek, bitki ve çiçek yetiştirmek, onların gelişimi çocuklar için benzer ve münasip bir derstir.

c) Hikâye anlatmak: İnsanların ve hayvanların hayatlarıyla ilgili hikâyeler anlatmak, çocukların bazı sorularını cevaplayacak değerli noktalar içerebilir.

d) Çocukların, doğal bir durum olan yeni bebeklerin dünyaya gelmesine dikkatlerinin çekilmesi, bazı sorularına cevap olabilir (a.g.e.).

4- Kız ve erkek ilişkilerinin sınırlarıyla ilgili eğitim: Çocukların ilişkileri, ebeveynlerin dolaylı gözetimi altında olmalıdır. Zira bazen bu ilişkilerde aynı cinse temayül edilebilmektedir. Ebeveynlerin kontrolü dışında birbirlerinden cinsel haz almaya çalışabilirler. Bu yüzden arkadaşların ve görüşülen kimselerin çocuklarıyla ilgili yeterli bilgiye sahip olunmalıdır. Hatta aile içinde kız ve erkek kardeşlerin ilişkileri yeterli düzeyde kontrol edilmelidir. Mahrem olmak her ne kadar sınırlılığı azaltsa da cinsel meyli ortadan kaldırmamaktadır. Öyleyse kontrol görmezden gelinemez (Sadat, 1368). Çocukların ergenlerle ilişkileri de kontrol edilmelidir. Tecrübeler, çocukların bu yaşlarda gerekli akıl gelişimine sahip olmadıkları için, buluğ çağının değişimleri etkisinde kalan ergenlerin suistimaline maruz kalabileceklerini veya o gelişim aşamasında kendileri için zararlı olabilecek konularla aşina olabileceklerini göstermiştir.

5- Erken ergenliğin önlenmesi: Erken ergenliğin sebepleri arasında hormonlar, çevre etkeni, sinirsel hastalıklar, beyin hastalıkları, doğal etkenler sayılabilir (Schamille, 1371). Erken cinsel uyarılar (müstehcen filmlerin izlenmesi gibi), kontrolsüz kız ve erkek ilişkileri ve benzerlerinin çocuklar için kötü sonuçları olabilir. Zina veya eşcinsellik gibi sapkın amellere çekilebilir, kız ve erkek kardeşleri veya diğerlerini iğfale yeltenebilir ya da mastürbasyona müptela olabilirler (Eminî, 1368).

Genel olarak çocuğun çevresi iffetin gelişebileceği bir ortam olmalıdır. Çocukların cinsel eğilimleri, zamanında uyanacak ve çabuk tahrik olmayacak şekilde eğitilmelidir. İslam, cinsel içgüdülerin erken uyanması yoluyla oluşabilecek sapkınlıkları önlemek için birçok tavsiyelerde bulunmuştur. Mesela:

a) Anne-babanın cinsel ilişkisi sırasında çocuğun olmaması: İslamî emirlerde, aile ortamının çocukların yersiz uyaranlardan uzak kalacağı şekilde düzenlenmesi konusu önemlidir. Eğer aile ortamı huzurlu olursa çocukların yeteneklerinin gelişmesi, iyi meyveler vermesi ve ahlaki faziletler edinmeleri üzerinde etkili olur. İslam erken ergenliği önlemek için özel zamanlarda çocukların, ebeveynlerinin yanında olmamalarını emretmiştir.

b) Çocukları öpmenin ve okşamanın sınırı: İslam öğretilerinde ebeveynlerin çocuklarına sevgi göstermeleri üzerinde çok durulmuştur. Nitekim Resulullah (s.a.a) şöyle buyurmuştur: “Çocuklarınızı çok öpün ve her öpücükle cennette bir derece edindiğinizi bilin.” (Meşkinî, 1377). İslam bu sevgiyi gerekli görüyor ama sapkınlıkların ortaya çıkmasını önlemek için bazı emirler veriyor. Mesela çocukları öpmenin, onlara sarılıp okşamanın bir sınırı olduğu ve ifrata ve tefrite düşülmemesi gerektiği üzerinde durulmuştur. Yine yabancı insanların bebeklere sevgilerini göstermek için okşayıp öpmemeleri gerekmektedir. Zira bu, buluğa girmeden yıllar önce çocuğun cinsel olarak uyarılmasına sebep olabilir. Resulullah (s.a.a) şöyle buyuruyor: “Altı yaşındaki kız çocuğunu, erkek çocuğu öpmemelidir. Aynı şekilde kadınlar yedi yaşını geçen erkek çocuklarını öpmekten kaçınmalıdırlar.” Tabersî, s. 115). Emiru’l-Muminin (a.s) şöyle buyuruyor: “Bir kız çocuğu altı yaşına geldiğinde namahremin onu öpmeye ve kucağına almaya hakkı yoktur.” (a.g.e.)

c) Çocukların yatakları: Şeriatın cinsel uyarıları önlemek için üzerinde durduğu yöntemlerden biri de çocuklarının yataklarının ayrılmasıdır. Belirlenmiş olan yaş aralığı yedi ila ondur. Resulullah (s.a.a) şöyle buyurmuştur: “Çocuklarınız yedi yaşına geldiğinde yataklarını ayırın.” (Hürr Amulî, h.k. 1389, s. 28) Başka bir hadiste de şöyle buyurmuştur: “On yaşında kızlar kızlarla, erkekler de erkeklerle yatmasınlar.” (Ebu Âşık, 2001, s. 112) Bu anlatıma göre çocuğun yatağının ebeveyninden ve diğer çocuklarınkinden ayrılması gereklidir. Zira böylece çocuğun cinsel tahriki önlenir.

Ergenlik Döneminde Kız ve Erkeğin Sağlıklı İlişki için Eğitilmesi

Ergen ve genç kızların ve erkeklerin ilişkileri günümüzün üzerinde çalışılması gereken toplumsal ve kültürel önemli konularından biridir. Bu alanda konuşmanın zarureti aşağıdaki araştırmayla açığa çıkıyor.

Araştırmacılardan birinin hazırladığı istatistiklere göre Tahran’ın beşinci bölgesindeki liselerde 16-19 yaş arası kızların ve erkeklerin %54.2’si, şimdiye dek karşı cinsten en az birisiyle arkadaşlık yaptıklarını söylemiştir. Bu konu, istatistiğe katılanların %95’inin Müslüman ve %86’sının namaz kılıyor olması açısından önemlidir. Namaza bağlılık dereceleri farklı olmasına rağmen her halükârda bu istatistik, namaz kılan gençlerin yarıdan fazlası arasında kız ve erkek ilişkisinin yaygın olduğunu gösteriyor (Talebeler, 1378). Bu konuyla ilgili aşağıdaki temel konular hakkında ergenlere eğitim verilmesi gereklidir:

1- Kız ve erkek arasındaki çekim insanlığın doğasından kaynaklanmaktadır. Sevgiye ve sevilmeye eğilim, cinsel içgüdü, güzellik ve muhabbet bu çekimin doğal alanları arasındadır. Kızların ve erkeklerin bu doğal alanları veya mutluluğa, iyiliklere, faziletlere ve değerlere eğilimleri gibi diğer doğal ortamlarla uyumlu olursa bu, onlara gelişim ve tekâmül alanı sağlayacaktır. Diğer bir deyişle fıtrî eğilimlerinin hepsinin eğitilmesi ve uygulamaya dökülmesi, ruh sağlıklarının artmasını sağlayacaktır. Bu gelişim tek taraflı olduğunda, o alanlardan sadece birinde görüldüğünde ise ruhsal bozukluğu, ahlaki fesatları, ailevi ve toplumsal sorunları ardından getirecektir.

2- Kız ve erkek ilişkilerinin sağlıklı ve sağlıksız olmasının ölçüsü, ilişkilerinin doğal ve fıtrî eğilimleriyle uyumlu veya uyumsuz olmasıdır.

3- Kızın ve erkeğin, ilişkilerin doğal ve fıtrî esaslarına, kendi eğilimlerine ve davranışlarına aşina olması gerekir. Böylece ilişkileri bu esaslara uygun olmadığında içsel kontrolleriyle şahsiyetlerine, izzetlerine ve mutluluklarına zarar verecek şeylerden kaçınabilirler.

Kız ve Erkek İrtibatına Kuran’ın Bakışı

a) Sözlü İrtibat

Kız ve erkeğin sözlü irtibatına örnek olarak Kasas suresi 25. ayeti verebiliriz. Bu ayette Hz. Musa (a.s) ve Şuayb’ın kızlarından bahsedilmektedir: “Derken o iki kadının biri, utanarak ona geldi de babam dedi, hayvanlarımızı suladığından dolayı seni mükâfatlandırmak için çağırıyor.” Ayette kullanılan “istihya” kelimesi, hayâ ile beraber olan bir konuşmayı ve görüşmeyi anlatmaktadır. Yani kız ve erkek ilişkilerinde hayâ korunmalıdır. Bu hayâ, kişinin kötü işlerle uğraşmasına veya denetimsiz davranışlarda bulunmasına izin vermeyen kendini kontroldür. 

 b) Göz İrtibatı

Gözle kurulan irtibatlar da bakakalmama ve bakışı sürdürmeme şartına bağlıdır. Başka türlü ifade edecek olursak şehvetle bakılmamalıdır. Şehit Mutahharî’nin tabiriyle (1353) bakakalmaktan kasıt gözlerini dikmek, karşı cinsi süzmektir; yüce ve başlangıç yapma anlamında bir bakış değil. Yani bakış söze başlamanın, yüz yüze gelmenin mukaddimesi olmalıdır.

Nur suresinin 30. ayetinde “Mümin erkeklere söyle gözlerini (haramdan) sakınsınlar.” ve  “Mümin kadınlara da söyle gözlerini (haramdan) sakınsınlar.” ayetinde kasıt şehvetli bakışın terk edilmesidir. Bu ayetin nüzul sebebinde şöyle geçer: Bir gün bir genç, Medine sokaklarında bir kadınla karşılaştı. O zamanki kadınlar örtülerini kulaklarının arkasına atıyorlardı ve boyunlarının bir kısmı görülüyordu. Genç, Benî falan sokağına girene dek kadına baktı. Kadından gözünü ayıramayan gencin suratı, duvardan dışarı çıkmış bir kemiğe isabet etti ve yüzü kanadı. Yolunun üzerinde Resulullah’ın (s.a.a) yanına vardı. Peygamber ona ne olduğunu sordu, o da olayı ona anlattı. Sonra Cebrail bu ayeti indirdi (Allame Tabatabaî, 1360, s. 116).

c) İşbirliği İrtibatı

Karşı cinsle işbirliği ve yardımlaşma, Hz. Musa (a.s) ve Şuayb’ın kızlarıyla ilgili ayetlere göre caizdir. “İyilik etmek ve kötülükten sakınmak hususunda birbirinize yardım edin” (Maide/2) ayetinin kız ve erkeklerin birbirine yardımını da kapsayan genel bir anlamı vardır. Bu da karşı cinsle işbirliği yapmanın caiz olduğunun delilidir.

d) Duygusal İrtibat

Kızın ve erkeğin irtibatı sonucu onların ikisinde veya sadece birinde ortaya çıkan evlilik eğilimi reddedilmemiştir. Elbette marazi bir eğilim, yani denetimsiz bir cinsel davranış eğilimi caiz değildir. Delili de kadınların tahrik edici konuşması karşısında inen “Gönlünde bir hastalık olan ümide düşer” ayetidir. (Ahzap/32).

e)Tahrik Edici İrtibat

Kız, erkek, kadın ve erkek ilişkilerinde sesli, duygusal ve davranışsal türlerde şehvet uyandıran tahrik unsurları olmamalıdır. Kuran’da, Ahzap suresi 32. ayette şöyle buyrulmaktadır: “Ey Peygamberin eşleri, siz, öbür kadınlardan birine benzemezsiniz; çekiniyorsanız sözü yumuşak bir tarzda söylemeyin.”

Aile Kurmak için Ruhen Hazırlık Yapmak

Gençlerde evliliğe karşı olumlu bakışın kuvvetlenmesi için ruhen buna hazır hale getirilmelidirler. Bu, ailenin ve okulun vazifesidir. Ortaokul ve ortaöğretim dönemlerinde ev idaresi, çocuk yetiştirme ve fıkıh gibi derslerin verilmesi faydalı olacaktır (Şeriatmedarî, 1371).

Ergen, lezzet, huzur, iffetin korunması, imanın kuvvetlendirilmesi, neslin bekası ve salih bir neslin yetişmesi gibi hedefler için, ölçülü bir evlilik için hazır olmalıdır. İmam Sadık (a.s) şöyle buyurmuştur: Bir gün Resulullah (s.a.a) minbere çıktı ve Allah’a hamd ve senadan sonra şöyle buyurdu: “Ey insanlar! Cebrail, ilahi dergâhtan yanıma gelerek şöyle dedi: Bakire kızlar meyve gibidirler; yetiştiğinde toplanmazlarsa güneş ışığı onları çürütür ve rüzgâr dağıtır. Kız çocukları buluğa erdiklerinde ve kadınlar gibi cinsel eğilimler hissettiklerinde kocadan başka devaları yoktur. Eğer evlenmezlerse fesattan âmânda değillerdir. Zira onlar beşerdir ve beşer hatadan korunmuş değildir.” (Ferid Tenkabenî, 1375, s. 182).  

Ergenlik döneminde evliliğin şartları ve eş seçme ölçüleri hakkında konuşulmalıdır. Kişi beden ve fikir açısından geliştiğinde, buluğa erdiğinde, duygusal ve toplumsal olgunluğa kavuştuğunda evlenmesi için teşvik edilmelidir. Kişilerin bedensel ve cinsel buluğları, toplumsal ve aklî buluğlarından daha önce olsa da evlilik için duygusal ve toplumsal olgunluk gereklidir (Seccadî, 1379). Bu sebeple Stone ve Stone en iyi evlilik yaşının ruhsal ve toplumsal buluğ gerçekleştiği zaman olduğuna inanıyor. Eş seçiminin en belirgin ölçüleri hadislerde de üzerinde durulan denklik, kültür, din ve inanç benzerlikleri ile ruh ve duygu uyumudur. Ruhsal liyakat de eş seçimi ölçütlerindendir. Ruhsal liyakatten kasıt ruhsal buluğ ve gelişimdir. Akıl yetileri, yaratılış ve huy açılarından kemale ulaşan ve en zor vaziyetlerde evlilikteki uyumlarını koruyabilecek kişiler vardır. Kendilerine has yaratılış ve huyları olan, düşünsel gelişimini tamamlamadığı için birçok vaziyette uyumlarını koruyamayan kişiler de vardır (Stone ve Stone, 1379).

Gençler eş seçiminde yeterli dikkati göstermeli, birbirlerinin yapabileceklerini, isteklerini ve ihtiyaçlarını öğrenmeli, eşinin ve kendisinin haklarını bilmelidirler. Güzel konuşma, iyi dinleme, dil ve amel ile muhabbeti gösterme, eşin değerini göstererek ve onu yücelterek karşılıklı saygı gösterme, alay ve aşağılamadan kaçınma, hoşgörü, güler yüz ve iyi ilişkiler gibi müşterek hayatta iletişim kurma becerileriyle aşina olmalıdırlar.

Gençler, müşterek hayatta maneviyatın ve ahlakın hüküm sürmesi gerektiğini ve de şehvetten ve nefsin isteklerine gark olmaktan sakınmaları gerektiğini bilmelidirler (Şerefî, 1376). İmam Ali (a.s) şöyle buyurmuştur: “Kendi şehvetlerini sınırlayan ve ifrat etmeyen kimse, insanlık değerini ve manevî şahsiyetini muhafaza etmiştir.” (Ferid Tenkabenî, 1375, s. 215).

İslam, şehvet peşinde koşmayı önlemek için cinsel isteklerin tatminini eşle sınırlıyor ve evlenme imkânı olmayan kimselere oruç tutmak, spor yapmak ve takvalı olmak gibi önerilerde bulunuyor.

Sonuç

Çoğu araştırmacının ilgisini çeken konulardan biri cinsel faaliyetler ve sonuçları hakkındaki eğitimin kültürel tesirinin karşılaştırılmasıdır. Batı ülkelerinde muhtelif araştırmaların karşılaştırılması, cinsel eğitim ve ilgili hizmet alanlarında (aile kurulması gibi) açıklık siyaseti güden kültürlerde istenmeyen hamileliklerin, çocuk düşürmenin ve bulaşıcı cinsel hastalıkların sayısını düşürmede başarılı olunduğunu göstermektedir (Adelman ve Pittman, 1986; Jones ve meslektaşları, 1985; Cruger ve Vynser, 1981; Sidalki, 1987; Sinch, 1986).

Jones ve meslektaşları (1985) cinsel eğitimler ve sonuçları alanında 37 ülkeyi birbiriyle karşılaştırdı. Araştırmalarının sonucu, cinsel eğitimle ilgili daha özgür olan Batı ülkelerinde ergenlerin hamilelik oranının ve neticede çocuk düşürmenin daha az olduğunu göstermektedir. Amerika, Kanada, İngiltere, İsveç, Hollanda ve Fransa gibi ülkeler kıyaslandığında, en yüksek ergenlerde hamilelik ve çocuk düşürme oranının Amerika’da olduğu görülüyor. 1980’de 15-19 yaş arası ergenlerin hamilelik oranı Amerika’da %9,6, İngiltere’de %4,5 ve Hollanda’da %1,4’tür.

Cinsel eğitim alanında yapılmış araştırmalar gözden geçirildiğinde, Batı ülkelerinde cinsel eğitimin daha çok ergenlik döneminde hamilelik, bulaşıcı cinsel hastalıklar ve çocuk düşürme gibi sonuç odaklı olduğu anlaşılıyor. Çünkü bu ülkelerde evlilik öncesi cinsel ilişki nispeten revaçtadır ve anormal karşılanmamaktadır. Batı ülkelerinde siyasetçilerin ve eğitimcilerin esas uğraşı evlilik dışı ilişkilerin önlenmesi değil, cinsel ilişkilerin kontrolüdür. Bu yüzden Batılı cinsel eğitim programlarının çoğunda bulaşıcı cinsel hastalıklar, özellikle AIDS, hamilelikten korunma yöntemleri ve tehlikeli cinsel davranışlar üzerinde durulmaktadır. Oysa İslam düşünürleri açısından cinsel eğitimler, tek tek bütün kişilerin ruh sağlığının ve ailenin korunması hedefiyle yapılır. Bu açıdan bakıldığında sağlıksız cinsel ilişkilerin büyük çaplı bedensel, ruhsal ve toplumsal sonuçları olabilir.

İslamî bakışa göre cinsel eğitimin hedefi, sağlıklı bir bakış oluşturulması ve cinsel konular hakkında münasip ve yeterli bilgiye sahip olunmasıdır. Ayrıca ruh sağlığı ve toplumsal uyumla sonuçlanacak, toplumsal uyumsuzluğu, davranış bozukluklarını ve ahlaki anormallikleri en az düzeye indirecek eğitimleri de içermelidir (Fakihî, 1384). Bununla birlikte cinsel ilişkilerin sağlıklı hale getirilmesi ve cinsel sapmaların önlenmesi, cinsel eğitimin önemli hedeflerindendir.

Cinsel eğitimlerin içeriğinde biyolojik, psikolojik, ahlaki ve kültürel boyutlar da dikkate alınmalıdır. Böylece cinsel konulara karşı bilginin yanında tutarlı bir yaklaşım ortaya çıkabilir (Moglia, 1994).

İslamî bakışta zikredilen içeriğe ilaveten cinsel davranış ve eğilimlerde normal ve anormal değerlerin eğitimi, cinsel sapmaların sağlığa, bedene, ruha, topluma ve maneviyata verdiği zararlar, cinsel sapmalardan sakınma üslupları, kız ve erkeklerin irtibatta olduğu alanlarla ilgili fıkıh hükümleri ve ergenlik döneminde evliliğe hazırlama yöntemleri gibi konular üzerinde de durulmaktadır. Aynı şekilde kızları ve erkekleri cinsel açıdan tahrik edecek eğitim programlarından kaçınılması da tavsiye edilmiştir.

İslamî bakışa göre cinsel eğitimde aşağıdaki özellikleri taşıyan esaslara teveccüh edilmiştir:

a) Cinsel ihtiyacın doğal ve fıtrî kaynağı vardır.

b) Doğal ihtiyaçların tamamına teveccüh edilmiştir.

c) Eğitim sistemi usulleriyle uyumludur.

d) Bu esaslar, eğitimcinin yüce eğitim hedeflerine ve yaratılışın gayesine ulaşmasını kolaylaştırır.

İslami bakış, gençleri ve ergenleri maruz kalabilecekleri bedensel, ruhsal, manevi ve kişiliklerine yönelik zararlar ve de yanlış ilişkilerin uhrevî sonuçları hakkında bilgilendirmeyi amaçlar. Evlilik, Batı’da daha az üzerinde durulan başka bir konudur. Oysa evlilik, gençlerin cinsel ihtiyaçlarının giderilmesi, ahlaki, ruhsal ve bedensel sağlıklarının korunması için İslam’ın da tekit ettiği en uygun yoldur.

Kaynakça

1- Kuran-ı Kerim

2- İbn-i Ebi’l-Hadid (tarihsiz), Şerh-i Nehcu’l-Belağa, Mısır, c. 20.

3- Ebu Aşık, Abdu’l-Nuaym İbrahim (2001), Terbiyetu’l-Benati fi’l-İslam, Mısır, Mektebetu’l-Evladi Şeyhi’t-Turas.

4- Ahmedî, Ali Asğar (1373), Tahlil-i Terbiyeti ber Revabit-i Duhter ve Peser der İran, Tahran, İntişarat-ı Evliya ve Mürebbiyan.

5- Stone, Abraham ve Hannah Stone (1379), Pasuh bi Mesail-i Cinsî ve Zenaşuî, Terazallah İhvan tercümesi, Tahran, Neşr-i Erguvan.

6- __________ (1379), Danistenihay-i Cinsî ve Zenaşuî, Muhammed Rıza Dıjkam tercümesi, Tahran, Kilid-i Telayî.

7- Stone, Gloria (1379), Pasuh bi Porseşhay-i Cinsî, Ebu’l-Fazl Nazarî tercümesi, Tahran, Neşr-i Sahil.

8- İsmailî, İsmail (tarihsiz), Emsal-i Kuran, Tahran, Usve.

9- İsmailî, Ali (1381), Cevan, Engize ve Reftar-ı Cinsî, Tahran, Likau’n-Nur.

10- Eminî, İbrahim (1368), Âyin-i Terbiyet, Tahran, İntişarat-ı İslamî.

11- Ensarî, Muhammed Ali (k. 1376), Tercüme-i Gureru’l-Hikem ve Durru’l-Kelem, Gum, Müessese-i Haliç, c. 2

12- Sabit, Hâfız (1381), Terbiyet-i Cinsî der İslam, Gum, Müessese-i Amuzeşî ve Pejuheşîy-i İmam Humeynî.

13- __________ (1379), Derâmedî ber Terbiyet-i Cinsî der Nehcu’l-Belağa, Terbiyet-i İslamî, Gum, Müessese-i Âmuzeşî ve Pejuheşîy-i İmam Humeynî.

14- Bir gurup müellif (1372), Revanşinasiy-i Rüşd, Tahran, Simet.

15- Bir gurup yazar (1353), Tefsir-i Numune, Tahran, Daru’l-Kutubi’l-İslamiyye, c. 14.

16- Hür Amulî, Muhammed Bin Hasan (k. 1398), Vesailu’ş-Şia, Tahran, El-Mektebetu’l-İslamiye, c. 5.

17- Rızazade, Fatime Begüm (1369), Nizam-ı Cinsiy-i Kudek ve Nucevan der İslam, Yüksek lisans tezi, Tahran, Danışgâh-ı Terbiyet-i Müderris.

18- Sadat, Muhammed Ali (1368), Reftar-i Pederan ve Ferzendan, Tahran, İntişarat-ı Evliya ve Mürebbiyan.

19- Seccadî, Muhammed Kâzım (1379), Pasuh bi Sualat-i Cinsiyi Kudekan ve Nûcevanan, Tahran, İntişarat-ı Hani.

20- Şarkî, Muhammed Rıza (1376), Dünyay-ı Nûcevan, Tahran, Terbiyet.

21- Şeriatmedarî, Ali (1371), Revanşinasiy-i Terbiyetî, Tahran, Neşr-i Sipehr.

22- Şemil Şiblî (1371), Revanşinasiy-i Buluğ ve Terbiyet-i Cinsiy-i Kudekan ve Nûcevanan, Pervin Kasımî ve Fazlullah Şahluyîpur tercümesi, Tahran, İntişarat-ı Hisam.

23- Tabersî, Hasan bin Fazl (k. 1376), Mekarimu’l-Ahlak, Tahran, Daru’l-Kitabi’l-İslamî.

24- Attaran, Muhammed (1368), Âra-i Mürebbiyan-i Buzurg-i Muselman, Tahran, Vezaret-i Amuzeş ve Pervereş, Sazman-ı Bernameriziy-i Amuzeşî.

25- Allame Tabatabaî, Seyyid Muhammed Hüseyin (1360), El-Mizan fi Tefsiri’l-Kuran, Tahran, El-Mektebetu’l-İslamiyye.

26- Ferid Tenkabenî, Murtaza (1372), El-Hadis, Tahran, Neşr-i Ferheng-i İslamî.

27- Fakihî, Ali Naki (1375), Usul-i Terbiyet-i İslamî, Talim ve Terbiyet, No: 47, s. 21-44.

28- Caplan, Harold ve Benjamin Sadok (1378), Hülasay-i Revanpezeşkiy-i Ulum-i Reftar-i Revan-i Pezeşkiy-i Balinî, Nasrullah Purefkarî ve Muhammed Bakır Kecbaf tercümesi, Revanşinasiy-i Reftar-i Cinsî, Tahran, Neşr-i Revan.

28- Kuleynî, Muhammed bin Yakup (tarihsiz), Usul-i Kafî, Tahran, El-Mektebetu’l-İslamiyye.

29- Kochenkof ve Lapic (1369), Revanşinasî ve Terbiyet-i Cinsî, Muhammed Takizade tercümesi, Tahran, Bonyad.

30- Meclisî, Muhammed Bakır (k. 1413), Biharu’l-Envar, Beyrut, Daru’l-İhyai’t-Turasi’l-Arabî.

31- Meşkinî, Ali (1377), İzdivaç der İslam, Gum, İntişaratu’l-Hadi.

32- Mutahharî, Murtaza (1353), Mesele-i Hicap, Tahran, Şirket-i Sehamiy-i İntişar.

33- Muarrifavî, İbrahim (1379), Terbiyet-i Cinsî Terbiyet-i Feramuş Şode, Tahran, Neşriyeyi Behmen.

34- Nuri Tabersî (1987), El-Mustedreku’l-Vesail, Beyrut, Alu’l-beyti’l-İhyau’t-Turas, c. 2.

35- Valid men, Muhammed (1380), Çigunegiy-i Tanzim-i Revabit ve Reftarhay-i Cinsî, Tez, Gum, Muessesey-, Amuzeşî ve Pejuheşîy-i İmam Humeynî.

36- Adeloye, J.A. (1991), “The Attitude of Adults to the Teaching of Sex Education in Post-Primary Schools”, Nigerian Journal of Guidance and Counseling, No: 4 (1-2), s. 71-78. 

37- Anderson, J.E., L. Kann, D. Holtzman ve diğerleri (1990), “HIV7AIDS Knowledge and Sexual Behavior Among High School Students”, Family Planning Perspectives, 22, s. 252-255.

38- Baldwin, S. E. Ve M.V. Baranoski (1990), “Family İnteractions and Sex Education in the Home” Adolescence, No: 25 (99), s. 573-582.

39- Baldwin, J.I.S. Whiteley ve J.D. Baldwin (1990), “Changing AIDS –and fertility- Related Behavior: The Effectiveness of Sexual Education”, The Journal of Sex Research, 27, s. 245-262.

40- Berger, D.K. (1987), “Influence of Family Planning Counseling in an Adolescent Clinic on Sexual Activity and Contraceptive use”, Journal of Adolescent Health, 8, s. 436-440.

41- Bernard, H.S. ve A.J. Schwartz (1977), “Impact of a Human Sexuality Program on Sex-Related Knowledge, Attitudes, Behavior and Guilt of College Undergraduates”, Journal of the American College Health Association, 25, s. 182-185.

42- Blanchard, M.,  F. Narring, P.A. Michaud ve F. Dubois-Arber (1993), The Effect of the Swiss Stop-AIDS campaigns 1987-1992: İncrease in Condom Use Without Promotion of Sexual Promiscuity. Poster Presentation, Track D, Do-D02-3474, Ninth International Conference on AIDS, Berlin.

43- Caron, S.L., D.B. Carter, C. M. Daves ve E. Macklin (1993), “Evaluating the Effectiveness of Workshop İnterventions on Contraceptive use Among First Year College Students”, Journal of Psychology and Human Sexuality, No: 9 (3-4); 90-120.

44- Daures, J.P., G. Chaix-Durand, M. Maurin, J.L. Viala ve F. Gremy (1989), Preliminary Study on the Prevention of Voluntary Terminations of Pregnancy and of Sexually Transmitted Diseases in the Adolescent by Giving İnformation in the Third Year (of Secondary School), Contraception- Fertilitesexualite, 17, s. 1021-1026.

45- Davidson, J.K. ve C.A. Darling (1986), “The Impact of College Level Sex Education on Sexual Knowledge, Attitudes and Practices: The Knowledge/Sexual Experimentation Myth Revisited”, Deviant Behavior, 7, s. 13-30.

46- Dawson, D.A. (1986), “The Effects of Sex Education on Adolescent Behavior”, Family Planning Perspectives, 18, s. 162-170.

47- De Fine Olivarius, F., A.M. Worm, C.S. Petersen ve diğerleri (1992), “Sexual Behavior of Women Attending an İnner-city STD Clinic Before and After a General Campaign for Safer Sex in Denmark”, Genitourinary Medicine, 68, s. 296-299.

48- Dignan, M., D. Denson, D. Anspaugh ve D. C’mich (1985), “Effects of Sex Education on Sexual Behaviors of College Students”, Adolescence, 20, s. 171-178.

49- Dycus, S. G.M. Costner (1990), “Healthy Early Adolescent Development (11-13 year olds): Implementing a Human Sexuality Curriculum for Seventh Graders”, Elementary School Guidance and Counseling, 25, s. 46-53.

50- Edelman, M.W. ve K.J. Pittman (1986), “Adolescent Pregnancy: Black and White”, Journal of Community Health, 11, s. 63-69.

51- Edwards, L.E., M.E. Steinman, K.A. Arnold ve E.Y. Hakanson (1980), “Adolescent Pregnancy Prevention Services in High-school”, Clinics Family Planning Perspectives, 12, s. 6-14.

52- Eisen, M. Ve G.L.Zellman (1987), “Changes in İncidence of Sexual İntercourse of Unmarried Teenagers Following a Community-based Sex Education Program”, The Journal of Sex Research, 23, s. 527-544.

53- Furstenberg, F.F., K.A. Moor ve J.L. Peterson (1985), “Sex Education and Sexual Experience Among Adolescents”, American Journal of Public Health, 75, s. 1331-1332.

54- Herlitz, C. (1993), “Sexual Behavior in the General Population of Sweden”, Social Sciense and Medicine, 36, s. 1535-1540.

55- Howard, M. Ve H.B. Mc Cabe (1990), “Helping Teenagers Postpone Sexual İnvolvement”, Family Planning Perspectives, 22, s. 21-26.

56- Huston, R.L., L.J. Martin ve D.M. Foulds (1990), “Effect of a Program to Facilitate Parent-Child Communication about Sex”, Clinical Pediatrids, No: 29 (11), s. 626-633.

57- Jorgensen, S.R., V. Potts ve B. Camp (1993), “Project Taking Charge: Six month Follow up of a Pregnancy Prevention Program for Early Adolescents”, Family Relations, 42, s. 401-406.

58- King, B.M., L.S. Parisi ve K.R. Odwyer (1993), “College Sexuality Education Promotes Future Discussions About Sexuality Between Former Students and Their Children”, Journal of Sex Education and Therapy, No: 19 (4), s. 258-293.

59- Kirby, D., R.P. Barth, N. Leland ve J.V. Fetro (1991), “Reducing the Risk: Impact of a New Curriculum on Sexual Risk-Taking”, Family Planning Perspectives, 23, s. 253-263.

60- Kroger, F. Ve P.J. Wiesner (1981), “STD Education: Challenge for the 80s”, The Journal of School Health, 51, s. 278-281.

61- Ku, L.C., F.L. Sonenstein ve J.H. Pleck. The Association of AIDS Education and Sex Education with Sexual Behavior and Condom Use Among Teenage Men. Family Planning Perspectives, 24, s. 100-106.

62- Kyman, W.(1995), “The First Step: Sexuality Education for Parents”, Journal of Sex Education and Therapy, No: 21 (30), s. 153-157.

63- Lenderyou, G. (1994), “Sex Education: A School-based Perspective”, Sexual and Marital Therapy, No: 9 (2), s. 127-144.

64- Marsiglio, W. Ve F.L. Mott (1986), “The İmpact of Sex Education on Sexual Activity, Contraceptive Use and Pre-Material Pregnancy, Among American Teenagers”, Family Planning Perspectives, 18, s. 151-162.

65- Mellanby, A., J.Tripp’in yardımıyla (1992), “Sex Education: More is not Enough”, Journal of Adolescence, No: 15 (4), s. 446-449.

66- Moglia, R. (1994), “Sexuality Education in Higher Education in the Vsai: Analysis and İmplication”, Sexual and Marital Therapy, No: 9 (2), s. 181-191.

67- Monyooe, L.A. ve C.N. Fumba (1998), Pupils Views on Sex Education in Transkei Schools, South Africa. Psychological Reports, No: 82 (1), s. 337-338.

68- Nafstad, P. (1992), Evaluation of a Program to Prevent Unwanted Pregnancies Among Young Women inthe Stovener District, Oslo, 1988-1990. Tidsskr Nor Loegforen, 112, s. 3112-3114.

69- National Swedish Board of Health and Welfare, Committee on Health Education. Living Together: A Family Planning Project on Gotland Sweden, Stockholm, Author, 1978.

70- Philliber, S.G. ve M.C. Tatum (1982), “Sex Education and the Double Standard in School”, Adolescence, 17, s. 273-283.

71- Pick-de-weiss, S., R. Diaz-Loving, P. Andrade-Palos ve H.P. David (1990), “Effect of Sex Education on the Sexual and Contraceptive Practices of Female Teenagers in Mexico City”, Journal of Psychology and Human Sexuality, 3, s. 71-93.

72- Pillai, V.K. ve D.L. Yates (1993), “Teenage Sexual Activity in Zambia: The Need for a Sex Education Policy”, Journal of Biosocial Science, No: 25 (3), s. 411-414.

73- Rees, B. Ve S. Zimmerman (1974), “The Effects of Formal Sex Education on the Sexual Behaviors and Attitudes of College Students”, Journal of the American College Health Association, 22, s. 370-371.

74- Reis, Janet ve A. Seidl (1989), “School Administrators, Parents and Sex Education: A Resolvable Paradox?”, Adolescence, No: 24 (95), s. 639-645.

75- Rodrigues, O.M. (1989), “Proposal for Training Sex Educators in Psychology Faculties”, Revizta Latino-Americana de Sexologia, No: 4 (2), s. 211-221.

76- Sakondhavat, C., P. Leungtongkum, M. Kanato ve C. Kuchaisit (1988), “Kap Study on Sex Reproduction and Contraception in Thai Teenagers”, Journal of the Medical Association of Thailand, 71, s. 649-652.

77- Schinke, S.P., B.J. Blythe, L.D. Gilchrist ve G.A. Burt (1981), “Primary Perevention of Adolescent Pregnancy”, Social Work with Groups, 4, s. 121-135.

78- Siedlecky, S (1987), “Sexuality Education and the Needs of Young People”, Health Right, 6 (4), s. 11-16.

79- Siegal, D., R. Diclemente, M. Dubin, F. Krasovsky ve P. Saliba (1995), “Change in Junior High School Students’ AIDS-related Knowledge, Misconceptions’ Attitudes and HIV-Preventative Behaviors: Effects of a School-based İntervention”, AIDS Education and Prevention, 7, s. 534-543.

80- Singh, S. (1986), “Adolescent Pregnancy in the United States: An İnterstate Analysis”, Family Planning Perspectives, 18, s. 210-220.

81- Spanier, G.B. (1978), “Sex Education and Premature Sexual Behavior Among American College Student”, Adolescence, 13, s. 659-674.

82- Turner, J.C., E. Korpita, L.A. Mohn ve W.B. Hill (1993), “Reduction in Sexual Risk Behaviors Following a Comprehensive Health Education İntervention”, Journal of American College Health, 41, s. 187-193.

83- Vincent, M.L., A.F. Clearie ve M.D. Schluchter (1987), “Reducing Adolescent Pregnancy Through School and Community-based Education”, Journal of the American Medical Association, 257, s. 3382-3386.

84- Visser, A.P. ve B.P. Van (1994), “Effectiveness of Sex Education Provided to Adolescents”, Patient Education and Counseling, No: 23 (3), s. 147-160.

85- Weerakoon, P. (1994), “Sexuality Education or Allied Health Professionals: A Program to Meet İndividual Student Needs”, Journal of Sex Education and Therapy, No: 20 (1), s. 41-46.   

86- Weis, D.L., B. Ranbinowitz ve M.F. Ruckstuhl (1992), “İndividual Changes in Sexual Attitudes and Behavior with in College Level Human Sexuality Courses”, Journal of Sex Research, 29, s. 43-59.

87- Wielandt, H.B. ve B. Jeune (1992), Has the Age at Sexual Debut Changed after the Safe Sex Campaign? Ugeskr laeskr, 54, s. 271-275.

88- Williams, J.E., C.M. Achilles and C.P. Norton (1985), Appalachian Adolescent Health Education Project (AAHEP) Evaluation: A Study of Teen Pregnancy in East Tennessee (1982-1985), Paper Presented to the Mid-South Educational Research Association (MSERA), Biloxi, MS.

89- Yarber, W.L. ve T. Anno (1981), “Changes in Sex Guilt, Primarily Sexual İntimacy Attitudes and Sexual Behavior During a Sexuality Course”, Health Education, s. 17-21.

90- Zabin, L.S., M.B. Hirsh, E.A. Smith, R. Strett ve diğerleri (1986), “Evaluation of a Pregnancy Prevention Program for Urban Teenagers”, Family Planning Perspective, 8, s. 119-126.

İslam’da Hicabın Kapsamının, Felsefesinin ve Eğitimsel Etkilerinin İncelenmesi

Meryem Azimiyan

Dr. Said Beheştî

Çeviri: Nurcan Altun

Öz

Bu makalede İslam’da hicabın felsefesi, sınırları, eğitimsel etkileri ve hicabın içselleştirilmesinin yolları araştırılarak işlenmiştir. Bu araştırma bir tür tanımlayıcı araştırmadır. Kütüphane yöntemiyle bilgiler toplanmış, bilgilerin sınıflandırılması araştırma içerikli oldu. Kuran, sünnet, akıl ve fıtrat açısından hicabın felsefesi incelendikten sonra hicap için iki temel felsefeye ulaşıldı. İlki toplumda erkeklerinin tahrikinin önlenmesi ve diğeri hem rahatsız edebilecek olanların şerrinden uzak kalabileceği, hem de rahatlıkla topluma karışabileceği şekilde kadının emniyetinin sağlanmasıdır. Kadının hicabının kişisel boyutta sınırları, yüzü ve elleri hariç bütün bedenini namahrem yanında örtmesidir. Mahremlerin yanında böyle örtünmesine gerek yoktur. Bununla beraber kadınlar, konuşmalarıyla ve yürümeleriyle dahi, sosyal ortamlarda dikkat çekmenin her türlüsünden sakınmalıdırlar. Hicabın en önemli etkileri kişisel boyutta kadının korunması, huzuru ve emniyeti, aile boyutunda ailenin güçlenmesi ve sebatı, toplumsal boyutta da toplumun ahlakının korunmasıdır. Hicabı içselleştirme yöntemleri ise şunlardır: Allah’a imanın kuvvetlendirilmesi ve artırılması, hicap konusunda bilgilendirme, hicabın felsefesinin ve olumlu etkilerinin anlatılması, hicabın üstün örneklerinin tanıtılması…

Anahtar kelimeler: Hicap, hicap erkanı, hicabın boyutları, hicabın etkileri, İslami eğitim ve öğretim.

Giriş

Kadının örtünmesi ve hicabı, her zaman bir rengi ve ahengi olan, herkesin kendi bakış açısına göre eleştirip incelediği tarih kadar uzun bir hakikattir. Örtünmeye muhalif olan kesimler, genellikle bunun için mantık dışı ve makul olmayan açıklamalar yapmaya çalışmışlardır. Elbette insanın en baştan hurafe farz ettiği konu için beyan ettiği açıklama da hurafeyle uyumlu olacaktır. Bu tür kişilerin hicap felsefesine karşı sundukları deliller riyazet ve ruhbanlık, kadının istismarı, emniyet hissetmeme ve kıskançlıktır. Acaba bu hükmü kadınlara farz eden İslam, bu delilleri kabul ediyor mu? Yoksa İslami hicap felsefesi başka bir konu mudur?

Bu araştırmada İslam’da hicap felsefesi ve delilleri ayetler ve rivayetler dikkate alınarak dört bölümde incelenecektir. Sonra kişisel, ailevî ve toplumsal açıdan hicabın kapsamı, nihayetinde de hicabın eğitimsel etkileri ve içselleştirilme yöntemleri anlatılacaktır.

Hicabın Felsefesi

Bu araştırmada hicap felsefesinin delillerine bakılacaktır. Bunlar, bu hükmün vacip olmasının da sebepleridir. İslam’da vahiy kaynağı, bu faraziyeyi açıklayan ayetleri içermektedir. Devamında Masum İmamların (a.s) sünnetine (söz, fiil ve onay) başvurularak bu hükmün ayrıntılı temelleri daha da belirginleşecektir.

a) Kuran’ın bakış açısından hicap

Hicap ayetlerine ve nüzul tertibine dikkat edilirse hicap hükmünün bir seferde ilan edilmediği, azar azar, zamanın geçmesiyle ve ortamın hazır olmasıyla nazil olduğu görülür. “İlk önce hicri beşinci yılın son günlerinde, Peygamber’in Zeynep binti Cahş’la (Zeyd bin Harise’nin boşadığı karısı) düğün yemeğinde Peygamber eşlerinin örtünmesi ayeti Peygamber’e (s.a.a) nazil oldu. Bu ayet-i kerimede bütün erkeklere, perde arkasından Peygamber’in eşleriyle konuşmaları emredildi. 

İkinci aşamada akrabalar bu hükmün kapsamından çıktı ve onların Peygamber’in eşleriyle perde olmadan konuşmalarına izin verildi. Üçüncü aşamada örtü(cilbab/çarşaf) Peygamber ve mümin eşlerine ve kızlarına bir hak ünvanıyla verildi. Dördüncü aşamada Nur suresi ayetleri hanımların hicap hükümlerini açıkladı. Beşinci aşamada mahrem hanımların istirahat mahalline girebilmek için izin alınması konusu işlendi. (Âbidinî, Neşriye-i Fıkıh, No: 23, s. 49-50)

İlk aşama: Ahzap suresi 32, 33 ve 53. ayetlerin nazil olması

“…Kadınlarından bir şey istediğiniz zaman perde ardından isteyin.” (Ahzap/53). Sonra bu ayetin sebebini açıklarken şöyle buyuruyor: “Bu, sizin yürekleriniz bakımından da daha temizdir, onların yürekleri bakımından da.”

Bu surede hicap ayeti nazil olmadan önce, Peygamber’in eşlerinin, ilahi takvayı korumaları halinde diğer kadınlardan üstün olduklarını beyan eden başka ayetler nazil olmuştur. Peygamber eşlerine, zaruri işleri dışında evlerinden dışarı çıkmamaları, erkeklerle naz ve işveyle konuşmamaları ve ilk cahiliye dönemindeki gibi süslenmemeleri de emredilmiştir.

“Ey Peygamberin eşleri, siz, öbür kadınlardan birine benzemezsiniz; çekiniyorsanız sözü yumuşak bir tarzda söylemeyin ki gönlünde bir hastalık olan ümide düşer sonra ve doğru ve güzel söz söyleyin. Ve evlerinizde oturun ve ilk cahiliyet devrinde olduğu gibi sokaklara çıkmayın.” (Ahzap/32-33)

İkinci Aşama: Ahzap suresi 55. ayetin nazil olması

“Peygamberin kadınlarının, babalarına, oğullarına, erkek kardeşlerine, erkek kardeşlerinin oğullarına, kız kardeşlerinin oğullarına, inanan kadınlara ve sahip oldukları kölelere ve cariyelere görünmelerinde bir vebal yok ve çekinin Allah’tan; şüphe yok ki Allah her şeye tanıktır.” (Ahzap/55)

Bu ayet incelendiğinde adı geçen ilk beş gurubun “birinci derece mahremler” olduğu görülmektedir. Bununla beraber Peygamber’in hanımları için olan hicap hükmü, onları birinci derece mahremlerin gözünden uzak tutmak amacıyla verilmemişti. Diğer bir deyişle Allah resulünün eşleri, daha önceden mahrem akrabalarıyla perde arkasından konuşmakla yükümlü olmadıkları gibi, Peygamber’le evlendikten sonra da perde olmadan mahrem akrabalarıyla konuşabilirler.

Üçüncü aşama: Ahzap suresi 59. ayetin nazil olması 

“Ey Peygamber, eşlerine ve kızlarına ve inananların kadınlarına söyle; dışarı çıkacakları vakit dışarıya mahsus elbiselerini giysinler; bu, onların tanınıp incinmemelerini daha iyi sağlar ve Allah, suçları örter, rahimdir.” (Ahzap/59)

Buraya kadar Peygamber eşlerinin kendilerini perde arkasında korumaları gerektiği, sadece mahrem akrabalarıyla, mümin kadınlarla ve kölelerle perde olmadan yüz yüze gelebilecekleri anlaşıldı. Bir taraftan da bu vazife, Peygamber’in hanımlarını içine alan özel bir şerefti. Şüphesiz hicabın şerefli ve bir hak olması yönü, bir yükümlülük olması yönünden daha fazlaydı. Bu yüzden hicap hükmünün ilan edilmesinin ardından bu emre uyanların cennetle müjdelenmesi ve uymayanların cehennem azabıyla korkutulması konu edilmedi. Aksine aklın ve örfün beğeneceği bir sebep sunuldu: “Bu, onların tanınıp incinmemelerini daha iyi sağlar.” Şerefli ve bir hak olması yönü daha ön planda olduğu için de Medineli kadınlar, azamet ve haşmetlerinin ön plana çıkması için, Peygamber siyah çarşaf giymelerini buyurmadığı halde siyah çarşaf giydiler. Elbette Arabistan yarımadası gibi ülkelerde, güneş ışığını kendine çekmesi sebebiyle siyah giysi giymek pek uygun değildir. Bununla beraber bu tür giysi giymeye getirilebilecek tek açıklama, azametli ve haşmetli olmak ve bu haktan tamamen faydalanabilmek için bu seçimin yapıldığıdır.

Burada, ayette geçen asıl kelime olan “cilbab” kelimesi açıklanmalıdır. Cilbab için lügat ve tefsir kitaplarında çeşitli manalar ve örnekler zikredilmiştir. Ruhu’l-Meanî’de cilbab için birkaç mana zikredilmiştir: 1. Yukardan aşağıya kadar örten şey; çarşaf gibi. 2. Örtü. 3. Aba. 4. Kadınların, elbiselerinin üzerine giydiği bütün elbiseler; pardesü vb. 5. Kendisiyle örtünülen her şey; aba veya başka bir şey. 6. Başörtüsünden daha büyük, cüppeden daha küçük giysi.

Öyleyse cilbab kelimesi çarşaf ve benzerleri anlamındadır, başörtüsü anlamında değil. Burada çarşafın normalde önünün kapalı olmadığı noktasına dikkat edilmelidir. Bununla beraber çarşaf giymek, başın ön tarafının, yüzün ve kulakların açık ve görünür olmasıyla çelişmemektedir. Buradan, bu ayetin hicabı ve hicabın sınırlarını yenilemek amacında olmadığı anlaşılıyor. Amaç, örtüyü özgür ve iffetli kadınların bir sembolü kılmak ve bunu bir ayrıcalık olarak sunarak hanımların şevkle hicabı kabul etmelerini sağlamaktır. Belki de bu tür bir sembolle iffetli kadınların iffetsizlerden veya özgürlerin kölelerden ayrılmasını kadınların kendisi istemiştir. Çünkü reziller ve haydutlar tarafından rahatsız ediliyorlar, bu sebeple de zamanlı zamansız Peygamber’e şikâyette bulunarak bir çare arıyorlardı. Bu yüzden Allah bu hal yolunu onlara sunmuştur.

Dördüncü aşama: Nur suresinin 30-31. ayetlerinin nüzulü

“İnanan kadınlara da söyle, gözlerini haramdan sakınsınlar, ırzlarını korusunlar ve açığa çıkanlardan, görünenlerden başka ziynetlerini göstermesinler ve örtülerini, göğüslerini örtecek bir tarzda omuzlarından aşağıya doğru salsınlar; kocalarından yahut babalarından, yahut kocalarının babasından, yahut oğullarından, yahut üvey oğullarından, yahut erkek kardeşlerinden, yahut erkek kardeşlerinin oğullarından, yahut kız kardeşlerinin oğullarından, yahut Müslüman kadınlardan, yahut kendi malları olan kölelerden, yahut erkeklikten kesilmiş veya kudreti olmayan erkek hizmetçilerden, yahut da henüz kadınların gizli hallerine vakıf olmayan erkek çocuklardan başka erkeklere ziynetlerini göstermesinler; gizledikleri ziynetler, bilinsin diye ayaklarını da vurmasınlar ve tövbe edin hepiniz Allah’a ey inananlar da kurtulun, erin muradınıza.” 

Nur suresinin 31. ayeti hicabın dördüncü aşamasıdır. Kadınların hicabına ilaveten erkeklere uzun bakmamak, namahrem yanında süslerini belli etmemek gibi başka konular da bu ayetin nüzul sebepleri arasında bilinir. “İnanan kadınlara söyle” ayetinden, Medine kadınlarının başlarını ve bedenlerini örttükleri ama başlarının ve göğüslerinin bazı kısımlarını açık bıraktıkları anlaşılmaktadır. Bununla beraber bu ayette, örtülmeyen kısımların örtülmesiyle ilgili emirler vermiştir. Başörtülerinizi yakalarınızın üzerine atın buyruğundan, bu ayet-i kerime nazil olmadan önce başörtüleri ön taraftan bağlamadıkları ve boyunlarının açıkta olduğu anlaşılmaktadır. 

Burada “himar”ın çoğulu olan “humur” kelimesinin anlamından bahsetmemiz gerekiyor: “Himar” mutlak örtü anlamındadır ve burada başörtüsü kastedilmektedir. Bu, hanımların başlarının üzerinden baş ve boyunlarına attıkları örtüdür. Kuran-ı Kerim, himar ve cilbabın hedeflerini farklı beyan ediyor. Himarı mutlak vacip buyurmuştur. Nur suresinden anlaşıldığı kadarıyla bunun hedefi erkeklerin tahrik olmasını önlemektir. Ancak cilbab, kadının kendi emniyetini sağlayan ve onu serserilerin şerrinden koruyan bir örtüdür. Bununla beraber himar erkeklerin tahrik olmasını önlemek içindir ama cilbab kadının kendi emniyeti içindir. Öyleyse bu ikisi aynı olamaz. Yoksa kadınların emniyeti için Nur suresindeki ayet yeterli olurdu, başka bir ayete daha gerek olmazdı. 

b) Sünnet açısından hicap

Sünnetle beraber Kuran, İslam kültürünü tanıma kaynağıdır. İslam’ı tanımak ve beşeri toplumun çeşitli boyutları hakkında İslam şeriatının bakışına ulaşmak için bu iki kaynaktan faydalanılır. Peygamber’den (s.a.a) ve Masum İmamlardan (a.s) hicap hakkında nakledilen rivayetlerde, Kuran’ın hicapla ilgili konuları daha fazla açıklanmaya ve şerh edilmeye çalışılır. 

Sünnet, Masum İmamların (a.s) söz, fiil ve onaylarını kapsar. Bununla beraber hem bu konudaki hadislerine, hem de onların o günün toplumundaki davranış ve siyerlerinin türüne başvurulabilir. Aynı şekilde Müslüman kadınların İslam’ın ilk zamanlarındaki siyeri de kadınların yüce şahsiyetlerinin örneği ünvanıyla dikkate alınabilir. Zira onlar her zaman namahrem karşısında bedenlerini ve saçlarını örtmüşlerdir. Bunu da bütün toplumsal alanlarda da varlıklarını sürdürürken yapmışlardır.

Resulullah’ın (s.a.a) kızı Hz. Fatıma Zehra’nın (a.s) bütün yaşam alanlarındaki davranışları Müslüman kadınların hepsi için şahsına münhasır ve yüce bir örnektir. Beşeriyetin kendi çizgisinde marifete ve kemale ulaşmaya susadığı, boş ve yanlış örnekleri izlediği için başıboş ve şaşkın kalakaldığı bir dünyada kâmil insanlardan daha iyi ve daha kâmil bir örnek bulunamaz. Aşağıdaki rivayetlerde hicapla ilgili şu huşular geçmektedir:

1- Vücudu belli eden giysi giymenin men edilmesi

Bir gün Ebu Bekir’in kızlarından biri ve Peygamber’in hanımlarından birinin kız kardeşi olan Esma, vücudunu gösteren ince bir elbiseyle Peygamber’in evine geldi. Peygamber ondan yüzünü çevirerek şöyle buyurdu: “Ey Esma, kadın buluğa erdikten sonra yüzü ve elleri dışında vücudunun bir yerinin görünmemesi gerekir.” (Secestanî, tarihsiz, c. 2, s. 383)

Bir şeyin örtülmesi vacip olduğunda, yani o şeyin muhakkak örtülmesi gerektiğinde uzuvları gizlemeyen ince örtü, örtü sayılmamaktadır.

2- Ev dışında makyajın ve koku kullanmanın men edilmesi

Bunun hakkında şöyle rivayet edilmiştir:

“Peygamber (s.a.a) kadının başkaları için kendisini süslemesini men etti ve şöyle buyurdu: “Eğer kocasından başkası için süslenirse Allah’ın onu ateşte yakması gerekir.”  (Meclisî, 1376, c. 103, s. 243)

3- Bakmaktan ve göz süzmekten sakınma

İmam Sadık (a.s) şöyle buyuruyor: “Bakış, asi şeytanın zehirli oklarından bir oktur. Bir bakışın süresinin o kadar kısa ama pişmanlıklarının uzun süreli olduğu çok görülmüştür.” (Hürr Amulî, 1363, c. 14, Nikâh babı)

4- Namahremle tokalaşmanın yasaklanması

İslam’ın yasakladığı hususlardan biri de namahremlerle tokalaşmaktır. Bu konu hakkında yüce İslam Peygamberi (s.a.a) şöyle buyuruyor:

“Kendisine mahrem olmayan bir kadınla tokalaşan kimse, Hak Teala’nın gazabını üzerine çeker.”  (a.g.e., s. 143)

5- Kadın ve erkeğin birbirine karışmasından sakınmak

Bir gün Resulullah, kadınların ve erkeklerin beraber camiden çıktığını gördü. Kadınlara hitaben “Erkeklerin gitmesini beklemeniz, onların ortadan sizlerin de kenardan gitmeniz daha iyidir.” buyurdu. Başka bir gün de Resulullah kapılardan birini göstererek “Şu kapıyı kadınlara ayırmamız ne iyi olur.” diye buyurdu. (Secestanî, Tarihsiz, c. 1, s. 184)

6- Fesadın ve kayıtsızlığın önlenmesi

İmam Rıza (a.s) hicabın sebebi hakkında şöyle buyurmuştur:

“Kadınların saçlarına bakmak haram oldu çünkü eğer saçları namahrem erkekler tarafından görülürse tahrike yol açar. Bu da ardından fesadı ve kayıtsızlığı getirir ve halkın haram işlere bulaşmasına sebep olur.” (Saduk, 1376, c. 2, s. 287)

Erkeklerin vazifeleri

Kuran’da ve rivayetlerde hicabın korunması ve kadınların süslenmekten kaçınması emirlerine ilaveten erkeklere de bazı mesuliyetler yüklenmiştir. Bu mesuliyetlerden bazıları şunlardır:

1- Gayretli olmak

İmam Sadık’tan (a.s) şöyle rivayet edilmiştir: “Âlemin yaratıcısı gayretlidir ve gayretli insanı sever.” (Payende, 1364, s. 143) Yine şöyle buyurmuştur: “Gayreti olmayan erkek, kalbi ters bir insandır.” (Hürr Amulî, 1363, c. 14, s. 108)

2- Eşin ve kız çocukların yönlendirilmesi ve kontrolü

Kuran’da şöyle buyuruluyor: “Ey iman edenler! Kendinizi ve ailelerinizi yakıtı insanlar ve taşlar olan ateşten koruyun.” (Tahrim/6) 

3- Diğerlerinin hanımlarına karşı iffetli olunması

Peygamber (s.a.a) şöyle buyurmuştur: “Kendi hanımlarınızın iffetli olması için diğerlerinin hanımlarına karşı iffetli olunuz.” (Hürr Amulî, 1363, c. 14, s. 141)

c) Akıl açısından hicap

İslam âlimleri ve düşünürleri, örtü felsefesi hakkında bazı konulardan bahsetmişlerdir. Şimdi akıl açısından hicabın delillerinden bahsedeceğiz:

1- Cinsel içgüdülerin kontrolünde hicap etkeni

Cinsel içgüdü, insanın en güçlü içgüdülerinden sayıldığı için, bu içgüdünün yönlendirilmesi ve tahrikinin önlenmesi, ahlak ve değerlerle ilgili konuların düzenlenmesinde büyük rol üstlenmektedir. Freud, ruhsal hastalıkların hepsinin, cinsel içgüdülerin bastırılmasından kaynaklandığına inanıyordu. Ayrıca toplumun cinsel eğilimler karşısında katı tutumlar sergilememelerini sağlamaya çalışmıştır. Ancak cinsel özgürlüğün olduğu birkaç on yıldan sonra ruhsal hastalık oranlarının azalmadığı, üstelik zamanla daha da çoğaldığı görülmüştür. Psikologlara göre insanın kendisinde hissettiği gam ve üzüntünün tepkime yoğunluğuyla zevk verici eğilimlerinin yoğunluğu birbiriyle irtibatlıdır. Eğer insan yoğun cinsel uyaranlara maruz kalmazsa depresif de olmaz. Öyle ki ergenlerin ve gençlerin yapılarındaki değişimlerin çoğu, bu yaşta heyecanlarında iniş çıkışların görülmesi sebebiyledir. Eğer insan yoğun bir şekilde tahrik olursa, gevşemeye de hazır olmalıdır. Bu açıdan yaşamda heyecanın sebatı ve sükûnet, iffete aykırı görüntülerden uzaklıkla irtibatlıdır. Bu açıdan da toplumda kadınların örtüsü ve hicabı, tahrik edici görüntülerin kontrol etkeni sayılmaktadır.

2- Kadınların kirli bakışlardan korunması

Müslüman kadın, toplumda iffet ve saygının biçimlenmiş halidir. Aslında örtü, bir çeşit kadına saygı duymak ve onu şehvetli ve hayvanca bakışlardan korumaktır. Nitekim kadın, sınırları korumazsa her kalbinde hastalık olan ona tama’ eder ve kirli bakışıyla özel alanını ihlal eder. Neticede salim kalması ve salim bir nesil yetiştirmesi gereken o şahsiyet, günaha bulanmış bakışların etkisi altında şehvetlere doğru çekilir.

3- Kadın ve erkeğin hayatının ve sağlığının korunması

Hicap, kadın ve erkek arasında bir garantidir ve en önemli etkilerinden biri ikisinin de hayatını korumasıdır. İnsan nefsi, sapmaya meyillidir ama salim aklın kuvvetlendirilmesi insanın şehvetlere kapılmasına engel olur.

4- Toplumda kadınların var olabilmesi için uygun ortamın hazırlanması

İslam’ın kadınlara verdiği örtünme vazifesi, onlar evden dışarı çıkmasınlar anlamında değildir. İslam’da hapsetmek, kilitlemek yoktur. Eski İran ve Hindistan gibi bazı kadim ülkelerde bu tür yaklaşımlar olmuştur ama İslam’da yoktur. İslam’da kadının örtünmesi, kadının erkeklerle muaşeretinde vücudunu örtmesi ve kendini göstermemesidir.

5- Ailede ve toplumda fesadın ortaya çıkmasının önlenmesi

İslam’da örtünmenin kadınlara mahsus olmasının sebebi, kendini göstermeye ve süslenmeye meylin kadınlara özgü olmasıdır. Kalplerin elde edilmesi söz konusu olduğunda erkek av, kadın ise avcıdır. Bedenin ele geçirilmesinde ise erkek avcı, kadın da avdır (Mutahharî, 1358). İnsan aklı, kendisinin menfaatine olan ve ihtiyacını gideren veya bir zararı kendisinden uzaklaştıran şeyin yapılmasını emreder. Bununla birlikte şehvetin ve evhamın zinciriyle esir olmayan her akıl –ilahi dinlere bağlı olmasa bile- bunun lüzumuna hükmedecektir. Nitekim batılı kadınlardan bazılarının hicap kültürünü kabul ettiklerinin sinyalleri verilmeye başlanmıştır. Çünkü kadının çıplaklığından kaynaklanan zararları tamamen hissetmektedirler. Hicap, hangi düşünceye sahip olurlarsa olsunlar bütün kadınlar için ahlaki bir vazifedir.

d) Fıtrat açısından hicap

Kadının hicaba yönelmesinin sebebi, fıtrî veya içgüdüsel olan utanma ve hayâ duygusudur. Utanma, hayâ, iffete ve temizliğe duyulan aşk ve iştiyak, yaratılışta gizlenmiş bir tedbir ve mekanizmadır. Hatta bazen elinde olmadan namahremin gözünden kendini gizlemeye mecbur eden şeydir. Bu yüzden hayâ ve örtünme duygusunu kaybetse bile, emniyetsiz bir toplum muhitinde örtünmeye yöneliyor. Psikologlar hayânın, kadının yaradılışıyla iç içe geçtiğine inanıyorlar. Buluğ döneminin bedensel değişimleri –ki genellikle çeşitli ruhsal durumların görülmesiyle beraberdir- içsel hayâ etkenini ortaya çıkarır. Bazıları da kadının örtünmesinin, kendi cazibesini fazlalaştırması yönünde fıtrattan gelen akıllıca bir tedbir olduğuna inanmaktadırlar. 

Hicap, çarşaf veya özel bir kıyafet giyme anlamında değil, Kuran’da örtünme anlamında fıtrî bir emir telakki edilmiştir. Araf suresi 20. ayette Âdem ve Havva hakkında şöyle buyrulmuştur: “Şeytan, onlara gizli kalmış olan avret yerlerini belirtip göstermek için ikisini de vesveselendirdi ve bu ağacın meyvesini yerseniz mutlaka iki melek haline gelir yahut da ebedi ömre kavuşursunuz, onun için Rabbiniz sizi nehyetti dedi.” Uzun lafın kısası, fıtrî özellikler olan hayâ ve utanmanın, örtünün ortaya çıkışı ve devamındaki rolü görmezden gelinerek zahirî başka bir sebep peşine düşülemez. Bu insanî özellik, insanın örtünmesinin temel felsefelerinden biri olmuştur. İnsanın sadece sıcaktan ve soğuktan korunmak için örtünmeye yöneldiği söylenemez. İslam şeriatı da örtüyü, bu özellik esasına dayanarak savunmuştur. 

Bununla birlikte hayâ, bütün insanların fıtratında olan sabit bir esastır ki insanın ruhsal tarafına dönmektedir. Elbette halkın kendisinden hayâ ettiği ölçüler ve konular, onların kültür, düzen ve değerlerine tabidir. Neredeyse bütün fıtrî konular da böyledir; ölçüleri kültürlere tabidir. Ancak bununla beraber bu ölçüler, ilahi kanunlarla uyumlu olmalıdır. Mukaddes şeriatın fıtrî meselelerdeki konumunun kendisini gösterdiği ve fıtrata göre ölçüyü belirlediği yer burasıdır (Bankipurferd, 1383, s. 19)

Hicabın sınırları

İslam toplumdaki mümin fertlerin hepsine sınırları koruma emrini vermiştir ve bu konu hakkında kadın ile erkek arasında fark yoktur. Önce erkeklere bakmamalarını emrediyor, sonra kadınların vazifelerini açıklıyor. Nur suresinin 30. ayetinde ve 31. ayetin başında şöyle buyuruyor: 

“İnananlara söyle: Gözlerini haramdan sakınsınlar, ırzlarını korusunlar, bu, daha temiz bir harekettir size. Şüphe yok ki Allah, ne işlerseniz hepsinden de haberdardır. İnanan kadınlara da söyle, gözlerini haramdan sakınsınlar, ırzlarını korusunlar ve açığa çıkanlardan, görünenlerden başka ziynetlerini göstermesinler ve örtülerini, göğüslerini örtecek bir tarzda omuzlarından aşağıya doğru salsınlar.” Bu ayetten, kadınların yüzleri ve bileğe kadar elleri dışında kalan bedenlerinin tamamını örtmelerinin vacip olduğu anlaşılıyor.

Yüzü ve bileğe kadar elleri istisna ettikten sonra şöyle buyuruyor: “Örtülerini, göğüslerini örtecek bir tarzda omuzlarından aşağıya doğru salsınlar.” Himarın çoğulu olan humuru tanımlarken, gerdanı örtecek magna veya başörtüsü denmiştir. Yani şapka veya fular gibi başka bir şeyle sadece başın ve yakanın örtülmesi Kuran’ın kastını karşılamamaktadır ve bu örtü yeterli değildir; himarın sınırları (ki yüz dışında başın ve gerdanın örtülmesidir) korunmalıdır.

Bu iki ayet –Ahzap suresinin 59. ve Nur suresinin 31. ayetleri- hicabın bir kısmını beyan etmektedir, tamamını değil; yani Kuran’ın tabirinden de cilbap ve himarın farklı olduğu anlaşılmaktadır. Cilbap, beden giysisidir ama himara asla beden giysisi denilmemektedir. Öyleyse cilbabın himardan daha genel olduğu anlaşılmaktadır. Bununla birlikte saçların, gerdanın ve göğsün örtülmesi vaciptir. Hatta kadının ziynetlerini göstermesi de haram kılınmıştır. 

Bununla beraber Nur suresi 31. ayetin devamında bir gurup erkek istisna edilerek mahremler gösterilmiştir. Yani kadının ziynetlerine bakabilecek ve kadının, yanlarında ziynetlerini örtmek zorunda olmadığı bir gurup erkek tanıtılmıştır. “Kocalarından yahut babalarından yahut kocalarının babasından yahut oğullarından yahut üvey oğullarından yahut erkek kardeşlerinden yahut erkek kardeşlerinin oğullarından yahut kız kardeşlerinin oğullarından yahut Müslüman kadınlardan yahut kendi malları olan kölelerden yahut erkeklikten kesilmiş veya kudreti olmayan erkek hizmetçilerden yahut da henüz kadınların gizli hallerine vakıf olmayan erkek çocuklardan başka erkeklere ziynetlerini göstermesinler.”

Özetle, kadının kocasına ve mahremlerine ziynetlerini göstermesinin sakıncasının olmadığı söylenebilir. Baba, oğul, kardeş, dayı, amca ve diğer mahremlerin yanında başını, gerdanını, kollarını, bilekten itibaren ayaklarını açık bırakabilir, örtmeyebilir.

Nur suresi 31. ayetin devamında şöyle buyruluyor: “Gizledikleri ziynetler bilinsin diye ayaklarını da vurmasınlar ve tövbe edin hepiniz Allah’a, ey inananlar da kurtulun, erin muradınıza.” Yanlarında ziynetleri örtmenin vacip olmadığı mahremlerin istisna edilmesinin ardından, ziynetlerin sesini duyurmamalarıyla ilgili takva meselesini öğütlüyor. Arap kadınları genellikle halhal takarlardı ve diğerleri pahalı ve çeşitli halhallar taktıklarını bilsinler diye ayaklarını sertçe yere vururlardı.

Bu ayetten toplumda hicabın türü ve sınırları anlaşılabilir. Şöyle ki erkeklerin, özellikle de hasta kalplilerin ilgisini çekebilecek her şeyden kaçınmak gerekir. Hakikatte, ne şekilde olursa olsun tahrik ve cezbetme men edilmiştir. Çünkü Kuran’ın deyimiyle hasta kalplileri tahrik ve cezbetme, kadınların kendi başına iş çıkarmakta, sorun yaratmaktadır. İş ve çalışma özgürlüğünü ondan almaktadır. 

Kuran, özel bir zarafetle ev ortamındaki örtünün ve ilişkilerin sınırını da biçimlendiriyor ve en küçük meselelere bile teveccüh gösteriyor. Nur suresinin 58 ve 59. ayetlerinde şöyle buyruluyor:

“Ey iman edenler! Ellerinizin altındakiler (köle ve cariyeleriniz) ve sizden henüz ergenliğe ermemiş olanlar (yanınıza girmek için) üç vakitte sizden izin istesinler: Sabah namazından önce, öğle vakti elbiselerinizi çıkardığınız vakit ve yatsı namazından sonra. Bunlar sizin için üç mahremiyet vaktidir. Bunların dışında (izinsiz yanınıza girmelerinde) sizin için de onlar için de bir sakınca yoktur. Onlar etrafınızda dolaşırlar; birbirinizin yanına girip çıkarsınız. İşte Allah size ayetleri böyle açıklamaktadır. Allah bilendir, hekimdir. Sizden olan çocuklar ergenliğe erdiklerinde artık kendilerinden öncekilerin izin istedikleri gibi izin istesinler. İşte Allah size ayetlerini böyle açıklamaktadır. Allah bilendir, hekimdir.” 

Ev ortamında hicaba ve iffete riayet etmek çok önem taşır. Çünkü çocukların karakterlerinin alacağı şeklin temeli, kurallarla aşina olmak ve örtünün türüne ve sınırlarına alışmak çocukluk yıllarında oturur. Anne ve babanın rolü ve çocukların önünde birbirlerine davranış şekilleri bellidir.  

Bu konunun sonunda üç noktaya işaret etmeliyiz:

a) Kadının toplumdaki özgürlüğüyle hicabın ilişkisi

Hz. Ali (a.s) şöyle buyuruyor: “Kim şehvetleri terk ederse özgür olacaktır.” Özgürlüğün düşünceyi ifade, siyasi faaliyet ve diğer dalları vardır. Hicap hangi özgürlüğü kadının elinden alıyor? Kadının toplumda bulunmasının yasaklanmadığını, aksine bunun arzu edilen bir şey olduğunu söyledik. Kadın ve erkeğin, iki insan olarak bir arada bulunmasının da haram olmadığını, haram olanın kadın ve erkek cinsiyetlerinin birbirine karışması olduğunu da söyledik. Kadının toplumsal ve siyasi faaliyette bulunması önünde bir engel yoktur. Öyleyse hicap, kadının hangi özgürlüğünü elinden alıyor? Kastedilen özgürlük, cinsel sefahat ve içgüdülerde sınır tanımamak ise elbette hicap bu özgürlüğü sınırlandırıyor. Zaten hicabın amacı da budur.

b) Giysi ve toplumda modanın etkisi   

Giysi sadece toplum kültürünün etkisi altında değildir, tek tek kişilerin şahsiyetlerini de tanıtmaktadır. Elbette kişilerin şahsiyeti ve toplumun genel kültürü arasında da kuvvetli bir irtibat vardır. Manevi ve insani yüce değerlerin itibarsızlaştığı ve insanın iç âleminin dış görünüşünden kazandığı haysiyet ve anlamdan ibaret olduğu bir toplumda, muhakkak insanın bütün şahsiyeti, diğerlerinin kendisi hakkındaki görüşlerine ve teveccühlerine göre şekil alır. Böyle bir toplumdaki kişilerin, üzerlerine giydikleri giysiler gibi her vesileyle kendilerine şahsiyet kazandırmaya çalışacakları ortadadır.

Moda ve giysilerde görülen sürekli değişim, kişilerin ruhları ve zamirleri üzerinde böyle bir etki bırakmaktadır. Kişi kendisini mantıklı ve makul yollardan mümtaz ve müşahhas kılamadığında giysilerindeki değişikliklerle ve makyaj şekilleriyle diğerlerinin dikkatini çekebileceği her türlü yola başvurur. 

c) Şöhret giysisinin haram oluşu

İslam, kadınların ve erkeklerin aynı ağırlığa ve toplumsal meşruiyete sahip olmasını istiyor. Giysileri sıradan ve her türlü dikkati çekmekten uzak olmalıdır. Kişinin toplumda ayrıcalığına sebep olacak giysi giymesi bile yasaklanmıştır. Eğer bir giysi bir kimsenin şöhretine sebep olursa onu haram ilan ederek, bunu kişinin aşağılığının ve alçaklığının alameti olarak görmüştür. Bununla ilgili İmam Sadık (a.s) şöyle buyuruyor: “Kişinin şahsiyetsizliği(ni göstermek) için onu meşhur edecek bir giysi giymesi veya bir bineğe binmesi yeterlidir.” (Hürr Âmulî, 1363, c. 3, s. 152)

Hicabın Eğitimsel Etkileri

Hicabın kadın üzerinde bıraktığı etki, önce onun ruhunda görülür. Zira kişi özgürce kendisine bir örtü seçtiğinde, ona saygı gösterdiğinde ve mukaddes kabul ettiğinde, kesinlikle kendisini huzurlu ve başı dik hisseder. Bu, Müslüman kadında insanî değerlerin korunmasıdır. Ancak kadın, ziynetini ve bedenini namahremlerin gözü önüne serip göstererek, kendisini bir sanat tablosuna çevirip aşağılık ve alçaklık duvarına asarsa etrafında sinekler uçuşmaya başlar ki neticesi onun insanî şahsiyetinin çiğnenmesinden başka bir şey değildir.

Hanımlar sınırları koruyarak, başkalarının haklarını gözeterek ve hemcinslerinin ruhunu ve bedenini tahrip etmeyerek içinde var oldukları bir toplumda gençler için emin ve huzurlu bir ortam oluştururlar. Ruhsal sağlığa ve mutluluğa doğru ilerlerler. İslam’ın hedefi de kadın ve erkek Müslümanların sakin bir ruha, düzgün bir morale ve temiz göz ve kulağa sahip olmalarıdır. Şimdi hicaba doğru şekilde riayet edilmesinin neticelerini kişisel, ailevî ve toplumsal olmak üzere üç boyutta inceleyeceğiz:

a) Hicabın kişisel etkileri

1) Manevî başarılar: 

Belki de hicabın en önemli kişisel tesiri, kadının ilahi emirlere kulluğunu ve itaatini ilan ederek bu hükmü tam anlamıyla icra etmesi ve sonra da bu kulluk tacını iftiharla başına taktığı için, içinde oluşan mutluluk ve memnuniyet duygusudur. Örtülü kadın kendisi ve Allah arasından, Allah’ı seçmiş; din hükümleri ve nefsinin istekleri arasından din hükümlerine yönelmiştir. Böyle bir seçim, onun psikolojisine, düşüncesine ve ameline başka bir renk katar, giysisine anlam verir ve onu mantıklı, Allah’ın beğendiği bir amel kılar, tekâmülü doğrultusunda yaptıklarına ekler. Kadın, cinsel takvaya riayet eder, kendisini namahreme karşı örterse Allah’ın takvalılara vaadi onu da kapsar; hak ile batılı birbirinden ayırma gücüne sahip olur, yaşamda saadet ile bedbahtlık yollarını tanır, günahları örtülür, affedilir ve ibadetin tadını idrak, cesaret, hakkı söylemek, her durumda şer’î vazifeyi bilmek ve haramları terk etmek, kabiliyetlerin geliştirilmesi gibi diğer başarılara da nail olur. (Ekberî, 1377, s. 98)

İslam tedavidense önlem almayı tercih eder. Bu sebeple usulleri belirleyerek insanı tehlikeye ve günaha düşmekten alıkoyar. Bu usullerin en önemlisi Allah’ın huzuruna çıkılacağına olan iman ve inançtır. Bu da manevî ve ruhî kemalleri cezbeden en önemli şeylerdendir.

2) Kişisel saygının ve değerin korunması:

Usulen nefsin isteklerini yenmek ve haram lezzetlerden vazgeçmek, insana kimlik ve vakar verir. Kadının hicabı onun, karşısında nefs-i emmaresini dize getirdiği büyük cihadıdır. Bu hakikati herkes biliyor. Müslüman olmayan bilim adamları bile hicabın kadına kimlik ve vakar verdiğini ve onu saygın kıldığını itiraf ediyorlar. Kendisini gösteren kadınların cinsel çekicilikleri var ama hak ettikleri değere sahip değiller.

Genel olarak erkekler kadınlara iki farklı şekilde bakıyor: Kendini gösteren veya açık giyinen kadınlara şehvetle, eğlencesine ve yüzeysel yaklaşıyor ama örtülü kadınlara saygıyla. Usulen erkekler örtülü kadının yüzüne bakmayı sürdürme gücüne sahip değiller, zira İslamî hicap bakış kesicidir. Erkeğin kadınlarla konuşurken başını öne eğmesi onlara duyduğu bir tür saygıdır.  

Örtünmemek, kadının gerçek değerini, dış görünüşünün gölgesi altında bırakıyor ve onu safahata ve tamaha feda ediyor. Kadının hakiki marifete ulaştıktan ve hayâ ve iffet sıfatına bağlılıktan sonra, şahsiyetini yüceltmesinin tek yolu örtüsüdür. Kadının üstünlüğü eş olma kemâline, anne olma kemâline ve toplumsal kemâle sahip olmasındadır. Eş olarak eksik, anne olarak yetersiz ve toplumsal açıdan oyuncak olan bir kadın, şahsiyet üstünlüğünden nasipsizdir (Sazman-ı Tebligat-ı İslamî, 1368, s. 54-55). Elbette hicabın sadece kadının saygınlığını korumak için olmadığı noktasını hatırlatalım. Hicap ancak iffet ve hayâ sıfatlarıyla ve Allah’ın emirlerine itaatle beraber olduğunda onu ihtirama layık kılar.

3- Kadının korunması, huzuru ve emniyeti:

Muhafızın yanında olan insan kendini daha huzurlu hisseder ve muhtemel olasılıklar karşısında onun korumasından faydalanır. Dinî örtü de kadını kirli bakışlardan ve muhtemel zararlardan koruyarak ona huzur ve koruma sağlayan bir bekçidir. Bu örtü ne kadar kâmil olursa, koruma ve emniyet oranı da o kadar artar (Ekberî, 1377, s. 103).

“Kadın değerli ve muazzez bir varlıktır ve beşerin eğitiminde kader belirleyici rolü vardır. Değeri, sınırsız ilişkilerin tehlikesi altında bırakılamayacak kadar çoktur.” (Kaimî, 1373, s. 390). Kadının özelinin korunması, onun korunmasıdır ve ilk etkisini ruhsal huzuru üzerinde bırakır. Zira bu özelin kendisi ve namahrem arasında mahfuz kalmasının gölgesinde emniyet hisseder ve hiç kimse ona saldırmaya cesaret edemez.

b) Hicabın ailevî etkileri

1- Hazların sınırlandırılması:

İslam’da kadının örtünme felsefesiyle ilgili, hazların sınırlandırılmış olması da zikredilebilir. İslam her türlü cinsel hazzın, tensel, görsel veya işitsel, aile sınırlarının içinde ve kanunlar çerçevesinde olmasını ister ki kadın ve erkek bütün varlıklarıyla birbirlerinin yanında olsun, kurdukları ve devam ettirdikleri aileyi mesken edinilebilecek sağlam bir siper haline getirsin, sakin ve huzurlu olarak kendilerinin ve soylarının gelişimi için ellerinden geldiğince çaba gösterebilsinler. (a.g.e., s. 394)

2- Aile içinde doğru olan ve beğenilen süs:

Eğer kadın, duygu selini ailesine akıtırsa, güzelliklerini ve süsünü ailesiyle sınırlandırırsa ve topluma metanet, vakar ve örtüsüyle çıkarsa hem kendi ailesi, hem de diğer aileler sıcak, mahfuz ve sağlam kalırlar. Ama kadın toplumda, ayağını iffet ve hicap çerçevesinin dışına çıkarırsa ilk darbeyi kendi aile yaşantısına vurmakla kalmaz, bu süslenmeyle ve kendini göstermeyle karşı karşıya gelen diğer erkeklerin ailesini de yıkılmaya maruz bırakır. Zira bu sahneleri görerek zamanla eşlerinin konumu gözlerinde zayıflar, ailelerine kalpten bağlılıkları azalır. (Hüsrevî, 1370, s. 178)

Buna dayanarak şöyle denilebilir: Hicap, ailenin etrafına çekilmiş ve onu karanlıktan ve dağılmaktan koruyan bir kaledir.

3- Ailenin dayanıklılığı ve sebatı:

Şüphesiz bütün toplumların saadeti, o toplumdaki ailelerin saadetine bağlıdır. Aile, toplumun en küçük ve aynı zamanda en hayatî ve değerli çekirdeği ve unsurudur. Aile, gelecek neslin eğitim merkezi ve toplumdaki bireyler için ruhsal ve duygusal bir sığınaktır. Eğer aileler, bireylerini korumak için yeterli cazibeye sahip olmazlarsa, toplum dağılmaya yüz tutar. Aile unsurunun sarsıntıda olduğu bir toplum, içi boş tuğlalarla örülen bir bina gibidir, en ufak bir fırtınada toplum binası çökebilir. Bununla beraber toplumu korumak için ailenin korunması ve kuvvetlendirilmesi yönünde çalışılmalıdır. Batı’nın huzursuzluğunun sırrı da büyük ölçüde bu yapıcı unsura dikkat edilmemesindendir. Kadın ve erkeğin meşru evlilik sınırları içinde cinsel duygularının birbirlerine mahsus kılınması, ailenin korunması, sebatı ve dayanıklılığı üzerinde en önemli etkendir.

Kadınların kendi hicaplarıyla hem kendi ailelerini sağlamlaştırmada, hem de diğer ailelerin sebatını artırmada rollerinin olduğu açık ve net bir konudur. Kadının kendi ailesini sağlamlaştırmasında hicabın rolü, kocasının kendi paklığına güven ve itimadını çekmesi açısındandır. Kesinlikle böyle bir güven ve itimat, ailenin korunmasında müessirdir. Diğer ailelerin sebatındaki rolü ise aile ve evlilik sınırları dışındaki ilişkilerden mahrum kalan erkeklerin doğal olarak kendi eşlerine daha fazla teveccüh etmesi ve neticede ailelerin daha da sağlamlaşması açısındandır.

“Elbette hicabın aileyi sağlamlaştırmak için gerekli bir şart olduğu noktasına dikkat etmeliyiz, yeterli değil. Bununla beraber aile kurumunun sarsılmamasını isteyenler, diğer şartlara da teveccüh göstermelidirler. Yine de şöyle söylenebilir: Hicap, ailevî ilişkilerin sağlamlaştırılmasında en müessir etken iken hicapsızlık da aileyi sarsan etkenlerden en yıkıcı olanıdır.” (Sazman-ı Tebligat-ı İslamî, 1365, s. 56-57)

4- Neslin selameti:

Allah Teala, insan vücuduna, onlar vesilesiyle maddi ve manevi hayatına tekamül kazandırsın diye çeşitli istekler ve ihtiyaçlar yerleştirmiştir. Cinsel istek, aile kurumu şekillensin, neslin bekası, selameti ve de beşer toplumunun hayatının devamı garantilensin diye yüce Allah’ın insan vücuduna yerleştirdiği istek ve içgüdülerden biridir. Dinî öğretiler de bunu gerçekleştirmenin makul ve meşru yollarını belirlemiştir. Eğer cinsel istek, sahih çizgide olursa neslin selametinin korunmasının yanında insan da bedensel, ruhsal kemal yolunda olur ve nihayetinde de huzura kavuşur. Eğer yanlış, sapık ve aşırı çizgiye düşerse de insanın mahvına sebep olur ve beşer neslinin selametine, telafisi olmayan ağır bir darbe vurur. (Hüsrevî, 1370, s. 182)

Bazıları, Bertrand Russell gibi, özgür ilişkilerin önlenmesinin sebebinin sadece erkeğin nesliyle ilgili kafasının rahat olması için olduğunu zannetmişlerdir. Oysa konu sadece neslin paklığı değil, daha önemli bir konudur: Eşler arasında en temiz duyguların icadı ve aile yapısında kâmil ittihat ve birliğin oluşturulmasıdır. İnsanın beş duyu organıyla gerçekleşen cinsel tahriklerin, üreme sistemi üzerinde etkili bir rolü vardır.   

Bilim adamları, göz ile meydana gelen tahriklerin hipofiz bezi –beynin altında küçük bir bez- üzerinde etki bıraktığına inanıyorlar. Bu bez, altı hormon üretiyor ve üç tanesinin üreme sistemi üzerinde etkisi var. Örtünmeyen kadınlara bakmanın böyle bir etkisi var ve nihayetinde evlatlar üzerinde olumsuz etkiye ve kalıtsal bozukluklara sebep oluyor.

Anlatılanlara teveccüh edilirse, kendini gösteren kadınlar ve kızlar, kendilerinde bu kalıtsal bozukluklar olmadığı halde, toplumdaki nesillerin selameti üzerinde affedilemeyecek, reva görülemeyecek bir tesir bırakacaklardır. Hicabın felsefesi, böyle etkileri önlemektir.

c) Hicabın toplumsal etkileri

1- Toplum ahlakının sebat ve selameti:

İslam, toplumda ahlak selametini korumak için kadın ve erkeğin ciddi ve metin olmasını önermiştir. Allah, konuşma hususunda, hatta yürüme hususunda kadınları uyarmıştır. Erkeklerin ilgisini çekmeyecek şekilde yürümelerini buyurmuştur (Nur/31). Toplumun selameti, İslam’ın yüce hedeflerindendir. Resulullah (s.a.a) şöyle buyurmuştur: “Ben güzel ahlakı tamamlamak için gönderildim.” İslam’ın büyük rehberinin hekîm beyanına dikkat, toplumun güzel ahlakını tamamlamak için bütün alanlardan faydalanılması gerektiği noktasını aydınlatmaktadır. Buna ortam hazırlayan en önemli etkenlerden biri, kesinlikle hicaptır.  

Toplumun iffetinin yara almaması için herkes çaba göstermelidir ve herkes kendi payına toplumdaki iffeti korumakla vazifelidir. Bu sebeple toplumun iffetini korumanın, toplumdaki her ferdin toplumsal vazifesi olduğunu söylüyorlar. Elbette bu boyutta, kadınların payı daha ağırdır.

Şöyle denilebilir: Hicapsızlık ve sınırsızlık birbirinden farklı iki durumdur. Kadının örtüsüz olması, sınırsız olmasını gerektirmez. Aynı şekilde sınırsız olan bir kadın, muhakkak örtüsüzdür de denemez.

Elbette bu konu bir noktaya kadar kabul edilebilir ama bahsedilen konu, örtünmemenin sınırsızlığın mukaddimesi olduğu ve evlilik dışı şehevi isteklere ortam hazırladığıdır. Bununla birlikte bunun kökü, kaynağından kesilmelidir. Ailelerin ve toplumun iffetinin yaralanmaması, kadının toplumsal boyutta büyük başarılara ulaşabilmesi ve mukaddes hizmet alanının şehevî arzularla kirlenmemesi için hicabın yüce değerinden yardım almaktan başka bir çare yoktur, hicap korunmalıdır.

Herkesin gözünü namahremlere yumması gerektiği de doğrudur ama herkes de bedenini şehvet uyandırıcı biçimde başkalarının gözü önüne sermemekle de vazifelidir. Beden ve beden görünümü şehvet uyandırıcı bir mal olarak kullanılmamalı ve şehvetli gözlerin ilgisi çekilmemelidir.

Eğer hicabın ailevî etkilerinde önceki iki hedef, yani aile sebatı ve nesil selameti, dinî ve İslamî örtü gölgesinde güzelce topluma yerleşirse saptırıcı hiçbir unsur ve etken, o toplumu gerçek hedefinden alıkoyamaz. Çünkü toplumun saadet ve kemali aile ve nesil selameti etkenlerine bağlıdır. Eğer Batı ve Amerika kültürlerine bakacak olursak, toplum sebatının ve selametinin orada özel bir sarsılmayla karşı karşıya olduğunu görürüz. Zira örtüye riayet etmedikleri ve iffeti, hayâyı korumadıkları ve cinsel içgüdülerini kontrol etmedikleri için, hem toplumda hem de ailede kişisel ve toplumsal şahsiyet temelinin genel bir zarar görmesine sebep olmuşlardır.

2- Kadının özgürlüğü:

Bizim özgürlükten kastımız iş, çalışma ve tahsil yolunda gelişim ve ilerleme özgürlüğüdür. 

İşgücünü ve toplumsal faaliyeti zayıflatan şey, cinsel hazları ev ortamından topluma çekmek, örtünmemeyi yaymak ve cinsel ilişki özgürlüğüdür. Hicap kadını hapsetmek, iktisadî, kültürel ve toplumsal faaliyetlerden alıkoymak ve bu şekilde kabiliyetlerinin kilitli kalması demek değildir. İslam kadının dışarı çıkmasına ve ilim tahsil etmesine engel değildir. Aksine ilim tahsilini kadına ve erkeğe vacip bilir. İslam hiçbir zaman kadının işsiz oturup atıl kalmasını istemez. Kadının bedenini örtmesi kültürel, toplumsal ve iktisadî hiçbir faaliyetine engel olmaz. Bu gücü felç eden şey, iş ortamının şehevi lezzet arayışlarıyla kirletilmesidir. 

İslam Cumhuriyeti kurucusu İmam Humeynî’nin, 15 İsfend 1358 tarihli konuşması sırasında şöyle dediğini görüyoruz: “İslam meclisine kadınlar açık saçık gelip gitmemeliler. Hicaplı olurlarsa gelmelerinin, çalışmalarının bir sakıncası yoktur ama şer’i hicaba uysunlar ve şer’i hususları korusunlar.”

Bazen muhalifler diyorlar ki özgürlük beşerin doğal hakkıdır ve hicap özgürlüğe manidir. Özgürlük kelimesinin açıklaması ve cevabında şöyle demeliyiz: Bu eleştiri sadece hicaba mahsus değildir, oruç için de bunu öne sürebilir ve oruç hükmünün, insanın yemek yeme özgürlüğüne aykırı olduğunu söyleyebiliriz. Aynı şekilde dünyadaki trafik kuralları da sürücülerin özgürce araba kullanmalarını engellemektedir. Yine bütün haramlar ve vacipler insanın özgürlüğünü kısıtlamaktadır. Elbette laik ekolde her şeyin caiz olduğu malumdur. Bu yüzden biz, bir din ve ekolü kabul ettiğimizde onun hükümlerini uygulamamız gerektiğini söylüyoruz. Biz Müslümanız ve Kuran ve sünnete bağlıyız. Öyleyse Allah’a kulluk ederek ilahi hükümler doğrultusunda hayvanî özgürlüklerimizi sınırlandırmalıyız. 

3- Siyasi ve kültürel bağımsızlığın korunması:

Günümüzde birçok toplumda giysiden siyasi fayda sağlıyorlar. Hintlileri dikkate alalım, nasıl da giysilerini siyasi bir olguya çevirmişler ve o özel giysiyle uluslararası toplantılara katılıyorlar.

Afrikalı toplumlardaki kadınları ve erkekleri dikkate alalım, nasıl da giysilerinden bağımsızlık belgesi oluşturuyorlar ve bu belgeyle kendilerini Batı’nın kültürel saldırılarından koruyorlar. İslami toplumlarda da kadınlar hicap veya tesettür şeklindeki özel örtülerini, İslam’ı özgürce kabullerinin belgesi olarak ilan ediyorlar.  

“Giysi; fikrî, dinî, siyasî ve kültürel bağımsızlığı da ifade eden, bedenin bayrağı sayılır. Buradan giysi değişikliğinin düşünce değişikliğini gösterdiği sonucuna ulaşabiliriz. Buna bağlı olarak kişilerin davranışlarında da değişiklik olur ki bu durumda ülkenin bağımsızlığına gölge düşer. Özellikle de insanın dış vaziyetinin iç vaziyetini anlatması ve bağımlılığın içerde başladığını ve kişilerin zahirinde tecelli ettiğini göstermesi açısından önemlidir.” (Kaimî, 1373, s. 385-387)

“Montesquieu’nun deyimiyle demokrasi rejiminde iffetin kaybedilmesi, en büyük bedbahtlıklara ve bozukluklara sebep oluyor. Öyle ki bu, rejimin temellerini yok edecektir.” (a.g.e.)

Bazen bozulmaların artmasının bir hükümeti devirme sebebi olduğu, itiraf etmemiz gereken bir gerçektir. Biz bunun örneklerini bu büyük dünyanın çeşitli bölgelerinde, Latin Amerika’da, Ortadoğu’da ve diğer yerlerde gördük. Gelecektekiler de gelecekte diğer birçok toplumun çöküşüne şahit olacaklar.

Hicap, üçüncü dünya toplumları için sömürgeyle savaşma anlamına gelebilir ve onların amaçları yolunda bir engel olabilir. Cezayirli kadınlar Fransa saldırı güçleriyle mücadeleleri sırasında bunu çok güzel gösterdiler ve onlara darbe vurdular. Gerçekte onlar Müslüman olduklarını ve küfrün İslam’ı yenmesini kabul etmeyeceklerini söylediler.

“Eğer İslam toplumunda hicaba en azından bu gözle bakarsak siyasi açıdan yaygınlaştırılması neticesine varırız. İslami bir toplumda bir milliyetçi bile vatanının bağımsızlığı ve emniyetini korumak için hicabı kabul etmelidir. Elbette bir Müslüman, imanı ve inancı gereği bunu kabul eder.” (a.g.e., s. 387)   

Eğer sömürgeciler, iffeti ve örtüyü kadından almayı başarırsa o toplumun her şeyini, mesela erkeklerini, iradesi ve sultası altına alabilir. İran İslam İnkılabının başarısının sırlarından birisi de kadınların süratle kendilerini bulması, hicap silahına sarılarak satılmış Pehlevî rejiminin karşısında durması ve onları dize getirmesidir. 

4- İktisadî işgücünün korunması:

“Hicap, işgücünü koruyan bir etkendir. Herkesin resmi çalışma saatinin işe harcanmasını sağlar. Bakışlardan, kaş göz işaretlerinden, tuzağa düşürmelerden, âlem yapmalardan kaynaklanan vesveseler ortadan kalkar. İçgüdüsel hazların ev ortamından iş ortamına çekilmesi, işgücünün zayıflamasına ve sermayelerin heder olmasına yol açar.” (a.g.e., s. 398)

Diğer taraftan İslami örtünmeye uygun hicabın iktisadî rolü, her türlü moda düşkünlüğü ve bundan kaynaklanan rekabet ortamlarını ortadan kaldırmasıdır. Eğer kadınlar kendilerini süsleyerek ve sergileyerek değil, sade, düzenli ve gereken ölçüde örtünerek toplumda var olurlarsa modaya tapma kaynaklı afetlerin ve sıkıntıların birçoğu kendiliğinden ortadan kalkar.

Makyaj malzemelerinin ve pahalı giysilerin özellikle de modanın sürekli değişmesiyle yarattığı ağır masraflar, ailelerin ve toplumun omuzlarına takatleri kesen mali bir yük bindirmekte ve ilaveten toplumun sermayelerinin heder olmasına sebep olmaktadır.

Kızlarda hicabı içselleştirme yöntemleri

1- Allah’a imanın artırılması ve kuvvetlendirilmesi:

Hicap kültürünü içselleştirmek ve yaymak için iffet ve hayâ faziletiyle beraber, önce toplum bireylerinin, ahlak ve davranışlarının kökü ve ruhu diyebileceğimiz, dinî inançlarının ve imanının güçlendirilmesine teveccüh gösterilmelidir. Örtünmemenin en önemli etkenlerinden biri, hayânın zayıflamasına yol açan iman ve maneviyat zayıflığıdır. İman, insanı günahlara düşmekten koruyan bir sığınak gibidir. Hz. Ali (a.s) şöyle buyuruyor: “İnsanın imanı, amellerinde görülür.” (Âmedî, 1373, s. 62)

Doğru inançlar ve sağlam imanlar, kişinin ve toplumun yaşamının niteliğinde en yüce rolü oynar.

2- Hicap hükümleriyle ilgili bilgilendirme (Kadınlara ve erkeklere ayrı)

Bazı gençlerin örtünün sınırlarıyla ve hükümleriyle aşina olmaması, örtünmemenin diğer sebeplerinden biridir. Mahrem ve namahrem arasındaki ilişkilerin sınırları ve İslami örtünün nasıl olması gerektiği hakkında bilgi sahibi olmamak, yanlış örtünmeyle veya örtünmemeyle sonuçlanmaktadır. Oysa bu kimseler İslami örtünün hükümlerini bilseler, düzeltme yoluna giderler.

3- Hicap hükmünün delillerinin ve olumlu etkilerinin anlatılması:

İffetin ve hicabın yaşamlarında kültürel, toplumsal ve ailevî etkilerinin ve felsefesinin, delilleriyle ve doğru bir şekilde gençlere anlatılması ve riayet edilmediğinde doğacak kötü sonuçların gözlerinde canlandırılması, onların hicabın ve iffetin aklî ve mantıkî hakikatini idrak etmelerine yardım edebilir.

4- Üstün hicap örneklerinin tanıtılması:

İnsanların yaşamında büyük kahramanların çok tesirli olduğuna dair şüphe yoktur. Beşer her zaman kendi yaşamında seçkin örnekler arama ve ahlakını ve davranışını ona uyarlama çabasındadır. Ruhsal ve davranışsal yapı üzerinde örneklerin önemli bir rolü vardır. Günümüzde ciddi meselelerden biri, Müslüman kadınların İslam tarihindeki üstün simalarla olması gerektiği gibi aşina olmamasıdır.

Kadın kalbinde Ali sevgisine yer verirse, onun ailesini örnek kabul eder ve örnek alırsa dokunulmaz olur ve toplumda varlığı kaygı yaratmaz, aksine kafa rahatlığı sağlar. Bununla beraber Ehl-i Beyt’in sevgisini öğretmek, örnek almayı ve etkilenmeyi öğretmek anlamında olacaktır. Sonra, ergenlerin gözü önündeki örneklerin, özellikle de öğretmenlerinin örtünme şekli onlar üzerinde büyük etki bırakır.

5- Medyanın ıslahı:

Dakik bir gözleme ihtiyacı olan önemli alanlar arasında kitap basımı ve yayımı, basın, film yapımcılığı ve müzik sektörlerini sayabiliriz. Bunlar aydın görünümü altında iffetin yaygınlaşmasına aykırı ürünler üretmektedirler. Bu tür hareketlere karşı kati tavır koyulmalıdır. 

6- Okullarda çocuklara verilen dinî eğitimin ilgi çekici hale getirilerek canlandırılması:

Okullar, eğitim, öğretim ve tezkiye merkezleridirler. Dinî konuların işlenmesi, diğer ders konuları gibi bir gereksinimdir. Eğitim ve öğretim olmadan sadece tavsiye etmek, dinî örtüyü kuru ve zorlama bir emre dönüştürür. Tavsiyenin bilgiyle birlikte olması ise kabulünü kolaylaştırır. Hicap hakkında bilgi, yapılmasının garantisidir.

7- İyiliği emretme ve kötülükten sakındırma:

İyiliği emretme ve kötülükten sakındırma, toplumda yaygın ve cesur bir şekilde uygulanırsa ve örtüsüz kadınlar sürekli İslam toplumu tarafından iyiliğe çağrılırsa gerektiği gibi örtünmeyenlerin büyük bölümüyle ilgili sorun ortadan kalkar. Elbette hakkın beyanında edepli ve dostça yöntemler kullanılmalıdır. Çünkü nefis hakir olduğunda eğitime açık olmayacağı noktası dikkate alınmalıdır.

8- Hayâ, iffet ve hicap doğrultusunda kültürel hazırlık:

Toplumda sahih hicap ve örtü kültürünü oluşturmak için önce hayâ kültürünü oluşturmak, sonra iffet için planlama yapmak ve ardından özel hayatın korunması doğrultusunda, daha sonra en somut düzeyde, yani hicap üzerinde çalışmak gerekir. Hayâ, dış göstergelerle belli olan tamamen içsel bir şeydir. Eğer köklere inilerek toplum bireyleri hayâ ile eğitilirlerse hicap kültürünü canlandırmak için çok fazla zamana ihtiyacımız olmayacaktır. Bununla beraber hayâ alanında kültürel yapılanma için, iffet veya sonraki merhale olan hicap kültürünün oluşturulmasına nispetle daha uzun bir zaman zarfı gereklidir.

Sonuç

Özetle hicabın, aşağıdaki etkenler arasında irtibat kurmak için çalışan ilahi bir davranış olduğu söylenebilir:

a) Kültür ve din irtibatı: Çünkü Yüce Yaradan hicabın sınırlarını belirlemiş ama icrasını beşerin örfüne ve kültürüne bırakmıştır.

b) İnsanın davranışında tekamül ve irade arasında irtibat: Çünkü hicap, Müslüman kadının kendi seçtiği bir fiildir.

c) Akıl ve iman arasında irtibat: Çünkü hicap kadının, icrası tefekkür ve akla dayalı olan amelî imanıdır. 

d) Hicabın siyaset ve din ile irtibatı: Hicabın siyasi, kültürel ve toplumsal alanlarda geniş yansımaları vardır ve kişinin dinî ve milli kimliğinin bir sembolü sayılmaktadır.

Netice olarak, bizim İslami eğitim tanımımıza göre ki “Düşüncelerin, ahlakın ve amellerin Allah eksenli ve İslami öğretilere mutabık olarak düzenlenmesidir” (Beheştî, 1382, s. 138) hicap, kadının nefsi ve düşüncesi üzerinde huzur, denge ve sükûnet etkisi bırakmakta, ızdırabı ondan uzaklaştırmakta ve içinde taşıdığı yüce sıfatları uyandırmaktadır. Belki de bu yüzden sapkın ve garezli kişiler, hicabı gördüklerinde rahatsız ve muzdarip olmaktadırlar. Hicap, Allah’a yakınlaşmak için yapılan ibadi amellere yoğunlaşmaya yardım eder. Zira ilahi kanunlara uygun olan her şey, düzen ve dengenin kurulmasına yardım eder. Hicabın şeklinin nasıl olduğu önemli değildir (pardesü, başörtü, çarşaf ve diğerleri), önemli olan onun ruhu ve anlamıdır ki Allah tarafından bir teyit mührüdür ve Müslüman kadın İslami hicabı, Allah’a yakınlaşma kastıyla iftiharlı ve izzetli bir taç gibi başına takmaktadır.  

   

 

Kaynakça

Kuran-ı Kerim.

Ekberî, Muhammed Rıza (1377), Tahlil-i Nû ve Ameli ez Hicab der Asr-ı Hazır, Tahran: İntişarat-ı Peyam-ı İtret.

Âmedî, Abdulvahid bin Muhammed (1373), Gureru’l-Hikem ve Durru’l-Kelem, Cemaleddin Muhammed Hansarî şerhi, Tahran: İntişarat-ı Danışgâh-i Tahran.

Bankipurferd, Emir Hüseyin (1383), Haya, İsfehan: İntişarat-ı Hadis-i Rah-ı Aşk.

Beheştî, Said (1382), Terbiyet-i İslami, Tahran: Feslname-i Talim ve Terbiyet-i Vezaret-i Âmuzeş ve Pervereş.

Payende, Ebu’l-Kasım (1364), Nehcu’l-Fesahe, Tahran: İntişarat-ı Kanun-i Cavid.

Celalî, Zeynep (1372), Hicap ez Didgah-ı Revanşinasi, Silsile Nişesthayi Pejuheşkede-i İmam Humeyni (r.a).

Hürr Amulî, Muhammed bin Hasan (1363), Vesailu’ş-Şia, 20 cilt, Tahran: İntişarat-ı İslamî.

Hüsrevî, Hasan (1370), Mecmuayi Makalat-ı Puşeş ve İfaf, Dovvumîn Nemayişgah-i Teşhis ve Menzilet-i Zen.

Rehber, Muhammed Taki (1368), Hicab ve Şahsiyet-i Zen der İslam, Gum: Sazman-ı Tebligat-ı İslamî.

Sazman-ı Tebligat-ı İslamî (1368), Hicab ve Azadî (Mecmuayi Makalat-ı Konferans-ı Zen), Tahran: Çaphaneyi Allameyi Tabatabaî.

Secistanî, Ebi Davud (tarihsiz), Sünen-i Ebi Davud, Kahire: Daru’l-İhyai’s-Sünneti’n-Nebeviyye.

Saduk, Ebu Cafer (1376), İlelu’ş-Şerai, Gum: İntişarat-ı Mektebetu’d-Daverî.

Tabatabaî, Seyyid Muhammed Hüseyin (1361), El-Mizan fi Tefsiri’l-Kuran, Seyyid Muhammed Bakır Musevî Hemedanî tercümesi, Tahran: İntişarat-ı Muhammed.

Kaimî, Ali (1373), Hayat-ı Zen der Endişe-i İslamî, Tahran: İntişarat-ı Emirî.

Meclisî, Muhammed Bakır (1376), Biharu’l-Envar, Muhammed Bakır Kumreî tercümesi, c. 110, Tahran: Mektebetu’l-İslamiyye.

Mutahharî, Murtaza (1358), Mesele-i Hicab, Tahran: İntişarat-ı Sadra.

________________ (1358), Nizam-ı Hukuk-i Zen der İslam, Tahran: İntişarat-ı Sadra.

Mehdizade, Hüseyin (tarihsiz), Berresiyi Şubehat-ı Hicab, Silsile Nişesthayi Pejuheşkede-i İmam Humeynî (r.a), Tahran.

MODERNİTE DÜŞÜNCESİ

etkiler ve icaplar

Dr. Gulamhüseyin İbrahimi Dinani

Konuya girmeden ve gelenek ile modernlik arasındaki ilişkiyi ortaya koymadan önce mantıksal kriterlere uygun olarak modernite ve geleneğin tanımını yapmak, her birinin mahiyetini açıklamak, sonra da bu ikisinin nasıl bir alışveriş ve etkileşim içinde bulunduğuna bakmak uygun olacaktır. Modern insan kimdir ve gelenekçi insan nasıl biridir?

Gelenek, modernlik veya modernite konusunda kapsayıcı ve kuşatıcı bir tanım yapmak çok güçtür. Bununla ilgili çeşitli tarifler gösterilmiş ve herkes kendi bakışaçısına göre bir tanım yapmıştır. Bendenizin kanaati, net bir bilgi için bu iki olgunun etki ve alametlerine odaklanmanın epeyce yardımcı olacağı yönündedir.

Modernite ve modernliğin tanımına giriş

Kimileri moderniteyi tanımlarken ileriye doğru hareket, ileri gitme, sürekli hareket, ilerleme, terakki, bir yerde durmamamız, belirtisizlik veya belli bir renkte olmama, içinde kaçınılmaz olarak kriz, sıkıntı, çelişki, kuşku ve tereddüt bulunan sürekli hareketten bahseder. Bu tanımların tamamı doğru olsa da olmasa da modernitenin, modern insanın ve modern dünyanın bazı alametleri vardır. İnsanlık tarihi boyunca geçmişi olmayan bir dünya. Günümüzde modern insan, modernitede mevcut bulunan hasletlerin aynısı olan özellikler taşımaktadır. Whitehead’in modernitenin manasını aşağı yukarı açıklayan bir cümlesi vardır. Şöyle der: Geçmişteki insanlar kendilerine ve başkalarına hep neleri tecrübe ettiklerini anlatırdı. Ama modern insan neleri tecrübe ettiğini anlatmıyor, neleri tecrübe edebileceğini söylüyor. Neleri tecrübe ettiğini anlatmak, neleri tecrübe edebileceğini söylemekten oldukça farklıdır. Tıpkı geçmişle şu anın farkı gibi. 

Bu sözü çözümlediğimizde, kökünün, Kant’ın dile getirdiklerinde bulunduğunu görürüz. Kant, neleri anlayabileceğimizden bahsediyordu. Modernitenin öncüsünün ve belki de kurucusunun Kant olduğunu söylemek abartı sayılmaz.

Modernitenin bir felsefi ve fikri kökü vardır. Kişinin modern veya gelenekçi düşünmesi ya da davranmasının onun dış görünüşünde bile etkisi vardır. 

Bunlar tefekkürün etkileridir. Yani insanlık modern düşünme tarzını elde ettiği için teknolojiye ulaştı, tekniğe ulaştığı ve onu keşfettiği için düşünce biçimi değişmiş değildir. Hiç kuşku yok bunlar düşünceyi değiştirir ama esas, fikirdir. Düşünce pratiğin menşeidir. Pratik de düşünceye etki edebilir. Fakat asıl olan, pratiğin kaynağı düşüncedir. Dolayısıyla tartışma daha ziyade modern ve geleneksel düşünce tarzının ne tür bir düşünce olduğudur.

Modernitenin özellikleri

Modern düşünce için zikredilen özelliklerden biri, büyübozumudur. Yani modern insan, hiçbir büyü, simge ve sırra inanmaz. Herşeyin apaçık, berrak, bilimsel ve deneysel olmasını ister. Eğer bir şey açık, berrak ve bilimsel değilse (o da deneysel bilime göre) değeri yoktur. Modernite sır, sembol ve büyünün boyunduruğu altına girmez. Büyüleri bozmaya çalışır. Elinden gelse her türlü büyü, sır ve simgeyi ortadan kaldırmak ister. Bu, modern düşüncenin ayırt edici özelliğidir. Buna karşılık gelenekçi düşünce simge ve sırla tam bir uyum içindedir. Onda simge ve sırrın belli bir yeri vardır. Hatta büyü bile ilgi alanındadır. 

Modern düşüncenin bir diğer hususiyeti şöyle söylemesidir: Tarih, değerlerin laboratuarıdır. Değerler daima bu laboratuarda çatışırlar. Çeşitli değerler çatışır ve modern insan sorumlu davranarak tercihte bulunmakla yükümlüdür. Değerler birbiriyle savaş halindedir, siz de oradasınız ve tercihle yüzyüzesiniz. Der ki, birçok değer hayattadır. Kavimler, milletler, felsefeler, fırkalar ve kültürler muhtelif değerlere sahiptir ve bunlar birbiriyle çatışma halindedir. Hindu, hayvanı öldürmemek ve onlara eziyet etmemek gerektiğini söyler. Hayvan kesmeyi çirkin görür. İslam ise aksine, koyun kesmeyi caiz kabul eder. Hindu bunun günah olduğuna inanır. İslam ise hacda kurban kestirir. Modern insan, batılının bir değere, doğulunun başka bir değere sahip olduğu bu değerler çatışmasında tercihte bulunma yükümlülüğü olduğuna inanır. Bu, modernitenin kendine özgü özelliklerindendir. Geleneksel insan bu değerlerden herhangi birine bağlıdır. Ama modern insan için bunlar karşı karşıyadır ve tercih yükümlülüğü vardır.

Modern insanın evrene bakışı bilimsel ve deneyseldir. Yani deneyin önü alındığı ve durduğu yerde modern insanın düşüncesi kalakalır. Çünkü o, gözlemlenebilen ve deneysel olanı, laboratuara sokulabileni kabul eder. Fakat mevzu burada sona ermez. Bilakis modern insan, deney ayağı topalladığında ve laboratuara sokulamadığında düşünceye durma talimatı verir. Bu ikinci bölüm çok önemlidir. Madem ki deney ve laboratuar işin içindedir, duyumsayarak görmektedir, öyleyse kabul edebilir. Ama deneyin yolun sonuna geldiği soyut durum karşısında düşünceye der ki “dur”. Yani “düşünme”. Yani madem ki deney ayağı işin içindedir, öyleyse düşünce ayağı da işin içindedir. Deney ayağı topalladığı an düşünce de sona erer. Buna mukabil gelenekçi düşüncenin yola devam etmesi gerektiğini söyler.

Modernitenin bu özelliği ve gelenekten farklılıkları, Whitehead’in neyi tecrübe edebileceğimiz sözünü hatırlatmalıdır. Yani tecrübe edemez olduğumuzda artık düşünce de yoktur. 

Zikredilen şey modernitenin özellikleridir ve doğal olarak düşüncesinde bu özelliklerin bulunduğu kişi psikolojik ve ruhsal açıdan kuşkucu ve büyübozucudur. Daha az inanır, zor inanır. Hemen kuşku duyar, eleştirir, durumları mercek altında deneye tabi tutar, deneyini yapamadığı şeyi reddeder, eleştirel davranır, nihayet ondan sonra karar verir. Onun gözünde değerler savaş halindedir ve o tercihte bulunmalıdır. Ama hangi kritere göre tercihte bulunacaktır. Çünkü deney her zaman sözkonusu olamamaktadır. Bunun için doğru dürüst bir kriteri yoktur. Bu yüzden seçiminin sonucu bir tür ıztırap olacaktır. Bu sebeple modern düşünür daima ıztırap çeker. İstikrarı yoktur. Çıpası olmayan gemidir. Muallaktadır. Sürekli ıztırap ve kaygıya maruz kalır.

Modernite düşüncesi Descartes zamanından başlar. Aslında modernitenin kurucusu olan Kant’la birlikte doruğa ulaşmıştır. Bu tarz düşünce insanlık dünyasında 300-400 yıl önce ortaya çıktı. Daha önce böyle bir şey yoktu.

Modernitenin özellikleri arasında yeni olana eğilim de vardır. 

Modernist düşünce açısından büyük filozof Aristo bugün artık eskimiştir. Descartes, Aristo’nun sert muhaliflerindendir. Descartes, Yunanca bilmemekle övünürdü ve Aristo’nun eserlerini okumamıştı. Descartes’ın metodu Aristo karşıtı bir yöntemdir. Ama bugün Aristo’dan neler eskimiştir? Daha çok bilimsel ve pozitivist boyutu bulunanlar. Aristo biyolojisi bugün büyük ölçüde eskidir. Aristo büyük bir biyologtu. Yaban bir bahçede tüm hayvanları topladı ve onları incelemeye koyuldu. Fakat artık Aristo’nun biyolojisi eskimiştir. Aristo’nun tıbbı, fiziki, astronomisi de eskimiştir. Fakat Aristo’nun felsefesi de eski midir? Siz inansanız da ben buna inanmam. Acaba Eflatun’un felsefesi bugün eski midir?

Benim bakışaçıma göre felsefe eskimez. Tabii ki fizik, coğrafya ve bilimsel konularla irtibatlı olduğu ölçüde değişime uğrar ve dönüşür. Günümüzdeki bilim, biyoloji ve tıp da yarın eskiyecektir. Sokrat ve Hipokrat tıbbını eskitmiş olan bu tıbbın kendisi de yarın eskimiş olacaktır.

Ama özgün felsefe, düşünce ve fikir bir kere ortaya çıktığında artık bir daha ölmez ve yokolmaz. Herşey ortadan kalkar, düşünce hariç. Düşüncenin fani olduğunu düşünmüyorum. Ayet, sadece Allah’ın baki olduğunu söylüyor (Celal ve ikram sahibi Rabbinin zâtı bakidir). Düşünce, Rabbin vechidir. Özgün düşünce bir kez ortaya çıktığında ne eskir, ne de yokolur. Toplumun o düşünceyi kabul edebilmesi için belli bir zaman geçmesi gerekebilir. Yüzyıllarca gizli kalmış ve insanların karşılaşmaya henüz hazır olmadıkları pek çok düşünce vardır. Ama dünyada o düşünceyi beğenen ve onunla ilişkili bir tek kişi bulunsa bile sözkonusu fikir mevcuttu. Bundan dolayı özgün fikirler daima vardır, velev ki zaman ve tarih bakımından geçmişe ait olsun.

Modernist, şu anda geçmişten neyin eksik olduğunu söyler. Ama aynı sözü tersinde de söylemek mümkündür: Geçmiş neden kötüdür? Yalnızca öncesine ait olması nedeniyle. Eğer onun üstünde bir şeyiniz varsa o mutlaka doğrudur. Fakat felsefede günümüz filozofu Eflatun’dan daha iyi mi konuşur? Eflatun’un düşüncesinin sırf geçmişe ait olduğu için artık geçersiz hale geldiği söylenebilir mi? Sırf geçmişte kalması nedeniyle neden geçersiz olsun? En azından kendi çapında itibarı vardır oysa.

Diğer bir tartışma da şudur ki, insan geçmişi unutabilir mi? Gelenek geçmişe aittir. İnsan geçmişe sahip olmayabilir mi? Zamanın hakikatinin ne olduğunu bilmiyoruz.

Hıristiyan aziz Augustine der ki: “Zamanın ne olduğunu biliyorum. Bugünün bugün olduğunu biliyorum. Önceki saat bir saat önceydi, şu an ise bir saat sonrasıdır. Ama soyut olarak bana zamanın en olduğunu sorsalar zamanın ne olduğunu bilemem.” Zamanın mahiyeti nedir? Hareket miktarı! Hareketin miktarı nedir? Arazdaki hareketin miktarı mı? Yoksa cevherdeki hareketin miktarı mı? Meşhur Alman filozofu Heidegger, varlığın miktarı olduğunu söyler. Bizim Ebu’l-Berekat da bin yıl önce varlığın miktarı olduğunu söylemişti. 

Her halükarda zamanın mahiyeti üzerine ihtilaf büyüktür. Fakat bir şeyi biliyoruz. O da şudur: Her ne varsa üç kısma ayrılır: Geçmiş, şimdi, gelecek. Dün, bugün, yarın.

Eğer dün yok idiysek bugün de yokuz ve yarın da olmayacağız. Hiç kuşku yok belki yarın olmayacak. Çünkü henüz gerçekleşmedi. Olup olmayacağı da belli değil. Kimbilir belki yarın kıyamet kopacak ve yarın hiç olmayacak. Ama ya dün? Dünü mü inkar etmek daha doğru, yarını mı? Yarının gelip gelmeyeceğini bilmiyoruz, ama dün nasıl inkar edilebilir ki? Dün, şimdi, yarın. Bu taksim, onu gerçek yapan insan içindir.

İnsanın geçmişi vardır. Bu üç zamandan (geçmiş, şimdi, gelecek) hangisi daha kesindir? Şimdiki zaman kuşkulu ve görecelidir. Gittiğini ve geçmişe ait olduğunu söylediğimizde insan kendi geçmişinden habersiz olamaz. Geçmişi bulunmayan insan kâmil değildir. Batılı düşünürlerden biri şöyle der: İnsanın varlığının tamamı da kendi zamanı değildir. İnsan bir bütündür, çünkü kâmildir ve varlığı daha çok geçmişe aittir. Yani geçmişin mahsülüdür ve tabii ki geleceği de düşünür. Zira umudu vardır. 

Geleceğe bakmaksızın da insanın yaşaması müşküldür, hatta hayatta bile kalamaz. Gelece bakmak daha çok umutta tecelli eder. Hepimizin umut taşırız. Yani karşımıza ne çıkacağını görmek için geleceğe bakarız. Yarının filan şekilde olmasını umarız. Bu beni hayatta tutar.

İntihara teşebbüs eden çoğu kişi, gelecekten umudunu kaybetmiş olanlardır. “Ne için hayatta olalım ki” derler. Hayatta kalmak geleceğe sahip olmak demektir. İnsan amacı düşünür. “Niçin hayattayım” der. Eğer varlık felsefesi yoksa intihara teşebbüs eder. Öyleyse hem umut biçiminde geleceğin önemi vardır, hem yaşadığımız şu anın, hem de geçmişin. İnsan kendisine müracaat ettiğinde geçmişin ürünü olduğunu görür. Her insanın, çoğunlukla da yaşlıların, uzun bir geçmişleri olduğundan psikologlar der ki, yaşlılar tek başlarına kaldıklarında geçmişi düşünürler. Çünkü iyi bir geçmişleri olmuştur. Gençler daha ziyade geleceği düşünür. Ama bu gençler aynı zamanda geçmişi de düşünürler. Çünkü geçmişin mahsülüdürler. Bu söz tek tek bireylerde doğru olmakla kalmaz, tarihin tamamında da doğrulanır. Tarih geçmişin ürünüdür. Bilim tarihi, oldukça modernist batılılardan birinin ifadesiyle şöyledir: “Öyle bir çağda yaşıyoruz ki her gün yapılan bilimsel icatlar geçmiş bin yıla, hatta belki daha fazlasına bedeldir. Bazen bin yıl geçer ama bir icat yapılmazdı. Fakat şu anda her geçen gün birkaç yüzyıla bedel icatlar yapılıyor.” Bir uzman diyor ki, hangi zamanda yaşadığınla övünüyorsun ama filin boynuna binmiş bir karınca gibi olduğunu bilmen gerekir. Modern insan bugün “şöyle bir çağda yaşıyorum” diye iftihar ediyor. Evet, epeyce enformasyun var, fakat tarih filinin boynuna binmişsin. Tarih filinin boynuna binmişiz, geleneğe dayanıyoruz ve gelenekten el çekemiyoruz. Asla dönüyoruz. Kavimler ve her millet kendi tarihine dönüyor, atalarının ve ecdadının geleneğine ve geçmişine. Ama daha hassas bakarsak geçmişi sadece geçmiş zaman olarak görmez ve zamanın ötesine geçeriz. Bizim geçmişimiz artık zamansal geçmiş değildir. Geçmiş asla dönüşüyor. “Benim geçmişim” dediğimde “benim aslım” demiş oluyorum. Aslımın zamanda olması zorunlu değildir. İnsanın aslı vardır. Aslı nerededir? Tarihsel açıdan doğrudur. İnsan tarihe, geçmişe, gelenek ve kültüre sahiptir. O kültürle yetişmiştir. O dille konuşur. Varlığımın tamamı Farsça ve kendi kültürümdür. Ben başka her dille konuşurum ve ama o dili altın suyuyla yazsalar da benim için Farsça gibi olmaz. Benim kültürüm, Müslüman İran kültürüdür. Milletim, İranlıdır. Dinim İslam’dır. Bunlar insandan ayırılabilir mi? Bu tarihtir. Ama ben, zaman sözkonusu olmaksızın aslımı ve geçmişimi sunuyorum.

Melekut bahçesinin kuşuyum, yarısı toprak âlemine ait. Ceberruttanım, yarısı toprak âlemine ait. Ben neyden yapıldım? Topraktan mı? Sudan mı? Hücreden mi? Onlar neyden yapıldı? Onlar beni nereden getirdi?! Nereden geldim? Gelişim ne ileydi? Nihayetinde nereye gidiyorum? Orayı bana gösterin. Aslım neredendir? Bu, her bireyin içsel iniltisi ve bilmek istediği karanlık sırrıdır. Sürekli “aslım ne” diye sorar. Bu dinde vardır; felsefe, tarih ve Jung’un gelişmiş psikolojisinde de bu aynıdır.

Bir geçmişim var, hem zamanda, hem de aslım olan zamansızlıkta. Oraya dönmek istiyorum. Arifler ve hakimlerin, Freud ve Jung gibi psikologların bütün söyledikleri Mevlana’nın Farsça şiirindeki bir beytte özetlenebilir: 

Dinle neyden, çünkü şikayet etmede (ben hikaye yerine şikayet okuyorum, çünkü Mevlana’nın asli nüshasında da böyledir) / Ve ayrılıkları hikaye etmede

Şikayet, işte o inilti ve o karanlık sırdır. Aslının peşine düşmüştür. Aslım nedir? Ayrılıklardan şikayet ediyor. Kopup geldiğim bir aslım var. Nasıl geldim? 

“Aşk menziline yürüyen yolcuyum, yokluk serhadinden” “Yokluktan geldim” demiyor. “Yokluk serhadi”nin yokluktan farkı vardır. Varlık kıtasına varıncaya dek bütün bu yolu geldim. Geçmişimiz olmaması düşünülemez. Şu anda yalnızca felsefeye odaklanmıyoruz. Tarihimizin geçmişi de önemlidir. Tarihimize çokça dönüp bakmalıyız.

Hiçbir beşer tarihini ve iftihar ettiği şeyleri unutamaz. Biz geçmişin mahsülüyüz. Dolayısıyla geleneğin kendine ait bir değeri vardır. Hiçbir zaman gelenekten kopamayız, çünkü kimliksiz kalırız. Kimliksiz kalmak, şahsiyetsiz olmaktır. Öyleyse geçmiş olmak zorundadır. Üstelik milletimizin sahip olduğu böylesine parlak bir geçmişse. Milletimizin medeniyet geçmişi var. İslam’ın bu ülkede parlak bir geçmişi var. Din büyüklerimiz var. Harikulade bir gelenek ve büyük mütefekkirler. Şu anda modern dönemde olduğumuz ve modernitenin geçmişten kopmayı gerektirdiği bahanesiyle geçmişle ilişkimizi kesemeyiz. 

Geçmişten kopmaya güç yetiremeyiz. Aynı şekilde aslımıza dönmeliyiz. Hem tarihsel aslımıza, hem de manevi aslımıza. Melekuti âlemdeniz, mana âlemindeniz ve geçmişle daimi ve kâmil ünsiyetimiz olmalı. Geleceği geçmişi temel alarak yorumlamalıyız. Geçmişi olmayan kimse, yeni olduğu iddiasında bile bulunamaz. Arzetmek istediğim bu nokta çok önemlidir. Kim yenilik getirebilir? Geçmişi olan kişi. Ancak bu kişi “bugün yeni bir söz söylüyorum” diyebilir. Yani geçmişe dayanmayı temel alarak bugün yeni renk taşıyan bir söz söyleyebiliyorum. Ama geçmişi olmayan ve geçmişten sözedemeyen kimse nasıl yenilik iddiasında olabilir. Ne yenidir, ne eski. Bir hiçtir, nerede kaldı eski olmak. Yeninin, geçmişle mukayese edildiğinde anlamı vardır. Eğer hiçbir geçmişin yoksa, yeni de olamazsın. Ne söylediğin anlaşılmaz. Ne yenidir, ne eski. Dolayısıyla yenilik ve güzel söz söylemek de geçmişle ve tarihle ünsiyete muhtaçtır. Tüm işlerimizde geçmişimize dönmek zorundayız. Taş devrine dönmek değil kasdettiğim. Hatta 50 yıl öncesini de tavsiye etmiyorum. Geçmişe asla dönemezsiniz. Geçmişi unutamayacağımız gibi. Buna imkan yoktur. Söylemek istediğim, geçmişi gözönünde bulundurmaktır. Geçmişte ne idik ve şimdi neyiz. Bu söz fıkıhta, felsefede, deneysel bilimlerde ve edebiyatta da vardır.

Sözün özü

Sözün hulasası şudur ki, geleceğe bakmamazlık edemeyiz. Eğer gelecekten umutsuz olursak yaşayamayız. Şu anda yaşıyor olmamıza karşın geçmişten kopamayız. Koparsak kimliksiz kalırız. Yenilik iddiası da taşıyamayız, çünkü geçmişimiz yoktur. Kendimizin başköşesinde olabildiğimizde, kendi kimliğimizi taşıdığımızda ve sözümün bir mevkii bulunduğunda yeni sözümüzün de anlamı olabilecektir. Böylece geçmişimizdeki tarihi bütün fenlerinde tanıyabileceğiz; edebiyatçı edebiyat tarihini, filozof felsefe tarihini, fakih fıkıh tarihini tanıyabilecek. Yoksa kervandan geriye kalacağız. Üstelik de elimizdeki o zengin mirasa, İslam’ın ve Müslüman İran’ın zengin kültürüne rağmen. Bu büyük bir sözdür. Belki bazı İslam ülkeleri bizim söylediğimiz kadar söyleyemezler. Müslüman İran’ın mütefekkirleri ve iftiharları vardı. Bu bizim iftihar ettiğimiz şeylerdendir. Bunları bilmemiz gerekir. Şu anda da yaşıyoruz. Gelecekten de umut duymalıyız. Dünyayı tanımalıyız. O zaman yeni bir söz söyleyebiliriz ve sözümüzün anlamı olur.

Dünya Ehli  Ve Ahiret Ehli

Miraç hadisinde Yüce Allah, Peygamber’ine (s.a.a) şöyle buyurmaktadır:

“Ey Ahmet! Dünyadan ve dünya ehlinden nefret et, ahiret ve ahiret ehlini ise sev. Arz etti: Rabbim, dünya ehli ve ahiret ehli olanlar kimlerdir? 

Buyurdu: Dünya ehlinin özellikleri şunlardır; onların yemesi, gülmesi, uykusu ve öfkesi çoktur, hoşnut olmalarıysa azdır. Birine kötülük ettiklerinde özür dilemez, birisi de onlardan özür diledi mi kabul etmezler. Dünya ehli olanlar, itaat anında tembel, günah anındaysa pek cesaretlidirler. 

Onlar, arzuları uzun, ecelleri yakın ve kendilerini hesaba çekmeyenlerdir. Başkalarına faydaları azdır, çok konuşur, az korkarlar, yemek anındaysa çok sevinirler. 

Kuşkusuz dünya ehlinden olan birisi; rahatlığa kavuştu mu şükretmez, zorluğa düştü mü de sabretmez. İnsanların güzel işlerini küçümserler, yapmadıkları halde kendilerine nispet verip övünürler. Kendilerinde olmayan şeyleri iddia eder, isteklerini hep dile getirir ve başkalarının hatalarını söylerler.

Arz etti. Rabbim, bütün bu kötü sıfatların hepsi dünya ehlinde mi var?! Buyurdu: Ey Ahmet! Şüphesiz dünya ehlinin ayıbı çoktur, en başta da onlar cahil ve ahmaktırlar. İlim öğrendikleri kimseye karşı alçakgönüllü olmazlar. Kendileri çok akıllı zannederler oysaki onlar bilenlerin yanında ahmaktırlar.”

Kuran ve rivayetlerde dünyanın yerilip ahiretin övülmesi ve dünya ehlinin kınanıp ahiret ehlinin de methedilmesi, ölümden sonraki yaşam için değil dünya hayatı içindir. Yani dünya ehlinden maksat bu dünyada yaşayanlar ve ahiret ehlinden maksat da ölüp ahiret âlemine göçler değildir. Dünya ehlî de ahiret ehlî de bu dünyada yaşayanlardır. 

Diğer bir önemli nokta ise; dünya sevilmemeli dediğimizde maksat dünyada bulunan; toprak, su, ağaçlar, gökyüzü vb. değildir, aksine bunlar Allah’ın ayetleri olduğu için sevilmelidir. Ayrıca dünyada camiler, kutsal mekânlar ve Allah dostlarının makberleri bulunmaktadır ki; bunlar sevilmelidir. Diğer taraftan ahirette de cehennem bulunmaktadır ki, beğenilmemektedir.

Öyleyse kınanılan dünya ehlinden kasıt; düşüncelerini, amellerini ve her şeye bakışlarını maddî dünyevî işler kılanlardır. Amaçları sadece dünyanın lezzet ve nimetlerine ulaşıp, ahireti hiç düşünmeden dünyada istedikleri gibi yaşayanlardır.

Dünyayı seven ve dünyaya bağlı olan insanların hepsi aynı derecede değillerdir, aralarında dünyaya olan sevgi ve yöneliş açısından farklılıklar bulunmaktadır. Onlardan bazıları ahireti tamamen inkâr edip her şeyi dünya hayatı olarak görmektedirler. Bunların asla kurtuluşları yoktur, çünkü kendileri kurtuluş yolunu inkâr etmişlerdir, yakine ulaşma diye bir dertleri olmadığı için de hidayet olmazlar. Yüce Allah bunlar hakkında şöyle buyuruyor:

“Onlar üstelik kıyameti de yalan saydılar. Biz ise, kıyameti inkâr edenler için alevli bir ateş hazırladık.”

Dünya ehlinden diğer bir grupsa; ahireti inkâr etmiyorlar, inanıyorlar, ama amele gelince inkâr edenlerden hiçbir farkları yoktur. Böyle bir imanın pratikte bir faydası olmadığı gibi, kalıcı da değildir, suyun ulaşmadığı ağaç misali anında kuruyacaktır.

“Sonunda, Allah’ın ayetlerini yalan sayarak ve onları alaya alarak kötülük yapanların akıbetleri pek fena oldu.”

İnsan imanının gerektirdiklerine amel etmedikçe zamanla imanını kaybedecek ve kâfirlerin safına karışacaktır.

Diğer bir kesim de ahirete inanmakta, fakat dünyaya biraz daha fazla yönelmiştir yahut dünya ve ahireti birbirine karıştırmış, ikisine göre davranmaktadır. Allah bunları bize şöyle tanıtmaktadır:

“Başka bir kısmı da günahlarını itiraf ettiler, iyi işle kötü işi birbirine karıştırdılar.”

Bu dünya ehli ve dünyayı sevenlerin mukabilinde ahiret ehli, ahirete yönelenler bulunmaktadır. Ayet ve hadisler bu grubu çokça övmektedir, elbette ahiret ehli de aynı seviyede değiller, onlar da kendi aralarında farklı derecededir. En üst kademe de olanlar dünyayı değersiz görenlerdir, dünyanın onlar için zerre kadar bile çekiciliği yoktur, sırf Rablerinin emrine itaat etmek için dünyada yaşar ve maddî ihtiyaçlarını gidermeye çalışırlar. Dünyaya bakarlar, ama yalnızca Allah’ın ayetlerini, mazharını ve sıfatlarının tecellisini görmek için. Aslında onlar dünyanın her neresine bakarlarsa baksınlar ve her ne maddî işle uğraşırlarsa uğraşsınlar onda Allah’ın azametini görmektedirler. 

Bunları söylemek kolaydır, ama amelde buralara ulaşmak zordur. Gerçekten insanın dünyayı çok değersiz görmesi, ona hiç önem vermemesi ve sadece Allah’ı gösteren bir ayna, ebedi saadete ulaştıran bir vesile olarak kabul etmesi çok büyük bir iştir. Elbette ahiret saadetine ulaşmak isteyenlerde farklıdırlar; bazıları cennete gidip dünyada bulunan lezzetlere ulaşma peşindedir, bazılarıysa cennetin bu yönüne bile teveccüh etmezler, onlar için tek saadet Allah’a ulaşmaktır. Onların mutluluktan anladıkları, Allah’ın yanında olmak, onun rızasını, hoşnutluğunu kazanmaktır.

Demek ki, ayet ve rivayetlerin övdüğü ahiret ehli yahut yerdiği dünya ehlinden maksat bu iki gruptur. Değinildiği gibi bu iki grup, değişik mertebelere sahiptir. Bunun için de ayet ve rivayetler bu iki grubun özelliklerini açıklamakta farklıdır. Bazı ayet ve hadiste bütün özellikler belirtilirken bazıların da bazı özellikleri belirtiliyor, bazıları en belirgin özelliği açıklamakta, bazısıysa açıkça belli olmayan sıfatları buyuruyor.

Ayet ve rivayetlerin buyurmuş olduğu dünya ehlinin özelliklerinden sadece bir tekini dahi kendisinde bulunduran “dünya ehli” kapsamına girer. 

Öyleyse miraç hadisinin bu bölümünde belirtilen dünya ehlinin yirmi özelliğinden hepsi değil de sadece bir kaçı bizde varsa, dünyayı sevenlerden olmadığımızı zannetmeyelim; çünkü dünyayı sevenler değişik aşamalarda oldukları için özellikleri de değişiktir. Aynı şekilde ayet ve rivayetler ahiret ehlinin özelliklerini sayarken, hepsini kendimizde görmediğimiz zaman, “Dünya ehliyiz, ahiret ehli değiliz” diye düşünmeyelim, zira ahiret ehli de değişik derecelerdedir.

Kuran’ın birçok ayetinde dünyayı seven, sürekli dünyaya peşinde koşanlar; kâfir ve bedbaht insanlarla aynı kategoriye konmuş, ebedi bir azabın onları beklediği buyrulmuştur. Bunun mukabilindeyse Kuran, ahiret ehlini saadetle beraber zikretmiş, onlar için ebedi mutluluğun olduğunu haber vermiştir, ayrıca Allah dünyada bunların önündeki engelleri kaldırarak kemale doğru ilerlemelerini sağlayacağı vaadini vermiştir.

 Evet, dünyayı yani aslında ebedi cefayı isteyenler için gerekenler hazırdır ve ahireti, sonsuz saadeti isteyenler için de manevî ilerleyiş yolu onlara gösterilmiş, gerekenler onlar için hazırlanmıştır. Velhâsıl her şey insan için amadedir, ister saadeti seçer ve isterse de şekaveti.

“Her kim bu çarçabuk geçen dünyayı dilerse ona, yani dilediğimiz kimseye dilediğimiz kadarını dünyada hemen verir, sonra da onu, kınanmış ve kovulmuş olarak gireceği cehenneme sokarız.”

Yüce Allah bu ayette, dünya kelimesi yerine “el-acile” kavramını kullanmıştır, bu da çabucak geçip biten ve hemen yok olan anlamındadır.

Kuran buyuruyor ki, bazı insanlar hemen gelip geçen, çabucak yok olan dünyayı sevmekte ve onun ötesindeki yaşama hiç önem vermemektedirler. Allah buyuruyor; biz bu özelliklerdeki dünyayı isteyenlere, istediklerini vereceğiz; ama hepsini değil, âleme hâkim olan ilâhî hikmet gereğince bazı isteklerini vereceğiz. Öyleyse dünya peşinde olanlar hiçbir zaman tam olarak arzularına ulaşamayacaklardır ve ulaştıkları arzuları için de ebedi cehenneme aşağılanmış bir halde gireceklerdir. Bu geçici dünya yaşamında bir takım yalan lezzetlere ulaşmak isteyenlere karşılık olarak verilen azaptır.

Dünyayı seven kimselerin mukabilinde ahireti sevenler bulunmaktadır. Yüce Allah onlar hakkında şöyle buyuruyor:

“Kim de ahireti diler ve bir mümin olarak ona yaraşır bir çaba ile çalışırsa, işte bunların çalışmalarının karşılığı verilir.”

Uhrevî hayatı arzulayan, dünya sonrası başka bir yaşamın olduğuna inanan ve ebedi saadeti isteyen kimse bütün gücüyle orası için çalışmak zorundadır. Oraya uygun olan ve insanı o güzelliklere ulaştıracak bir çaba gerekir. Peki, bu ebedi saadeti isteyen kimse ne kadar çalışıp çabalaması gerekir? Bu soruya doğru cevap verebilmemiz için dünyayı arzulayan ve geçici dünya lezzetine ulaşmak isteyenlerin ne kadar çalıştıklarına bakmamız gerekir. Eğer bin yıl da yaşasalardı yine dünya lezzetlerine ulaşmak için çabalarlardı, eğer bir gün için yirmi dört sat yerine kırk sekiz saat olsaydı hepsini dünya işleri için harcarlardı. Müminlerin Emir’i Hz. Ali (a.s) geceleri sabahlara kadar ibadet etmesi, onca ağlayıp, Allah’la münacat etmesine rağmen şöyle buyurmaktadır: 

“Ah azığın azlığından, yolun uzunluğundan ve yolculuğun uzaklığından.”

Hiç şüphesiz ahiret için çok çalışmanın yanı sıra, en önemli şart yerine getirilmelidir o da, bütün işlerin Allah rızası için olmasıdır. Bu durumda Allah cenneti onlara vereceğim diye buyurmuyor, bilakis; “Çalışmalarından dolayı teşekkür ederiz” diye buyurmaktadır. Kuşkusuz müminlere mükâfat olarak verilecek olan, onların çalışıp çabalamalarının karşılığınca değil de çok daha fazlası olarak verilecektir. Bu hususta yüce Allah şöyle buyurmaktadır:

“Kim (Allah huzuruna) iyilikle gelirse ona getirdiğinin on katı vardır.”

 “Kim iyilikle (ilâhî huzura) gelirse, ona daha iyisi verilir.”

“Allah dilediğine kat kat fazlasını verir. Allah’ın lütfu geniştir, O her şeyi bilir.”

“Orada kendileri için diledikleri her şey vardır. Katımızda dahası da vardır.”

Allah, cennetliklere lezzetini anlayamayacağımız, hayal bile edemeyeceğimiz nimet verecektir, O iyi insanların istediğinden daha fazlasını verir; çünkü insan aklının alabildiğini, bilgisi ölçüsünde ister ama bilgimiz ötesinde olan, hayal bile edemeyeceğimiz şeyleri isteyemeyiz, lakin Allah akılların derk edemediğini cennete girenlere verecektir.

“Yaptıklarına karşılık olarak, onlar için ne mutluluklar saklandığını hiç kimse bilemez.”

Dostluk ve Düşmanlık Ölçüsü; İslâm

Bazı rivayetlerde dünya ehline düşman olmamız emredilmektedir, bundan maksat dünya ehlinin bazı özelliklerine sahip olan hatta Şia olan bir Müslüman’la düşman olmamız anlamında değildir. Örneğin birisi çok yemek yiyorsa hemen onunla olan ilişkimizi kesip düşman mı olalım? Elbette ki hayır, müminle asla düşman olunmaz, hatta büyük günahlar işlese bile, sadece onun yapmış olduğu o kötü işle düşman olmamız gerekir.

Rivayette nakledildiğine göre; Allah bir kulunu sevdiği zaman asla onunla düşman olmaz ve eğer o kul kötü bir iş de yaparsa, Allah sadece o kötü işle düşman olur. Sevmediği kimseye yani kâfire de düşmandır, binlerce güzel iş yapsa dahi yine de onla düşmandır, ama güzel amellerini sever. 

Öyleyse İslâm’a göre dostluk ve düşmanlık ölçüsü kalplere kök salmış iman ve küfürdür. Eğer kâfir iyi bir iş yapacak olursa veya mümin kötü bir iş yapacak olursa, bu işler ölçüyü hiçbir şekilde değiştirmez. 

Miraç hadisinde yüce Allah, Peygamber’ine (s.a.a) “Dünya ehlinden nefret et” diye buyurmuşsa bu her kötü iş yapanla düşman ol anlamına gelmez. Zira hepimizde dünya ehlinin en azından bir özelliği bulunduğundan, başkalarından önce kendimizle düşman olmamız gerekir.

Dünya Ehlinin Özellikleri

Hadisin devamında Hz. Resulullah (s.a.a) yüce Allah’tan dünya ehlinin ve ahiret ehlinin özelliklerini soruyor, Rab’bul âlemin de cevaben dünya ehlinin şu yirmi özelliğini buyuruyor:

“Dünya ehlinin yemesi, gülmesi, uykusu ve öfkesi çoktur.”

1- Çok Yemek

Hiç şüphesiz dünyayı istemek mideden başlar, mide birçok kötülüğün kaynağıdır. Midesine düşkün olanlar, karınlarını doyurmak ve daha lezzetli şeyler yemek için haram mala bile el uzatırlar ve peşi sıra da diğer şehvetlerini gidermeye çalışırlar.

İnsanı, hatta yeni doğmuş bebeği bile ilk kendine çağıran yemektir, bu yüzden de dünyada canlarının istediği gibi yaşamak isteyenler ilk önce karınlarını memnun etmeye çalışmaktadırlar. Ama ahiret ehli olan kimseler kesinlikle böyle değiller, onlar asla karınlarına önem vermezler, yemeleri de içmeleri de; sadece güç toplayıp daha fazla ve daha güzel Allah’a ibadet etmek, onlara yüklenmiş olan vazifeyi yerine getirmek içindir. Yemeleri diğerleri gibi lezzet almak için değil, güç kazanmak içindir. 

2- Çok Gülmek 

Dünya ehli sürekli gülüp eğlenmektedir. Allah’tan korkup, sonlarının ne olacağı endişesinde olsalardı böylesine hesapsızca kahkahalar atıp gülmezlerdi, onlar ahireti ve Allah korkusunu unuttukları için çok gülmektedirler. Lakin ahiret ehli böyle değil; ahireti düşünen ve her ne kadar ahiret için çalışanlardan olsalar bile yine sonlarının ne olacağı korkusundadırlar. Acaba Allah onlardan razı olacak mı, acaba cehennem azabından kurtulup cennete ulaşa bilecekler mi? Hep bu düşünce de olduklarından gönülleri bir türlü sakin değildir, dolayısıyla da vakitlerini boş konuşmalar ve yersiz gülüp eğlenmelerle geçirmezler.

Elbette mümin; suratı asık, başkaları gördüğünde moralleri bozulacak bir şekilde somurtkan değildir, toplum içerisinde güler yüzlü ve sürekli mütebessimdir, ama aslında içten içe hep sonunun ne olacağı endişesindedir. Başkalarının yanında gülerken bile, aklı hep vazifesini yapıp yapmadığında, işlemiş olduğu günahların bağışlanıp bağışlanmadığındadır. Hiçbir zamanda bu kaygılardan kurtulamaz.

3- Çok Uyumak 

Geleceğini, kendisini ve ahiretini düşünmeyen birisi doğal olarak rahat bir şekilde saatlerce uyur. Dünya ehli olan insanlar çok uyumakla beraber fırsatını buldukça da uyuma peşindedirler, onların özelliklerinin başında çok yemek geliyordu, çok yemenin tabiî sonucu ise çok uyumaktır. Uyanık olduğu zaman, lezzetli yemekler yeme, canının istediği her şeyden faydalanma, yoruldu mu da yumuşak ve sessiz bir yer bulup uyuma peşindedir. Ahiret ehliyse ömürlerinden en güzel şekilde yararlanma, bir anlarını dahi boşa geçirmeme peşindedir. Sadece bedenleri yeniden itaat için güç toplasın diye uyurlar, ama kalpleri hep uyanıktır.

4- Çok Sinirlenmek

 Dünya ehli olanlar, kendilerini bu madde âlemi bağlayanlar; kendilerini çok beğendikleri ve başkalarını hiç beğenmedikleri için hep öfkelidirler. 

İstemedikleri bir şey yapıldı mı yahut olaylar gönüllerince gelişmedi mi hemen sinirlenmeye başlarlar, onlar için tahammül diye bir şey söz konusu değildir. Tek amaçları dünya olduğu için ve bu dünyada canlarının istediği gibi yaşamak istediklerinden beklentileri de çoktur. Hep başkalarının onlara saygı göstermesini, isteklerini anında yerine getirmesini, emirlerine itaat etmesini isterler ve bu isteklerine ulaşamadıkları zaman da rahatsız olup, başkalarına sinirlenmeye başlarlar.İnsan her şeyin gönlünce olmasını bekleyemez, çünkü olaylar isteğimiz dışında gelişmektedir. Bazen doğal olaylar, bazen hastalıklar ve bazen de başkalarının yanlış hareketi insanın beklentileriyle uyuşmaya bilir, bu durumlarda tahammül ve sabretmesini bilmek gerekir.

“Hoşnutlukları azdır. Birine kötülük ettiklerinde özür dilemez, birisi de onlardan özür diledi mi kabul etmezler.”

5- Hiç Kimseden Hoşnut Olmamak

 Dünya ehli çok beklentili, ayrıca gururlu ve kibirli olduklarından; kimseden hoşnut değillerdir. Sanki herkes onlara borçluymuş gibi insanlardan hiç razı olmazlar.

6- Özür Dilememek

 Yanlış yaptıkları zaman özür dilemezler; çünkü özür dilemek mütevazı ve alçak gönüllü insanların işidir, oysa dünya ehli kendini beğenmiş, gururlu olduğundan başkasının yanında kendini küçük düşürüp, hatalarını kabul edip özür dilemez. Bu çocuklarda bulunan özelliklerden biridir, onlar başkalarını üzecek bir şey yaptıklarında özür dilemezler, bu iş onlar için çok zordur. Bu yüzden çocuklarını iyi yetiştirmek isteyenler öncelikle yanlış bir şey yaptıklarında hemen özür dilemeleri gerektiğini anlatırlar. Belki de inatçı olup özür dilememek çocuklar için çokta ayıp sayılmasa gerek, ama büyükler için aynı şeyi söyleyemeyiz. Aklıselim birisi için, yapmış olduğu yanlışlar karşısında özür dilememek çok büyük bir ayıptır.

7- Özürleri Kabul Etmemek

 Başkalarına karşı yanlış yaptıklarında özür dilemezler, ama başkaları da ufak bir hata yaptığı zaman hem özür dilemelerini isterler ve hem de özür dilediklerinde kabul etmezler. Bu özellik diğer özellikle bağlantılıdır, yani özür dileyen birisi başkalarının özrünü de kabul eder, ama özür dilemeyen kimse başkalarının özrünü de kabul etmez. Resulullah (s.a.a) şöyle buyurmuştur:

 “Her kim kendisine karşı suç işlemiş olan ve kendisinden özür dileyen kardeşinin özrünü kabul etmezse yarın kıyamet günü havuzun (Kevser’in) başında benim yanıma gelemez.”

“Dünya ehli; itaat anında tembel, günah anındaysa pek cesaretlidirler. Onlar arzuları uzun, ecelleri yakın ve kendilerini hesaba çekmeyenlerdir.”

8- İbadete Tembel, Günaha Cesaretli Olmak

 İbadet zamanında tembel, günah anındaysa çok cesaretli olurlar. Allah’a ibadet etme zamanı geldiğinde hemen gevşerler, üşengeç, ihmalkâr olup namazlarını bir türlü vaktinde kılmazlar. Yüce Allah, Kuran’da bunu münafıkların bir özelliği olarak buyurmaktadır:

onlar (münafıklar) namazı ancak üşenerek kılarlar

İbadete gelince bu kadar tembel olan dünya ehli, günaha gelince de hemen hareketlenir ve hiç korkmadan tam bir cesaretle günah işlerler. Gerçekten de bazıları adam öldürmekte ve haksızlık etmede pek korkusuz oluyorlar.

9- Uzun Arzular Sahibi Olmak

 Dünyayı seven insanların sadece dünyaları vardır, dünyadan başka hiçbir şeyleri yoktur, onlar gönüllerini dünya nimetleriyle hoş tutmakta, sürekli daha fazla kazanma peşindedirler. Bu yüzden de ulaşılmayacak arzular, dilekler ve ümitler beslemeleri çok normaldir. Kendilerini abes hayallerle oyalıyorlar, yüce Allah bunlar hakkında şöyle buyuruyor:

“Onlardan her biri, bin sene yaşamayı arzu eder.”

İnsan ömrü çok kısa ve sınırlıdır, oysa bu gerçeği kabul etmeyerek yine de yıllar sonrası için planlar yapmaktadır, sanki bin yıl yaşayacakmış gibi işlerini, yaşamını düzenler hâlbuki hayat buna asla müsaade etmez, insan ömrü atmış en fazla yetmiş sendir. Babamız, annemiz çevremizdeki akrabalarımız, niye ne kadar yaşadılar ki biz de onlardan daha çok yaşayalım? Lakin yine de upuzun isteklerin peşindeyiz, işte dünya ehli böyledir, kendilerini öylesine dünyaya kaptırmışlar ki gerçekleri görmemekte ve o arzulara bu kısacık ömürle ulaşılmayacağını anlamamaktadırlar.

10- Kendini Hesaba Çekmemek

 Dünya ehli dünya lezzetlerinden başka bir şey tanımazlar, onlar için varsa da yoksa da sadece dünyevî nimetlere ulaşmaktır. Dolayısıyla kendilerini hesaba çekme diye bir şey onlar için söz konusu değildir, onlar hesap verilecek bir güne inanmadıkları için kendilerini önceden sorgulamazlar.Ahirete inanan, yapmış olduğu her işin hesabını vereceğini kabul eden birisi; sürekli o büyük mahkemeyi göz önünde bulundurur, kendisini o hesap verme için hazırlamaya çalışır. 

İslâm’da her müminin yapması gereken en önemli amellerden biri de, her gün yapmış olduğu işlerden dolayı kendisini hesaba çekmesidir, Kuran ayetleri ve masumlardan nakledilen rivayetler bu konuya çok önem vermektedir; bir rivayette İmam Musa-i Kazım (a.s) şöyle buyurmuştur:  

 “Her gün nefsini muhasebe etmeyen bizden değildir. Eğer bir hayır yapmışsa Allah’tan fazlasını dilemeli ve bunun için Allah’a hamd etmelidir. Eğer bir kötülük yapmışsa o zaman Allah’tan mağfiret dilemeli ve tövbe etmelidir.”

Mümin birisi yapmış olduğu her işi düşünerek, dikkatlice yapar. Akşamda yatmadan önce bir günü nasıl geçirdim diye muhasebe eder. Uyandığımdan beri neler yaptım? Eğer güzel ameller yapılmışsa Allah’a şükredilir ve eğer Allah korusun günah işlenmişse hemen tövbe edilip, bir daha yapmak üzere söz verilir. Ama ahirete inanmayan birisi için bunlar hiçbir şey ifade etmiyor, aylar yıllar geçmesine rağmen bir defa bile olsun, yaptığı işin iyi mi yoksa kötü mü olduğunu düşünmez.

“Kuşkusuz dünya ehlinin başkalarına faydası azdır, çok konuşur, az korkarlar, yemek anındaysa çok sevinirler. Rahatlığa kavuştu mu da şükretmez, zorluğa düştüklerindeyse sabretmezler.”

11/12- Faydasız Olmak ve Çok Konuşmak

 Her şeyi kendilerine istedikleri ve çok bencil oldukları için başkalarına bir faydaları dokunmaz. Ayrıca çok konuşurlar her şey hakkında fikir belirtirler, iş lafa gelince çok büyük iddialarda bulunur, neler yapacaklarını söylerler; ama sıra yapmaya gelince de kendilerinden başkasını düşünmez ve topluma faydalı olmazlar.

13/14- Allah’tan Az Korkmak ve Yemek Anında Çok Sevinmek

 Dünya ehli kimseler Allah’tan, ahiretten, hatalarından ve nasıl büyük bir cezaya çarptırılacaklarından korkmazlar. Onların tek gayeleri dünya lezzetleridir, en hoşlarına giden yemek olduğu için de kokusunu aldılar mı hemen sevinirler, yerlerinde duramaz biran önce yemeğe başlamak isterler.

15- Şükretmemek

 Rahatlığa kavuştuklarında bunu onlara nasip eden Allah’a şükür etmezler, başlarına da bir bela geldi mi sabırları hiç yoktur.

“İnsanların güzel işlerini küçümserler, yapmadıkları halde kendilerine nispet verip övünürler, kendilerinde olmayan şeyleri iddia eder, isteklerini hep dile getirir ve başkalarının hatalarını söylerler.”

16- Küçümsemek

 Başkalarının yapmış olduğu işleri küçümser, çok yapmış olsalar bile azıcık kabul eder ve asla beğenmezler. Aslında kendilerini beğenmişliklerinden onların iyiliklerini söyleyerek, kendilerini küçük düşürmek istemezler. Kendisine:  “O nasıl birisi, bilgili mi?” diye sorulduğunda zorla, “Evet, biraz bir şeyler biliyor” der. Topluma yapılan güzel hizmetler, ibadetler, Allah yolunda fedakârlıklar, mücadeleler onun için hiçbir şey ifade etmez, ama kendileri ufacık bir şey yaptılar mı onunla günlerce övünürler, çok büyük bir iş başarmış gibi gösterirler.

17/18- Övünmek ve Yersiz İddiada Bulunmak

 Ufak işlerini büyük gösterdikleri gibi bir de yapmadıkları işi kendilerine mal ederler, sırf başkaları onları övsün diye yalan söylerler. Ahiret ehliyse yapmış olduğu çok büyük ve hayır işlerini gizlerler, başkalarının haberdar olmaması için ellerinden geleni yaparlar.

19/20- Başkalarına Ağız Açmak ve Başkalarını Kötülemek

 Dünya ehli hep başkalarına ağız açar ve sürekli başkalarını kötülerler.

Yüce Allah buraya kadar buyurduktan sonra, Peygamber şaşırarak Allah’a: “Dünya ehlinin bu kadar mı çok kötü özelliği var?” diye sorar. Allah-u Teâlâ da cevap olarak şöyle buyurur:

“Ey Ahmet! Şüphesiz dünya ehlinin ayıbı çoktur, en başta da onlar cahil ve ahmaktırlar. İlim öğrendikleri kimseye karşı alçakgönüllü olmazlar. Kendileri çok akıllı zannederler oysaki bilenlerin yanında onlar ahmaktırlar.”

AHİRET EHLİNİN ÖZELLİKLERİ

Yüce Allah, miraçta Peygamber Efendimize (s.a.a), dünya ehlini sevmeyip ahiret ehlini sevmeyi buyurdu. Önceki bölümde dünya ehlinin özelliklerine değinildi, hadisinin bu bölümünde ise ahiret ehlinin özelliklerine değinilecektir. Onların özellikleri şunlardan ibarettir:

“Ey Ahmet! Hayır üzere olan ahiret ehlinin yüzleri ince, hayâları çok, akılsızlıkları az, faydaları fazla ve hileleri azdır. Kimse onlardan bir zarar görmez, insanlar onlardan rahattadır, nefisleriyse sürekli onlardan zorluktadır.

Ahiret ehlinin sözleri ölçülüdür, nefislerini hesaba çeker ve onu azarlarlar. Gözleri uyur ama kalpleri uyumaz. Gözleri ağlar, kalpleri zikreder. Başkaları gafiller olarak yazılırken onlar zikredenler olarak yazılır.Ahiret ehli bir nimete ulaştılar mı, hemen hamd ederler ve sonunda da şükrederler. Duaları Allah’ın katına yükselir, sözleri O’nun yanında işitilir. Melekler onlarla sevinir, ettikleri dualar hicapların altında döner durur, Allah onların seslerini duymayı annenin yavrusunu sevmesi gibi sever.

Ahiret ehlini bir göz açıp kapayıncaya kadar bile olsa hiçbir şey Allah’tan alıkoymaz, onlar çok yemek, çok konuşmak ve çok elbise istemezler. Başkaları onlar için sanki ölüdür, ama Kerim olan Allah onlar için hep diridir ve asla ölmez.

 Kendilerine sırt çevirenleri büyüklükleriyle çağırır, kendilerine gelenleri de lütuflarıyla kabul ederler. Dünya ve ahiret onlar için eşit olmuştur.

Diğer insanlar ömürlerin de bir defa ölürler, ama ahiret ehli her gün nefisleriyle mücadele etmelerinden, heva-heveslerine karşı gelmelerinden ve damarlarda dolaşan şeytanla yaptıkları cihat nedeniyle her gün yetmiş defa ölürler. Bir rüzgâr bile esecek olsa onları titretir, lakin benim karşımda durduklarında sapasağlam, birbirine kenetlenmiş binalar gibidirler. Bir an dahi benden başkasını düşünerek gafil olmazlar.

İzzet ve celalime yeminler olsun ki, hiç şüphesiz onu (Allah’a ulaşmış, ahiret ehli kimse)  mutlu bir hayatla dirilteceğim. Ölüm anı geldiğinde canını almak için Azrail’i yahut başka bir meleği göndermem, bizzat benim kendim canını alınırım. 

Sonra göklere, bütün kapılarını onun için açmasını emrederim ve onunla aramda olan bütün hicapları kaldırırım. Cennete ve hurilere onun için süslenmeyi, meleklere onu karşılamak için sıraya girip selamlamalarını, ağaçlara meyvelerini vermeyi, meyvelere de onun için dökülmelerini emrederim.

 Arşın altında olan rüzgârlardan bir rüzgâra emredeceğim ki, kâfur ve ezfer miskinden olan bir dağı yükseltsinler ve ateşi olmayan bir odunla onu dumanlandırsınlar. Onunla kendi aramda bir engel olmaksızın, cennete yerleştirmelerini emrederim. 

Onun ruhunu aldığımdaysa şöyle derim: Hoş geldin, dergâhımıza mutlulukla gir. Kendi lütfumla yücel, sana rahmetimi ve sürekli nimetler içerisinde sonsuza kadar kalacağın cennetleri müjdeliyorum. Hiç şüphesiz en büyük mükâfat yalnızca Allah’ın yanındadır.

Ey Peygamber’im! Keşke meleklerin nasıl da bu mümin kulumun ruhunu bir birlerine verdiklerini görseydin.”

1/2 – Yüzleri İnce, Hayâları Çoktur

 Allah’a yönelen ve kendisini dünyadan kurtarıp ahireti için çalışanlar hayâlıdırlar; zira hayâsız, utanma ve sıkılması olmayan kimseler çok çirkin işler yaparlar.

Dünya ehli dini kültürde ki, kötü ve beğenilmeyen işleri hiç umursamadan defalarca yaptıkları için zamanla hayâsızlaşırlar; ama ahiret ehli kötü işler yapmamaya özen gösterdiklerinden fıtratlarında bulunan utanmayı da kaybetmezler. 

Âlimlerin ve Allah Dostlarının En Belirgin Özelliği

Rabbanî âlimlerin, büyük şahsiyetlerin ve Allah dostlarının en belirgin özellikleri; hayâ ve utanmalarının çok olmasıdır. Asrımızda yaşayan âlimlerden bir örnek verecek olursak, bunların başında Merhum Allâme Tabatabaii (r.a) gelmektedir. Allâme, çok hayâlı birisiydi, kesinlikle kimsenin gözünün içine uzun uzadıya bakmazdı. Kendisi şöyle buyurmuşlardı: “Üstadım Merhum Şeyh Muhammed Hüseyin Kumpani (r.a)  o kadar çok hayâlı bir zattı ki, ders verdiğinde öğrencilerinin gözlerine dahi bakamıyordu.” 

Diğer gördüğümüz âlimler de aynen bu özelliğe sahiplerdi. Bu hadise göre ahiret ehli utangaç ve çok hayâlı kimselerdir, sürekli, “Ya birden başkasının hakkını zayi edersem, ya birsini kırarsam” temkin ve teyakkuzu içerisindedirler, onlar Allah’ın karşısında hep başları eğik ve utangaçtırlar.

Üstatlarımdan biri şöyle buyurmuştu: Necef’te biri vardı, devlet memurluğundan emekli olduktan sonra Necef’te oturmaya başlamıştı. Yürüdüğünde başı hep dikti, çok uzun boylu ve cüsseli olmasına rağmen sanki ikinci bir başı daha vardı ve o başı hep eğikti, böyle hissediyordum (bu hissediş içsel şuhut yoluyla yahut başka bir yolla oluşmuştu).Şahsen bunun sırrını bir türlü çözebilmiş değildim öyle ki, ölüm vaktinde vasiyet etmek için bir grup âlimi ve bir müçtehidi yanına çağırmıştı. O büyük şahsiyetlerin yanında şöyle dedi: “Allah’ım sen benim buluğa erdiğim günden beri bilerek günah işlemediğime şahitsin.” (Genelde insanlar ölüm vaktinde işlemiş oldukları günahlardan dolayı tövbe ederler ve genelde kimse böyle büyük bir iddiada bulunamaz.) Bu olaydan sonra niçin onu yürüdüğünde mütevazı ve alçakgönüllü olarak hissettiğimi anlamış oldum. 

Sonuçta ahiret ehli, sürekli Allah’ın karşısında başları eğik ve mahcupturlar, başkaları için de kimseyi üzmemek, hakkını almamak ve saygısızlık etmemek için hep temkinlidirler. Dünya ehliyse bunun tam tersi, canlarının istediğini hiç kimseden çekinmeden yapmaktadırlar, ne Allah’tan korkarlar ve ne de kuldan utanırlar.

3-  Akılsızlıkları Azdır

 Ahiret ehlinin üçüncü özelliği de akılsızlıklarının az oluşudur, onlar bütün işlerini önceden planlayarak akıllıca yapmaktadırlar.

4- Faydaları Çoktur

 Topluma, insanlığa ve başkalarına faydaları çoktur.

5- Hileleri Azdır

 Hilekâr ve düzenbaz kimseler değillerdir, onların hileleri azdır.

6- İnsanlar Onların Elinden Rahattadır

 Başkaları onlardan rahattadır, kimseler bir zarar görmez ama kendileri sürekli zorluktadırlar. Kimseyi rahatsız etmemek ve başkalarının hakkını çiğnememek için hep kendilerine dikkat ederler.

Üstatlarımdan biri, Ayetullah Mirza Muhammed Taki Şirazi hakkında şöyle bir olayı nakletmişti: Öğrencilerinden birisi diyor: “Bir gün güneş batımına yakın evden dışarı çıktım, birden Mirza Muhammed Taki Şirazi’nin evimin önünde dolaşırken gördüm, selam verdikten sonra, birisini mi bekliyorsunuz, dedim. O da, sizi bekliyordum dedi. Ben Keşke kapıyı çalıp içeri gelseydiniz, dedim. Şöyle buyurdu: Genelde bu saatte evden dışarı çıktığınızı bildiğim için rahatsız etmek istemedim, iyisi mi sizi bekleyeyim dedim. Ben niçin geldiğini sordum, o da: Aylığınızı getirmiştim, dedi.”

Ne kadar ilginç değil mi? O kadar büyük bir Ayetullah öğrencisinin vakti aylığını almakla zayi olmasın diye kendisi evine kadar getiriyor, ayrıca sırf rahatsız etmemek için kapıyı çalmıyor, onun dışarı çıkmasını bekliyor.

Ahiret ehlinin sözleri ölçülüdür, nefislerini hesaba çeker ve onu azarlarlar. Gözleri uyur ama kalpleri uyumaz. Gözleri ağlar, kalpleri zikreder, başkaları gafiller olarak yazılırken onlar zikredenler olarak yazılır.

7- Ölçülü Konuşurlar

Yüce Allah’ın ahiret ehli için buyurmuş olduğu sıfatlardan yedincisi de, onların yerli yerinde ve ölçülü konuşmalarıdır. Bir şeyi söylemeden önce, o sözün zararını ve faydasını düşünürler, ilahi rıza ve başkalarının zararına olup olmadığını hesaplarlar, ondan sonra konuşurlar. Konuştukları zaman da, karşı tarafın anlamayacağı şekilde üstü kapalı yahut dinleyicinin yorulacağı şekilde sürekli aynı şeyleri tekrarlayıp durmazlar. Kısa, öz ve anlaşıla bilecek şekilde konuşurlar.

8- Muhasebe Yaparlar

 Her gün yaptıkları işlerin olumlu veya olumsuz yönlerini gözden geçirip, nefislerini hesaba çekerler. Rivayetlerde müminlerin her akşam kendilerini hesaba çekip, günlerini nasıl geçirdiklerini düşünmeleri istenmiştir. Sürekli bir birini kontrol eden iki ortak gibi, nefis de kontrol edilmelidir. Sermayenizi birisine vermişseniz, her gün ortağınızı denetler, bırakmış olduğunuz sermayeyle ne kadar kar edip, ne kadar zarar ettiğini takip edersiniz. Aynı şekilde ömür sermayenizle ortak olan nefsinizi de her akşam denetlemelisiniz, kendinize “Ömrü nelerde harcadın” diye hesap sormalısınız. Böylece bu riskli alış verişte zarar edenlerden olmayasınız. Allah Resulü (s.a.a)  şöyle buyurmuşlardır: 

“Yarın sizi hesaba çekmeden önce siz kendi nefsinizi hesaba çekiniz.”

9- Nefislerini Hep Azarlarlar

 Ahiret ehli olanlar; kendilerini ve nefislerini hep azarlarlar. Kendisini mükemmel zanneden, egoist kimseler değillerdir, nefislerinde bulunan kusurlar dolayısıyla sürekli onu zahmete sokarlar.

10- Gözleri Uyusa Bile Gönülleri Uyumaz

 İnsan bir şeye çok önem verip onunla ilgilendi mi, bu ilgi uyanıklık anlarını aşıp uykuda da insanı kendisiyle meşgul eder, zira nefis pür dikkat ona yönlendirilmiştir. Öğrenmeyi çok seven ve sürekli bilgi peşinde olanlar, uyudukları halde bile rüyalarında bir şeyler okur veya bilimsel konular hakkında düşünürler. Hatta bazı büyük âlimlerimiz çok zor olan ve çözemedikleri ilmi konuları uykuda çözmüşlerdir.

Arkadaşlarımdan biri şöyle diyordu: “Okuduğum derslerin yanı sıra Mutevvel kitabını ders veriyordum. Bir gece yine ders çalışırken vakit çok geç olmuştu, annem gelerek: “Hâlen ders mi çalışıyorsun, artık uyu” dedi. Oysa ben ders vereceğim konulara daha çalışamamıştım, ama sırf annemi rahatsız etmemek için çalışmadan uyudum. Uykudayken sanki oturmuş Mutevvel dersine çalışıyor gibiydim, konuları satır satır okuyor, onunla ilgili açıklamalara bakıp iyice kavrıyordum. Uyandığımda rüyada öğrendiklerimin hepsini hatırladığımı gördüm. Sonra gidip ders verdim, ama bu sefer ki diğer günlere göre çok daha iyiydi.”

Elbette bu ilahi bir tevfiktir,  annesini üzmemek için yaptığından, Allah da ona yardım etmiştir, ama sonuçta insan bir şeyi ne kadar düşünür ve bütün dikkatini ona yöneltirse rüyada da ondan gafil olmaz.

İşte ahiret ehli olan kimseler de aynen böyledir, gün boyu Allah’ı düşündükleri ve ahiret için çalıştıklarından dolayı, uykuda da Allah’tan gafil olmazlar. Uyurken bile teveccühleri Rabb’ul âleminedir. Ahiret ehli, Allah’ı canı gönülden sevmektedir bu yüzden de gözleri uykuya dalsa bile gönülleri hep Allah’la beraberdir. İnsan bu ruh haletini yakalamayı başardı mı ömrünün hiçbir anı boşa geçmez, ömrü iki katına katlanmış gibi olur; çünkü uyurken bile, sanki uyanık ve Allah’a yönelmiş gibidir. Böylelerinin ruhları uykudayken sadece bir noktaya yönele bildikleri ve bedenle ilgilenmedikleri için; birçok meseleyi çok daha açık bir şekilde kavraya bilir, uykuda ruhun özgür olması nedeniyle kavrama ve şuhut çok daha güçlüdür.

Büyük ahlak âlimlerinden Mirza Cevat Meliki Tebrizi kitaplarının birinde şöyle yazmaktadır: Tanıdıklarımdan birisi için, uykuda nefsi tanıma oluşmakta ve o büyük haleti derk ettikten sonra uyanmaktadır. (Zahiren kendisini kastetmektedir).

11- Her an Allah’ı Anarlar

 Gözleri ağlar ve kalpleri sürekli Allah’ı zikreder. Yüce Allah şöyle buyurmaktadır:

“Rabbinin makamından korkan ve nefsini kötü arzulardan uzaklaştırmış kimse için, şüphesiz cennet(onun) yegâne barınağıdır.”

Allah Dostlarının İlahi Azamet Karşındaki Korkuları

Ahiret ehli her zaman Allah’tan korkmaktadırlar ve bu özellik onların en belirgin sıfatıdır. Onların Allah’tan korkmalarının nedeni; yaptıkları işler, hatalar, gafil olmaları ve yanlışlıkları dolayısıyladır, geçmişte yaptıklarının önlerinde bir engel olmasından korkarlar.

Allah’tan korkmalarının bir diğer sebebiyse; onun büyüklük ve azametini anlamaları nedeniyledir. İnsan çok büyük bir şeyle karşılaştığında, ister istemez onun karşısında kendi küçüklüğünü ve zilletini görerek, boyun eğip ondan çekinir. O varlığın azameti ve görkemi ne kadar çok olursa, onun karşısında insanın küçüklüğünün farkına varması ve korkması da o denli çok olur. Mesela İmam Humeyni (r.a) azamet sahibi bir şahsiyetti; insan onun huzuruna çıktığında, özellikle de tam karşısına oturduğunda, gözünün içine bakar bakmaz o azamet karşısında ezilip, erimeye başlıyordu. İmam, sadece Allah’ın kullarından bir kul idi, Peygamber veya masum imam değildi; ama Allah’a olan itaati nedeniyle, Allah da ona öyle bir görkem vermişti ki, kim onunla karşılaşsaydı kendisinin ne kadar küçük ve hakir olduğu hissine kapılıyordu.

Hiç şüphesiz Allah’ın azametinin farkına varmamız imkânsızdır, O’nun yüceliğini asla anlayamayız, lakin o görkemin azıcık farkına varanlar hemen korkup, haşyete kapılmaktadırlar. Öyleyse Allah’tan korkma, O’nu tanımanın doğal bir sonucudur. Kendim şahsen birçok kişiden duyduğum kadarıyla Ahund Kaşi (r.a) Allah’ın azameti karşısında o kadar çok korkuyordu ki, rükûda kendisini kontrol edemeyecek kadar titremeye başlıyordu. 

Önceden de belirttiğimiz gibi ahiret ehli olanlar değişik derecededirler, hepsi aynı mevkide değiller. Bu yüzden de Allah’tan korkmalarının derecesi de eşit değildir, tanımalarına bağlıdır, tanıma çoğaldıkça korku da çoğalmaktadır. İnsan ne kadar kâmil olursa bu özellik de onda o kadar kâmil olacaktır.

“Başkaları gafiller olarak yazılırken onlarda zikredenler olarak yazılır.”

İnsan yaşamında birçok değişik olaylarla karşılaşmaktadır ve genelde herkes beklemediği bir durumla karşılaştı mı hemen soğukkanlılığını kaybedip, kendisine hâkim olamamaktadır. Karşılaşılan olaylar bazen ürkütücü, bazen üzücü, bazen de sevindirici olabilir, bu durumlar karşısında insan bütün dikkatini olaya yönlendirip, her şeyi unutmaktadır. Ahiret ehliyse kesinlikle böyle değiller, onlar ister sevindirici ister üzücü olay olsun her halükarda soğukkanlılıklarını korur ve Allah’tan gafil olmazlar, her durumda O’na yönelirler.

“Onlar, ne ticaret ne de alış-verişin kendilerini Allah’ı anmaktan, namaz kılmaktan ve zekât vermekten alıkoyamadığı insanlardır. Onlar, kalplerin ve gözlerin allak bullak olduğu bir günden korkarlar.”

“Ahiret ehli bir nimete ulaştılar mı, hemen hamd ederler ve sonunda da şükrederler.”

12- Her zaman Hamd ve Şükür Ederler

 İnsan sürekli Allah’a teveccüh ederse, onu unutmayacaktır. Ahiret ehli de her zaman Allah’ı düşündüklerinden bir nimete ulaştıklarında bunu Allah’tan bilip, hemen O’nu överler, o nimetten faydalandıktan sonra da yine Allah’a yönelerek şükrederler. Dünya ehliyse; Allah’tan gafil oldukları için bir nimete ulaştı mı onu kendi çabasının bir sonucu kabul ettiğinden hamt etmez, tabii ki nimetin başında hamd etmeyen sonunda da şükretmeyecektir.

“Duaları Allah’ın katına yükselir, sözleri onun yanında işitilir, Melekler de onlarla sevinirler.”

İslam öğretisinde; “Dua Allah’a doğru yükselir” tabirinden kasıt, Allah’ın makamının yüceliği, ululuğu ve manevi yüksekliği anlatmak içindir. Yoksa hâşâ yüce Allah cisim değil ki, göklerde bir yeri olsun. Başka bir değişle; Allah’ın makamının ululuğuyla insan arasındaki mesafe sonsuzdur, Allah sınırsız zenginlik sahibi, insansa hiçbir şeyi olmayan fakirlik ve yokluktur. İlahi makam, insanın aklının zerre kadar bile kavrayamayacağı bir yüceliğe sahiptir. Öyleyse insanın duasının Allah’a ulaşması için aşağı mertebeden, Allah’ın bulunduğu yüce mertebeye doğru yükselmesi gerekir. 

“O’na ancak güzel sözler yükselir. Onları da Allah’a amel-i sâlih ulaştırır.”

Rivayetlerde, makbul amel için, “O amel Allah’a yükselir”  ve kabul edilmeyen ameller için de, “O amel sahibine doğru geri döner” tabirleri kullanılmıştır. Ahiret ehlinin sözleri de insanların seviyesinden çıkarak Allah’ın yüce makamına doğru yükselir ve oraya kabul edilir.

“Ettikleri dualar hicapların altında döner durur, Allah onların seslerini duymayı annenin yavrusunu sevmesi gibi sever.”

Dinsel öğretilerde arş ve kürsünün dışında diğer birçok nurdan hicaplar bulunmaktadır. Rivayetlerde geçen bu tür deyimler bize aklımızla Allah’ın azametini derk etmemiz arasında sınırsız bir mesafenin olduğunu anlatmak içindir. Belirtmek istenilen bir diğer nokta ise; insanın Allah’ı gerçek manada tanıması için ne kadar çok engeli aşaması gerektiğidir. Elbette bu hicap ve engeller de Allah’ın yarattığı bir şeydir. 

Neticede hadisin bu paragrafında anlatılmak istenen; ahiret ehlinin dualarının hicaplara kadar olan yücelere yükseldiği ve orada sürekli döndüğüdür, Allah da bu duaları dinlemeyi annenin bebeğinin konuşmasını sevdiği gibi sevmektedir. Verilen bu örnek gerçekten de çok ince ve manalı bir benzetmedir, aslına bakılırsa bu Allah’ı sevenlere verilen çok değerli bir hediyedir. Dua ve münacat da Allah’ı sevenlere verilen ilahi lütuflardan biridir. Allah’ın kullarını sevmesiyle, kulların Allah’ı sevmesi asla kıyaslanır gibi değildir. Annenin yavrusunu sevmesini, hatta âlemin yaratılışından beri oluşan ve oluşacak bütün sevgileri, Allah’ın kullarına olan sevgisinin yanına koyduğumuzda okyanustaki bir damla misali kalacaklardır; zira Allah’ın sevgisi sonsuzdur, ama başkalarının sevgisi sınırlıdır. Yani Allah’ın kulunu sevmesi âlemdeki bütün sevgi ve aşklardan çok daha fazladır.

Rivayette şöyle bir anlatım bulunmaktadır: Çölde uykuya dalan birisi uyandığında devesinin ve devenin üzerinde bulunan bütün azığının kaybolduğunu görür, sonra onları aramaya başlar, bütün aramasına rağmen bulamaz. Aç ve susuz bir halde, tamamen ümidini kaybeder, birazdan öleceğine kesin gözüyle bakar. Ama aniden devesini, azığını ve suyunu karşısında bulu verir, acaba bu adamın o andaki sevinci ne kadardır? İşte Allah da, kulu tövbe ettiği zaman bu adamdan çok daha fazla sevinmektedir.

Mümin kulların duaları arşın üstünde bulunan hicapların altında sürekli dönmektedir, çünkü sonsuz lütuf ve merhamet sahibi Allah, o kulunun sesini duymaktan hoşlanıyor. Cabir b. Abdullah Ensar-i Resulullah’tan (s.a.a) şöyle nakletmektedir: 

“Allah’ın sevdiği bir kul dua ettiği zaman Rabb’ul âlemin Cebrail’e şöyle buyurur: ‘Kulumun hacetini kabul ettim ama hemen vermeyin, geciktirin, çünkü ben onun sesini duymayı seviyorum.’ Ama eğer Allah’ın gazaplandığı ve sevmediği bir kulu dua edecek olursa, Cebrail’e buyurur: ‘Hemen bu kulun istediklerini verin ve vermekte acele edin, zira ben onun sesini duymak istemiyorum.”

“Ahiret ehlini, bir göz açıp kapayıncaya kadar bile hiçbir şey Allah’tan alıkoymaz, onlar çok yemek, çok konuşmak ve çok elbise istemezler.” 

Ahiret Ehlinin Allah’a Yönelişi

13- Allah’tan Gafil Olmazlar

 On üçüncü özellik olarak, onların bir an dahi Allah’tan gafil olmalarını ve hiçbir şeyin onları Allah’ın zikrinden alı koymadığını buyrulmuştur. Ahiret ehlinin bu özelliği, birçok Kuran ayetinde ve masumların hadislerinde geçmektedir. Örneğin Kuran-ı Kerim’de şu ayeti okumaktayız:

Öyle kimselerdirler ki, ne ticaret ne de alış-veriş kendilerini Allah’ı anmaktan alıkoyar

Bu ayetten önceyse şöyle buyrulmaktadır:

“Allah’ın nuru birtakım evlerdedir ki, Allah (o evlerin) yücelmesine, içlerinde isminin ve orada sabah akşam O’nun anılmasına izin vermiştir.”

Peki, nasıl olur da insan hem dünyada yaşar ve hem de Allah’tan gafil olmaya bilir? Bunu başarmak gerçekten çok zordur, öncelikle her durumda Allah’ı hatırlayıp, ondan gafil olmamayı biraz daha açıklamamız gerekmektedir. Ders çalışırken, iş yerindeyken, çiftçilik yaparken ve hatta tamamen insanın hayvani boyutuyla alakalı olan işler de bile nasıl olurda Allah’ı anmaktan gafil olunmaz?

İnsan, iki duyu organlarıyla bir anda iki işi yapabilme kabiliyetine sahiptir. Yani gözümüzle görürken diğer taraftan da kulağımızla duyabiliriz. İki şeye yöneldiğimiz takdirde doğal olarak dikkatimiz daha az olacaktır. İnsan bazen bir anda iki işi yapmak zorunda kalabilir, örneğin yemek yerken kitap okumak veya birisiyle konuşurken başka bir şeyle ilgilenmek gibi. Psikologlar yaptıkları araştırmalarla insanın sürekli alıştırma yapması halinde bir anda yedi veya sekiz şeyi algılayıp, idrak edebilme gücüne sahip olduğunu ispatlamışlardır.

Demek ki, insan tek bir zaman içerisinde birkaç şeye dikkat edebilir. Şimdi, eğer insan alıştırmalarla ve sürekli her işini Allah için ve onu düşünerek yaparsa, zamanla bu durum meleke halini alacaktır, bundan sonrada yaptığı her ne iş olursa olsun her zaman Allah’ı anacaktır. 

Merhum Allame Tabataba-i bunu şu örnekle açıklıyor: İnsan üzücü bir olayla karşılaştığında, örneğin çok sevdiği birisini kaybettiğinde aylarca onu unutamaz, sürekli onu düşünür. Ama kalbinde olan bu sürekli üzüntü ve sevdiğini hatırlama, onu diğer günlük işlerini yapmaktan alıkoymaz. Günlük işlerini eskisi gibi yapmaktadır, fakat bununla birlikte kaybetmiş olduğu sevdiğini de düşünmektedir.

Şüphesiz hepimiz bir türlü aklımızdan atamadığımız bazı üzücü olaylarla karşılaşmışızdır, ama yine de günlük işlerimize devam etmişizdir. Aynı şekilde insan birine âşık olduğu zaman sürekli sevgilisini düşünür, fakat bununla beraber başka işlerini de yapar, hem çalışır ve hem de sevdiğini düşünür. Öyleyse dünya işleriyle uğraşırken Allah’ı düşünmek imkânsızdır diyemeyiz, hem günlük işleri yapmak ve hem de Allah’tan gafil olmamak mümkündür. Tabii ki bu başlangıçta kolay olmaya bilir, lakin sürekli tekrar ve alıştırmalarla insan bu makama ulaşabilir. Bunun için ilk aşamada ibadet ederken kafamızı toparlayıp, tamamen Allah’a yönelmemiz gerekir, bunu diğer işlerde de yaptığımız takdirde zamanla sürekli Allah’ı anar oluruz. İmam Musa Kazım (a.s) şöyle buyuruyor: 

“Allah’ı görüyormuşçasına ibadet et, sen O’nu görmesen de O seni görmektedir.”

Allame Tabataba-i şöyle diyordu: Bu rivayet zikir ve içsel tövbenin iki aşamasına değinmektedir. Birinci aşama şudur; insan Allah’ın onu ve yapmış olduğu her işi gördüğü bilincinde olmalıdır. Bu şuna benzer; hiç kimsenin olmadığı bir odadadır, birisinin de onu gözetlediğini görmüyor ama kapının deliğinden birisinin yapmış olduğu her işi görmekte olduğunu biliyor. İkinci aşamaysa; sanki Allah’ı görüyormuş gibi hissetmesidir. Eğer insan, “Ben görmesem bile Allah beni görmekte, yaptığım her işten haberdar olmakta ve bütün âlem onun huzurunda bulunmaktadır” şuurunda olur ve yaşamının her anında böyle düşünmeye çalışırsa, zamanla Allah da ona yardım ederek, huzurunun her yerde olduğunu daha iyi anlamasını sağlayacaktır. Şüphesiz Allah’ın nasıl ve ne şekilde yardım ettiğini bizler kavrayamayız ve aklımız bunu anlamaktan acizdir. Lakin üstü kapalı şöyle diye biliriz; yüce Allah bazen insanın gafletini gidermek ve kendisine yönlendirmek için bazı sebepler oluşturmaktadır.

İnsan kimi zaman Allah’tan gafil olup, onu düşünmemeye başladığında, Allah hemen onu gafletten kurtarmaktadır. Sürekli Allah’ı düşünen kimse istemeden gaflete düşerse Allah kendi lütfuyla ona yardım edip,  kendisini hatırlatmaktadır bu hatırlatma bazen ilahi sevgiyle beraberdir, bu takdirde de insanın içini tarif edilmez bir huzur ve mutluluk kaplamaktadır. Genelde soyut olan şeyleri daha iyi anladığımız için bu duruma soyut bir örnek verelim: Biri başkasını çok sevmektedir, ama başkaları farkına varmasın diye hiç belli ettirmiyor. Beraberken sürekli sevdiğini düşünmekte ve onunla ilgilenmektedir, ama bazen ona olan teveccühünü kaybedip başka şeylerle ilgilenmeye başladı mı, sevdiği bir işaretle yine onun kendisine bakmasını isterse bu seven için ne kadarda mutluluk verici bir şey olur!

Bu lezzeti tadanlar, Allah’ın onları gafletten kurtarmak için yaptığı şeylerin ne kadarda güzel olduğunun farkındadırlar. İşte yüce Allah kendi dostlarına böyle yardım ederek, sürekli kendisiyle meşgul olmalarını sağlamaktadır.

Allah Dostlarının Allah’ı Özsel Tanımaları

Buraya kadar başka işlerle uğraşmakla beraber, insanın Allah’ı da anabileceğini anlatmaya çalıştık. İnsan hem Allah’a ve hem de Allah’ın yaratmış olduklarına yönele bilmektedir örneğin; eşine, evladına, öğretmenine… Ama Allah dostları sadece ve sadece Allah’a yönelmektedirler, hiçbir şey onları Allah’tan alıkoymaz. 

Yüce Allah, onlara öylesine bir tanıma bahşetmiştir ki, her şeyi o sonsuz varlık güneşinin bir yansıması olarak görmektedirler, yani Allah’la beraber başka ilgilenilecek bir şey bilmemektedirler. Allah’ı tanıma sonucu, âlemdeki en büyük etkinin O ve diğer bütün varlıkların da onun sayesinde var olduklarının farkındadırlar. Bu şuna benzer; güneşin ışınlarını görmekteler ama onlar için bu ışınların hiçbir değeri yoktur, zira asıl olan güneşin kendisini tanımışlardır. Allah dostları, bütün mümkün varlıkları Allah’ın bir yansıması olarak gördüklerinden, o varlıklarla beraberken de öz olan Allah’a yönelmektedirler. Bu gibi konuları anlatıp dinlemek bizi aşmakta, fakat bu âlemde maddi lezzetlerle kıyaslanmayacak kadar büyük lezzetlerin olduğunu da bilmemiz için söylemekteyiz. 

İnsanın Allah’a olan tanıma ve sevgisi miktarınca, günün her anında O’nu düşünmek de o denli farklıdır. Zerre kadar dahi ilahi sevgisinin tadına varan, ister istemez kalbini de ona yönlendirecektir. Nasıl olur da ilahi aşk bütün benliğini kaplamışken Allah’tan gafil olabilir, aşığın biran dahi maşukunu düşünmemesinin imkânı var mıdır? Allah’ın azamet ve celalinin farkına varan birisi, nasıl olur da başkası için aldana bilir? 

Sonuçta, insan her an Allah’ı düşünüp, O’nu hatırlayabilir, kâinattaki bütün varlıkları, onun varlığının bir yansıması olarak görebilir, bu makama ulaşmak imkânsız değildir. Böyle bir makama ulaşılabilineceğini birçok rivayet ve duada buyrulmaktadır, örneğin Arefe duasında İmam Hüseyin (a.s) şöyle buyuruyor: 

 “Acaba senden başka daha açık ve aşikâr olan bir şey var mı ki, onunla senin zahir olduğunu anlaya bilelim?”

Allah dostları ve Allah’ın öz marifetine ulaşan kimseler, kalplerini Allah’ın nuruyla aydınlatmışlardır, onlar önce Allah’ı kalp gözüyle görmekte ve sonra O’nun sıfatlarını bilmektedirler. Bizler içinse bunun tam tersidir, bizler önce Allah’ı bir takım sıfatlarla, örneğin vacib’ul vücud, halik, razık vb. görünmeyen sıfatlarla tanımaktayız. Oysa ilahi marifete ulaşan ve kalplerini Allah’ın nuruyla dolduran kimseler önce Allah’ı kalp gözleriyle görmekte ve sonra O’nun sıfatlarını tanımaktadırlar.

Evet, insanoğlu büyük bir makama ulaşarak bir an dahi Allah’tan gafil olmayabilir. Diğer insanlarla beraberken, toplumun içindeyken, günlük işlerini yaparken de Allah’a yönele bilir. Bunun için, öncelikle azimle çalışmalı ve Allah’ı her işte düşünmeli, zaten sonrasında ilahi yardımlarla insan bu büyük makama ulaşacaktır.

14- Aşırıya Gitmezler

 Ahiret ehli olanlar, dünyada hiçbir zaman fazlaya kaçmazlar. Onlar çok yemez çok konuşmazlar, giyim hususunda da sade giyinir, israf etmezler

“Başkaları onlar için sanki ölülerdir ama Kerim olan Allah, onlar için hep diridir ve asla ölmez. Kendilerine sırt çevirenleri büyüklükleriyle çağırır, kendilerine gelenleri de lütuflarıyla kabul ederler. Dünya ve ahiret onlar için aynı olmuştur.”

15- Onlar İçin Herkes Ölü, Yalnız Allah Diridir

 Başkalarını bir ölü gibi görmekte ve sadece Kerim olan Allah’ı diri kabul etmektedirler. Bu cümleden anlatılmak istenen bütün işlerini sadece Allah’ın hoşnutluğu için yaptıklarıdır, başkalarının hoşuna gitsin diye değil. 

Kendisini dünyaya kaptırmış ve sadece dünyevi arzuları için çalışan kimseler, başkalarının onlar hakkındaki düşüncelerine çok önem verirler. Sürekli toplumdaki konumlarının sarsılmaması, insanların onlar hakkındaki olumlu düşüncelerinin değişmemesi ve başkalarının ilgisini çekme peşindedirler. Başkalarının onlar hakkındaki düşüncelerine çok önem vererek, sürekli hata ve kusurlarını örtmeye çalışırlar. Tabii ki Allah da müminin kusurlarının aşikâr olmasını istemez ama dünya ehli kendisini iyi göstermeyi,  Allah’ın rızası için değil de başkalarının hoşuna gitmek için yapmaktadır. Lakin ahiret ehli, kesinlikle bu karakterde kimseler değiller, onlar için başkaları ölü gibidir, onların ilgisini kazanıp, kendilerini onlara sevdirme peşinde değillerdir. Onlar için diri olan, yani ilgi ve sevgisini kazanma peşinde oldukları bir tek Allah’tır.

16- Bağışlayan Kimselerdir

 Kendilerine sırt çevirenleri büyüklükleriyle çağırır, kendilerine gelenleri de lütuflarıyla kabul ederler. Birisi onlarla küstü mü, onu kendi haline bırakmazlar, “Ne hali varsa görsün” deyip onunla küs kalmazlar, sırf Allah rızası için ona yaklaşıp kalbini kazanmaya çalışırlar. Bazen ahiret ehliyle dünya ehlinin yaptığı işler aynıdır, ama aralarındaki fark birinin o işi Allah için yapması diğerinin de kendi egoları için yapmasındadır. Bazen hem ahiret ehli ve hem de dünya ehli kimse kendisiyle küsenle gidip barışmaya çalışır, ama ahiret ehli bunu yalnızca Allah’ın hoşnutluğunu kazanmak için yapmakta, dünya ehliyse sevenlerinin çok olması için yapmaktadır.

Ahiret Ehliyle Dünya Ehli Arasındaki Fark

17-  Gözlerinde Dünya ve Ahiret Birdir

 Yüce Allah, ahiret ehlinin özelliklerini belirtirken, onlarla dünya ehli arasındaki en seçkin farkı şu özellikle buyuruyor: “Dünya ve ahiret onların gözünde birdir.” 

Ahiret ehlinin hepsi, bu özellikte aynı derecede bulunmamaktadır, bazıları mükemmel bir şekilde sahipken bazıları da bir hadde kadar kendilerinde bulundurmaktadırlar. Dünya ehlindeyse, böyle bir özellik bulunmamaktadır, onlar sadece dünya için çalışmakta ve ahireti inkâr etmektedirler. Kuran-ı Kerim’de şöyle okumaktayız:

“Dediler ki: Hayat ancak bu dünyada yaşadığımızdır. Ölürüz ve yaşarız. Bizi ancak zaman helâk eder.”

Dünya ehli olanlardan bazıları, dünyadan başka bir yaşamın olduğunu kabul edip, ahirete iman etmişlerdir; ama bu kabul ediş sadece dildedir, amele gelince yaptıkları işler inançlarıyla uyuşmamaktadır. Örneğin gece namazı kılmaktadırlar, ama sırf duaları kabul olsun diye veya rızıkları çoğalsın, başkaları tarafından sevilsinler diye. Zira gece namazı kılanların rızıklarının çoğalacağı, dualarının kabul edileceği, yüzlerinin nurlu olacağı, başkaları tarafından sevileceğini rivayetlerde okumuşlardır ve sırf bu gibi dünyevi arzulara ulaşmak için gece namazı kılmaktadırlar. 

Velhasıl bizlerin ahirete olan inancı aslında dünyamız içindir, bizim için en değerli olan dünyadır, “Ahirete inanalım ama dünya peşindir bunu da elden çıkarmayalım” düşüncesindeyiz. Oysa ahirete gerçekten inanan kimseler, ahireti veresiye değil, peşin bilmektedirler.

Sabah erkenden kalkıp işe giden kimse sadece ayın sonunda evine helal bir lokma götürmek için bunca zahmete katlanmaktadır, şimdi bu adam, “Bir ay sonra maşımı alacağım, peşin değil ki onun için iyisi mi rahatıma bakayım ve işe gitmeyeyim” dememektedir, hiçbir akıllı insan da bunu yapmaz. Her akıllı insan çalışmanın sonucuna varmak için çalışmaktadır, sonuç ister çabuk olsun ister geç önemli olan o sonuca ulaşmaktır. Yahut öğrenci yıllarca okula gitmektedir, hedefi ise bütün bu yıllar sonrasında diplomasını alarak bir iş sahibi olmaktır, bu da peşin değil ama akıllı insan yıllar sonra ulaşacağı netice için bunca zahmete razıdır. Öyleyse ahiret peşin değil diye onun için çalışmamak doğru olmaz, bilakis akıllı insan ahirette büyük bir mükâfata ulaşmak için bu dünyada çalışmalıdır. Ahiret için çalışmak akılsızlık değildir, aksine aklın göstermiş olduğu bir yoldur. 

Allah dostlarının ahirette alacakları sonuçlara olan inançları bizim dünyevi işlerden beklediğimiz sonuçlardan çok daha fazladır; çünkü dünya işlerine pek fazla güvenilmiyor. Çoğu zaman insan çalışmalarının karşılığını alamamakta, mesela fidan eken veya çiftçilik yapan biri zahmetinin karşılığını yüzde yüz alacak diye bir beklenti içerisinde değil, zira doğal afetler gibi nedenler yüzünden beklenilen mahsulü alamama ihtimali bulunmaktadır. Ama yine de çiftçilikten el çekmeyip zahmet çekmektedir. Eğer bizler de ahirete bu şekilde inanacak olsaydık kesinlikle sonsuz neticeyi dünyadaki sınırlı ve az neticeyle değiştirmezdik. Dünyadaki işlerden alınan lezzet ve sonuç çoğu zaman bir saati bile geçmemekte, fakat yine de çoğu insan bu bir saatlik keyif için yıllarca zahmet çekmektedir. Ama ahiretin sonsuz lezzetleri için azıcık zorluğa bile katlanmamaktadırlar, çünkü ahirete inanmıyorlar. Her ne kadar dilleriyle kabul ettiklerini söyleseler bile, zayıf imanlı olduklarından ahiret nimetlerini kazanmak için çalışmazlar.

Dünyayı bu kadar çok seven kimselerin mukabilinde ahiret dostları bulunmaktadır, onlar dünyayı ulaşılacak bir şey olarak gördükleri gibi ahireti de böyle görmektedirler, onlar için dünya da ahiret de aynıdır. Her zaman dünyayla ahireti karşılaştırıp, ahiret nimetlerini dünya nimetlerine tercih etmedeler, çünkü ahiret lezzetlerini peşin olarak görüyorlar. Bazı ahiret ehli ise çok daha büyük makamlara ulaşmışlardır, onlar için dünyanın hiçbir değeri ve önemi yoktur, bütün gayretleri sadece ahiret içindir. İmam Sadık’tan (a.s)  nakledilen bir rivayette şöyle buyrulmaktadır:

“Allah’ın Resulü (s.a.a)  bir gün sabah namazını cemaatle kıldıktan sonra camide bir gencin uyukladığını gördü. Gencin benzi sapsarı kesilmiş, bedeni iyice zayıflamış ve gözleri çukura inmişti. Peygamber ona şöyle buyurdu: Durumun nasıl? 

Genç arz etti: Ey Allah’ın Resulü! Yakine ulaşmış bir şekildeyim. Gencin vermiş olduğu bu cevap Peygamber’in çok hoşuna gitti ve ona şöyle buyurdu: Her yakin için bir hakikat vardır, peki senin yakinin hakikati nedir? 

Arz etti: Ya Resulullah! Bu yakin beni çok hüzünlü kıldı, geceleri uyanık, gündüzleri de susuz kalmama neden oldu. Artık dünyaya ve dünyanın içindeki her şeye karşı ilgisiz oldum. Sanki Rabbimin arşını görmekteyim, güya herkesten hesap sorulmak için bütün kulları toplanmış ve ben de onların arasındayım. Sanki cennettekileri nimetler içerisinde, kürsülere yaslanmış ve bir birleriyle tanışırken görmekteyim. Cehennem ehlini de aynı şekilde çığlıklar atarak yardım isterken ve azap edilirken görmekteyim. Cehennem ateşinin alevlenişini hala kulağımda duyar gibiyim.

Peygamber ashabına şöyle buyurdu: Bu Allah’ın kalbini iman nuruyla aydınlattığı gençlerden biridir. Sonrada o gence buyurdu: Bulunduğun bu halde sağlam kal. Genç ise şöyle arz etti: Ey Allah’ın Resulü! Allah’tan sizin yolunuzda şehit olmayı benim için isteyin.

Resulullah da dua etti ve çok kısa bir süre sonra Peygamber ile beraber katıldığı bir savaşta onuncu kişi olarak şehit oldu.”

Ahiret ehli her ne kadar bu dünyada ahireti tam olarak görmeseler bile, yine de bazı şeylerini görüp duymaktadırlar. Bu, perdeyi hafiften aralayarak, perdenin arkasındakini hafiften görmek gibidir. Ama en üst derecelere ulaşmış olan ahiret ehliyse, gerçekten ahireti görmektedirler, hatta ruhlarını bu dünyadan ve zamandan kopararak ahirete götürmektedirler. Bunun nasıl ve ne şekilde olduğunu bilemeyiz, fakat kesin olarak bildiğimiz bir şey varsa o da ölmeden önce bile hem dünyaya ve hem de ahirete işraf olan bazı büyük insanların bulunduğudur.

“İnsanlar bir defa ölür, ama ahiret ehli olanlar her gün nefisleriyle mücadele etmekten, heva-heveslerine karşı gelmekten ve damarlarda dolaşan şeytanla yaptıkları cihat nedeniyle yetmiş defa ölürler.” 

Nefisle Mücadelenin Önemi

18- Nefisleriyle Mücadele Halindedirler

 Yüce Allah’ın buyurmuş olduğu ahiret ehlinin bir diğer özelliği ise; onların her gün nefisleriyle mücadele etmeleri, heva-heveslerine karşı gelmeleri ve şeytanla yaptıkları cihat sonucunda her gün yetmiş defa ölmeleridir. Diğer insanlar bu dünyada canlarının istediği gibi yaşadıklarından, kendi nefisleriyle savaşmazlar, birçok günah isteklere karşı direnmezler bu yüzden de ömürlerinde sadece bir defa ölürler, oysa ahiret ehli sürekli nefis ve şeytanla mücadele ettiklerinden her gün sanki defalarca ölüp ölüp dirilmektedirler.

Bundan da anlaşılan nefse karşı direnmek ölüme tahammül etmekten daha zordur. Demek ki onların hedefi ne kadar yüce ki; nefse uymayarak, şeytanın sözünü dinlemeyerek, Allah’a itaat etmek için her gün ölüm acısını defalarca çekmeye razıdırlar. Bir an bile Allah sevgisinden mahrum kalmamak için bütün varlıklarıyla, kötü güçlere karşı direniş içerisindedirler. Onlar her gün yetmiş defa ölüm acısını tatmaya razılar; ama bir defa dahi dünyaya bağlanmak, nefsin isteklerine boyun eğmek ve şeytanın esiri olmaya razı değiller. 

Miraç hadisinde buyrulan bu cümle nefisle cihat etmenin ne kadar önemli olduğunu vurgulamaktadır. İnsan ne pahasına olursa olsun bu nefsin esaretinden kendisini kurtararak özgür olmaya çalışmalıdır. Bütün zorluklara katlanmalı ve nefse karşı gelmelidir. Şöyle rivayet edilmiştir:

Resulullah (s.a.a) gönderdiği savaştan dönen bir grup ashabını gördü. Onlar saçları dağınık, üst başları toz içinde savaş teçhizatı ile evlerine dönüyorlardı. Resulullah (s.a.a), “Küçük cihattan büyük cihada döndünüz.” diye buyurdu. Kendisine, birisi “Acaba kılıçla cihattan daha yüce bir cihat var mıdır?” diye sorunca da, “Evet, insanın nefsiyle cihat etmesidir.” diye buyurdu.”

“Damarlarında dolaşan şeytan” cümlesiyse Arapça bir deyimdir ve birçok dilde de kullanılmaktadır. Maksat; şeytanın insana ne kadar yakın olduğu ve birçok hilelerle onu yoldan çıkarmak için vesvese etmesidir.

Rububi Cemalde Yok Oluş

“Bir rüzgâr bile esecek olsa onları titretir, ama benim karşıma geldiklerindeyse sapasağlam, birbirine kenetlenmiş binalar gibidirler. Bir an dahi benden başkasını düşünerek gafil olmazlar.”

19-  İradeleri Güçlüdür

 O kadar zayıflar ki eğer bir rüzgâr esecek olsa onları titretir, ama Allah’ın karşısına çıkıp ibadetle meşgul olduklarında ise demirden binalar gibi sapa sağlamdırlar, hiç sıkılıp yorulmazlar, hiçbir şey onları Allah’la olan münacatlarından alı koymaz, asla yerlerinden kıpırdamazlar. 

Bunlar fiziksel güç açısından çok zayıf olabilirler, bu yüzden de dünyevi işleri yapmakta güçsüz ve yeterli olamaya bilirler; fakat bu güçsüz bedenler Allah’a ibadet için olunca, görenleri hayrete düşürecek şekilde güçlü olmaktadır. Sevinçle, hiç bıkmadan Allah’a itaatle uğraşırlar, öyle ki bedensel yönden en güçlü insanlar bile onlara yetişemez.

Bizler namaz kılarken azıcık uzattık mı hemen yoruluyoruz, cemaat imamı namazı biraz yavaş kıldırdı mı hemen sıkılıp, ayaklarımız üzerinde hareket etmeye başlıyoruz. Hâlbuki genç, güçlü ve kuvvetliyiz, bedensel yönden ibadetten sıkılıp, yorulmamamız gerekir. Belki de cemaat imamı bizden çok daha yaşlıdır, ama o Allah’la konuşmaktan yorulmamışken cemaatteki biz gençler hemen yorulmaya başlıyoruz. Demek ki, Allah’a ibadetle bedensel güç arasında bir bağ bulunmamaktadır, bedeni Allah’a ibadet ve itaat için güçlü kılan insanın Allah’a olan aşkıdır.

Her insan belirlemiş olduğu hedefe ulaşmak için iki şeye muhtaçtır; istek ve sürekli alıştırma yapmak. Hatta ilk bakışta mümkün gözükmeyen işler bile insanın sevmesi ve çalışması sonucu mümkün olabilmektedir. Örneğin akrobatik ve jimnastik hareketleri bizler için çok zordur, ama bazıları bu hareketleri sevdiklerinden, sürekli alıştırmalar yaparak başarmışlardır. Her işin başı ilgi duymak ve o işi sevmektir, eğer insan bir işi severse hiç şüphesiz o işte başarılı olacaktır. Bizler de eğer gerçekten Allah’a kul olup, O’na ibadet etmek istiyorsak bu yolda tembellik etmeden çalışmamız gerekmektedir. Aslında bu işin özü ilahi aşkın kalpte oluşmasına bağlıdır.

Allah dostlarının ve bu yolda ilerlemiş insanların yaşam öykülerini okuyup, nakletmek gerçekten de çok eğiticidir, bu yüzden konu hakkında şu büyük âlimin ibadet aşkına bakınız:

Meşhed’in önde gelen âlimlerinden ve keramet sahibi olan Allah dostlarından biri de Merhum Şeyh Hasan Ali İsfehani’dir. Bu büyük zat sürekli İmam Rıza’nın (a.s) türbesinin çatısına çıkarak, kubbenin yanında ibadetle meşgul olurdu. Türbenin hizmetçilerinden biri şöyle diyor: Merhum İsfehani yine bir gece benden anahtarı alarak, ibadet için çatıya çıktı, bir süre sonra ben de türbenin kapılarının kapanacağını söylemek için yanına gittim. Rükuya varmıştı, namazının bitmesi için beklemeye koyuldum, ama bir türlü başını rükûdan kaldırmıyordu. Kar da yağmaya başlamıştı. Ben, yanına yakacak bir şeyler koyduktan sonra kapıyı kilitleyip gittim. Evimde sürekli onun için endişeleniyordum, yanına giderek durumunun nasıl olduğunu öğrenmek istiyordum. Sabah namazı vaktinde türbenin kapılarını açtılar ve ben de hızla çatıya çıktım, ama gördüklerim karşısında hayrete kapıldım, hala rükûdaydı ve sırtında da bir karış kar birikmişti.  Sabah ezanın okunmasına yakın, namazı bitirdi, yanına gittim sanki hiçbir şey olmamış gibiydi; ne bir yorgunluk, ne bir halsizlik ve ne de bir soğuktan üşüme vardı. 

Hâlbuki çok zayıf ve fiziksel olarak da çok güçsüz birisiydi, ama Allah’a olan aşkından dolayı, rükûda “Subhanallah”tan almış olduğu lezzetle, saatlerce keskin soğuğun altında başını rükûdan kaldırmamış ve sabaha kadar ibadet etmişti.

Bizlerse, biraz rükuyu uzattığımızda hemen sırtımız ağrımaya başlıyor, ayaklarımız yoruluyor ve daha fazla rükûda kalmaya dayanamıyoruz. Ama Allah dostları böyle değil; ibadete ve Allah’la münacata olan aşkları nedeniyle meleklere iktida ederek başlarını saatlerce rükûdan, secdeden kaldırmazlar. Zamanla yorulmak yerine daha da lezzet almaya başlarlar öyle ki; Kuran ve rivayetlerden anlaşıldığı üzere Allah da böyle insanlara yardım eder, ibadet etmeleri için onlara büyük bir güç verir.

Bedeni zayıf olmasına rağmen en güçlü insanların bile yapamayacağı ibadetleri yapan bir diğer âlim de Merhum Ayetullah Emini’dir; ona biri şöyle bir soru soruyor: “Bir hadiste Hz. Ali’nin bir gecede bin rekât namaz kıldığı nakledilmektedir, bu mümkün müdür, siz bu hadisin doğruluğuna inanıyor musunuz? Ayetullah Emini buyurdu: Benim kendim bu kadar ibadet ettim.” 

Arkadaşlarının anlattığına göre Merhum Emini, Ramazan ayı boyunca her akşam iftardan sonra İmam Rıza’nın (a.s)  türbesine gider ve sahura kadar bin rekât namaz kılardı.

Öyleyse rivayetin bu bölümünde anlatılmak istenen; bir insan zayıf olup, bedensel yönden dünyevi işleri yapamaya bilir; ama ibadet ve Allah’la münacat için olağanüstü bir güce de sahip olabilir. İşte ahiret ehli böyle insanlardır, zahiren güçsüzdürler ama ibadete gelince, herkesi hayrete düşüren büyük bir istekle saatlerce ibadet ederler.

20- Kalplerinde Yalnız Allah Vardır

 Gönüllerinde sadece Allah vardır, kalplerini ondan başka hiç bir şeyle meşgul etmezler. Bizler iki rekât namaz kılarken tek düşünmediğimiz biri varsa o da Allah’tır, ahiret ehliyse asla Allah’tan başka bir şeyi düşünmezler ve sadece O’na yönelirler. Bu yüzden de Allah onları överek, teşvik edip, büyük mükâfatları onlar için vaat etmektedir.

Allah’ın Dostlarına Olan İnayetleri

Yüce Allah ahiret ehlini şunlarla müjdeleyerek, onlara muştu vermektedir:

“İzzet ve celalime yeminler olsun ki, onlar için mutlu ve tertemiz bir hayat bağışlayacağım.”

Mutlu ve tertemiz bir hayat, Kuran ve rivayet dilinde hayat-i tayyibe olarak geçmektedir. İnsanların yaşamış oldukları hayat tayyib değildir, baştan sona, doğumdan ölüme kadar acı, üzüntü ve kötülükle doludur. Bizler de böyle bir hayata alıştığımız için, bu kötü yaşamdan rahatsızlık duymamaktayız, ne kadar kötü ve pis bir yaşam olduğunun da farkında bile değiliz. Bu hayatımız aslında, çöplüğün pis kokusuna alışan ve ondan zerre kadar bile rahatsız olmayan çöpçünün durumuna benzer. Yüce Allah kendi dostlarına ise, baştan sona mutluluk, saadet ve huzur dolu bir hayat nasip edecektir.

Belki de çoğu zaman başkaları, ahiret ehlini gördüklerinde onlara acımaktadır. Bedenleri zayıf, gözleri sürekli yaşlı ve dünya malındansa bir şeyleri olmayan kimseler olarak gördüklerinden onlar için üzülmektedirler, ama birde onların batınlarından haberleri olsaydı acımazlardı, kalplerini öylesine bir mutluluk kaplamaktadır ki bu sevincin bir saati bütün dünya ehlinin ömür boyu aldığı keyiften çok daha üstündür. Ağlayıp, Allah’ın dergâhında üzüldüklerinde dıştan üzgün görülmektedirler; ama aslında gönülleri tarif edilmez bir mutlulukla dolup taşmaktadır. Her ne kadar dünyada birçok sorun ve sıkıntılar çekseler de, Allah onlara kimseye nasip etmediği özel manevi lütuflarda bulunmaktadır.

“Ölüm anı geldiğinde canlarını almak için Azrail’i yahut başka bir meleği göndermem, benim kendim canlarını alınırım.”

Bu paragraf çok derin manaları olan, üstün bir cümledir. Kuran-ı Kerim’in ayetlerini incelediğimizde bir kulun ölüm vakti geldiğinde onun canını Azrail veya diğer yardımcı melekler almaktadır. Yüce Allah şöyle buyuruyor:

“De ki: Size vekil kılınan (bu konuda görevlendirilen) ölüm meleği canınızı alacak, sonra Rabbinize döndürüleceksiniz.”

Nihayet birinize ölüm geldi mi elçilerimiz (görevli melekler) onun canını alırlar

Miraç hadisinin bu bölümüne ve diğer rivayetlere göre, bazı özel kulların ruhlarının alınması direk olarak Allah tarafından yapılmaktadır. Bu büyük şeref, sadece bir ömür Allah aşkıyla yanıp tutuşan, ömürlerini sevgiliye ulaşma hasretiyle geçiren ve ayrılıktan kurtulup ona kavuşmak için her şeyi göze alan kullara nasip olmaktadır. Onların ölüm anları aslında yıllarca sevdiğinden ayrı kalıp sonra buluşan âşıklar gibidir, ölüm vaktinde onlar için ne bir korku ve ne de bir acı vardır, bilakis tarif edilmez büyük bir sevinçle ölmektedirler. Neden sevinmesinler ki; yıllardır ayrı kaldıkları maşuklarına kavuşmuşlardır. Bu makamın önemi hakkında insan ne kadar düşünse azdır, çünkü bu makam sadece peygamberlere ve Allah’ın çok özel kullarına aittir, ama ahiret ehli kul, Azrail’den bile üstün olduğu için Azrail onun canını alma yetkisine sahip değildir. 

Rivayetlerde bazı kulların meleklerin bile ulaşamadığı üstün makamlara ulaştığı bildirilmektedir, yukarıda zikrettiğimiz bölümden de bu anlaşılıyor. Ölüm meleği, onun ruhunu bedeninden anlamadığına göre demek ki; dört büyük melekten biri olan Azrail’in bile makamını geçmiştir, bu yüzden de Allah’ın kendisi mümin kulunun ruhunu almaktadır. Yüce Allah ruhunu aldıktan sonra, onu nelerin beklediğini şöyle bildirmektedir:

“Sonra göklerin bütün kapılarını onların ruhuna açarım.”

Bizler, ruhun Allah tarafından nasıl alındığını, gökte ki kapıların ne olduğunu ve ruhun ne şekilde o kapılardan geçtiğini bilmemekteyiz. Bu gibi kavramlar bizim için belirsiz manalar taşımaktadır ve aşikâr bir niteliğe sahip değildir. Belki de, Allah’ın yücelik makamı göklere benzetilmiş ve oraya sadece kendi dostlarının ulaşa bileceği anlatılmak istenmiştir. Allah-u Teâlâ günahkârlar hakkında şöyle buyurmaktadır:

“Doğrusu ayetlerimizi yalanlayıp, onlara karşı büyüklük taslayanlara, göğün kapıları açılmaz; deve iğnenin deliğinden geçmedikçe cennete de giremezler (yani eğer deve iğnenin deliğinden gece bilse onlarda cennete girerler).”

Bu ayette de cennet kapılarından, o kapılarla cennete giriş arasındaki bağdan bahsedilmektedir. Yahut cennetin kendisi, nerede bulunduğu vb. konular, aklımızın çok rahat anlaya bileceği meseleler değildir. Fakat aklımızın anlamadığı şeyler, gerçek olmadığı anlamına gelmez, birçok şey kesin var ama biz idrak edemiyoruz. Bu yüzden Allah ve masumların buyurmuş olduğu her şeyi aklımız almasa bile kabul edip inanmak durumundayız.

Allah’ın kendisi mümin kulunun ruhunu aldıktan sonra, o ruh yükselmeye başlar, cennetin bütün kapıları yüzüne açılır, oradan berzah cennetine geçer. Zira onlar Allah’a ulaşma yolunda hiçbir engele takılıp kalmadılar, bütün zorlukların üstesinden gelerek sadece Allah için var oldular. Allah’a ulaşma yolunda; şehvet, gazap, batıl düşünceler, aile, toplum, arkadaş çevresi velhasıl dünya yaşamında hiçbir şey onları Allah’tan alı koyamadı. Her durumda vazifelerine amel ettiler, bu yüzden de direk olarak cennete girmelerinde hiçbir engel bulunmamaktadır.

“Benimle onlar arasındaki bütün hicap ve perdeler kalkacaktır.”

Birçok rivayette nakledildiğine göre insan ile yüce Allah arasında birçok hicap, engel ve perdeler bulunmaktadır, İmam Humeyni (r.a) bu konu üzerinde çok durmaktaydı. Bütün bu hicaplar iki kısma ayrılmaktadır; zülmani hicaplar ve nurani hicaplar. Her ne kadar ahlak âlimleri bunları açıklamaya çalışmış olsalar dahi, yine de bizler için çok açık kavramlar değildir.

Bizler Allah’ın huzurunda olmayı anlayamamışız, namaz kıldığımız zaman sanki başka bir yerde, göklerin ötesinde olan bir varlığa ibadet etmekteyiz. Ama bazıları bu gibi hicapları aşa bilmişlerdir, onlar Allah’ı her yerde hazır ve nazır görmekte, şahdamarından daha yakın olduğuna yakin etmektedirler. Bu gibi konular uzun ilmi ve felsefi incelemeleri gerektirmektedir, kısaca söyleye bileceğimiz; Allah’ın her yerde olduğu, Allah ile insan arasında hiçbir hicabın bulunmadığıdır; zira her şey O’nun ihtiyar ve iradesinde bulunmaktadır, ama bizler Allah’tan uzak olduğumuz için bu rabıtayı anlayamıyoruz. Duaların birinde şöyle okumaktayız:

“Senle kulların arasında hiçbir hicap bulunmamaktadır, olan hicaplar sırf onların kötü amelleri yüzündendir.”

İnsan güzel ameller yapıp, Allah’ın emrettiklerini uyguladığı takdirde hicaplar birer birer kalkacaktır. Önce zülmani ve sonrasında nurani hicaplar kalkarak, Allah’la kul arasında hiçbir hicap kalmayacaktır 

Ruh alındıktan, cennet kapılarından geçildikten sonra Allah, cennet ve cennettekilere kulunu en güzel şekilde, sevinçle karşılamalarını emretmekte ve onlar da büyük bir bayram hazırlığıyla karşılamaktadırlar:

 “Cennete ve hurilere onun için süslenmeyi, meleklere onu karşılamak için sıraya girip selamlamalarını, ağaçlara meyvelerini vermeyi, meyvelere de onun için dökülmelerini emrederim. 

Arşın altında olan rüzgârlardan bir rüzgâra emredeceğim ki, kâfur ve ezfer miskinden olan bir dağı yükseltsinler ve ateşi olmayan bir odunla onu dumanlandırsınlar. Onunla kendi aramda bir engel olmaksızın cennete yerleştirmelerini emrederim.

Onun ruhunu aldığımda ise ona şöyle derim: Hoş geldin, dergâhımıza mutlulukla gir. Kendi lütfumla yücel ve sana rahmetimi, sürekli nimetler içerisinde sonsuza kadar kalacağın cennetleri müjdeliyorum. Hiç şüphesiz en büyük mükâfat yalnızca Allah’ın yanındadır.

Ve keşke ey Peygamber’im! Sen de meleklerin bu mümin kulumun ruhunu bir birlerine verdiklerini görseydin.”

Ehl-i Beyt Mektebinin en büyük şahsiyetlerinden olan Şeyh Tusi (r.a) “Misbah” adlı dua kitabında Ebu Hamza-i Sumali’den, rivayet etmiştir ki, İmam Zeynü’l-Âbidin aleyhisselam, Ramazan ayının gecelerini genelde ibadet etmekle geçirirdi ve sahur vakti olunca şu duâyı okurdu:

إِلَهِي لا تُؤَدِّبْنِي بِعُقُوبَتِكَ وَ لا تَمْكُرْ بِي فِي حِيلَتِكَ مِنْ أَيْنَ لِيَ الْخَيْرُ يَا رَبِّ وَ لا يُوجَدُ إِلا مِنْ عِنْدِكَ وَ مِنْ أَيْنَ لِيَ النَّجَاةُ وَ لا تُسْتَطَاعُ إِلا بِكَ لا الَّذِي أَحْسَنَ اسْتَغْنَى عَنْ عَوْنِكَ وَ رَحْمَتِكَ وَ لا الَّذِي أَسَاءَ وَ اجْتَرَأَ عَلَيْكَ وَ لَمْ يُرْضِكَ خَرَجَ عَنْ قُدْرَتِكَ يَا رَبِّ يَا رَبِّ يَا رَبِّ- 


بِكَ عَرَفْتُكَ وَ أَنْتَ دَلَلْتَنِي عَلَيْكَ وَ دَعَوْتَنِي إِلَيْكَ وَ لَوْ لا أَنْتَ لَمْ أَدْرِ مَا أَنْتَ الْحَمْدُ لِلَّهِ الَّذِي أَدْعُوهُ فَيُجِيبُنِي وَ إِنْ كُنْتُ بَطِيئا حِينَ يَدْعُونِي وَ الْحَمْدُ لِلَّهِ الَّذِي أَسْأَلُهُ فَيُعْطِينِي وَ إِنْ كُنْتُ بَخِيلا حِينَ يَسْتَقْرِضُنِي وَ الْحَمْدُ لِلَّهِ الَّذِي أُنَادِيهِ كُلَّمَا شِئْتُ لِحَاجَتِي وَ أَخْلُو بِهِ حَيْثُ شِئْتُ لِسِرِّي بِغَيْرِ شَفِيعٍ فَيَقْضِي لِي حَاجَتِي وَ الْحَمْدُ لِلَّهِ الَّذِي لا أَدْعُو غَيْرَهُ وَ لَوْ دَعَوْتُ غَيْرَهُ لَمْ يَسْتَجِبْ لِي دُعَائِي ، 


وَ الْحَمْدُ لِلَّهِ الَّذِي لا أَرْجُو غَيْرَهُ وَ لَوْ رَجَوْتُ غَيْرَهُ لَأَخْلَفَ رَجَائِي وَ الْحَمْدُ لِلَّهِ الَّذِي وَكَلَنِي إِلَيْهِ فَأَكْرَمَنِي وَ لَمْ يَكِلْنِي إِلَى النَّاسِ فَيُهِينُونِي وَ الْحَمْدُ لِلَّهِ الَّذِي تَحَبَّبَ إِلَيَّ وَ هُوَ غَنِيٌّ عَنِّي وَ الْحَمْدُ لِلَّهِ الَّذِي يَحْلُمُ عَنِّي حَتَّى كَأَنِّي لا ذَنْبَ لِي فَرَبِّي أَحْمَدُ شَيْ‏ءٍ عِنْدِي وَ أَحَقُّ بِحَمْدِي.


اللَّهُمَّ إِنِّي أَجِدُ سُبُلَ الْمَطَالِبِ إِلَيْكَ مُشْرَعَةً وَ مَنَاهِلَ الرَّجَاءِ إِلَيْكَ [لَدَيْكَ‏] مُتْرَعَةً وَ الاسْتِعَانَةَ بِفَضْلِكَ لِمَنْ أَمَّلَكَ مُبَاحَةً وَ أَبْوَابَ الدُّعَاءِ إِلَيْكَ لِلصَّارِخِينَ مَفْتُوحَةً وَ أَعْلَمُ أَنَّكَ لِلرَّاجِي [لِلرَّاجِينَ‏] بِمَوْضِعِ إِجَابَةٍ وَ لِلْمَلْهُوفِينَ [لِلْمَلْهُوفِ‏] بِمَرْصَدِ إِغَاثَةٍ وَ أَنَّ فِي اللَّهْفِ إِلَى جُودِكَ وَ الرِّضَا بِقَضَائِكَ عِوَضا مِنْ مَنْعِ الْبَاخِلِينَ وَ مَنْدُوحَةً عَمَّا فِي أَيْدِي الْمُسْتَأْثِرِينَ وَ أَنَّ الرَّاحِلَ إِلَيْكَ قَرِيبُ الْمَسَافَةِ وَ أَنَّكَ لا تَحْتَجِبُ عَنْ خَلْقِكَ إِلا أَنْ تَحْجُبَهُمُ الْأَعْمَالُ [الْآمَالُ‏] دُونَكَ وَ قَدْ قَصَدْتُ إِلَيْكَ بِطَلِبَتِي، 


وَ تَوَجَّهْتُ إِلَيْكَ بِحَاجَتِي وَ جَعَلْتُ بِكَ اسْتِغَاثَتِي وَ بِدُعَائِكَ تَوَسُّلِي مِنْ غَيْرِ اسْتِحْقَاقٍ لاسْتِمَاعِكَ مِنِّي وَ لا اسْتِيجَابٍ لِعَفْوِكَ عَنِّي بَلْ لِثِقَتِي بِكَرَمِكَ وَ سُكُونِي إِلَى صِدْقِ وَعْدِكَ وَ لَجَئِي إِلَى الْإِيمَانِ بِتَوْحِيدِكَ وَ يَقِينِي [وَ ثِقَتِي‏] بِمَعْرِفَتِكَ مِنِّي أَنْ لا رَبَّ لِي غَيْرُكَ وَ لا إِلَهَ [لِي‏] إِلا أَنْتَ وَحْدَكَ لا شَرِيكَ لَكَ اللَّهُمَّ أَنْتَ الْقَائِلُ وَ قَوْلُكَ حَقٌّ وَ وَعْدُكَ صِدْقٌ [الصِّدْقُ‏] وَ اسْأَلُوا اللَّهَ مِنْ فَضْلِهِ إِنَّ اللَّهَ كَانَ بِكُمْ رَحِيما وَ لَيْسَ مِنْ صِفَاتِكَ يَا سَيِّدِي أَنْ تَأْمُرَ بِالسُّؤَالِ وَ تَمْنَعَ الْعَطِيَّةَ وَ أَنْتَ الْمَنَّانُ بِالْعَطِيَّاتِ عَلَى أَهْلِ مَمْلَكَتِكَ 


وَ الْعَائِدُ عَلَيْهِمْ بِتَحَنُّنِ رَأْفَتِكَ [بِحُسْنِ نِعْمَتِكَ‏] إِلَهِي رَبَّيْتَنِي فِي نِعَمِكَ وَ إِحْسَانِكَ صَغِيرا وَ نَوَّهْتَ بِاسْمِي كَبِيرا فَيَا مَنْ رَبَّانِي فِي الدُّنْيَا بِإِحْسَانِهِ وَ تَفَضُّلِهِ [بِفَضْلِهِ‏] وَ نِعَمِهِ وَ أَشَارَ لِي فِي الْآخِرَةِ إِلَى عَفْوِهِ وَ كَرَمِهِ مَعْرِفَتِي يَا مَوْلايَ دَلِيلِي [دَلَّتْنِي‏] عَلَيْكَ وَ حُبِّي لَكَ شَفِيعِي إِلَيْكَ وَ أَنَا وَاثِقٌ مِنْ دَلِيلِي بِدَلالَتِكَ وَ سَاكِنٌ مِنْ شَفِيعِي إِلَى شَفَاعَتِكَ أَدْعُوكَ يَا سَيِّدِي بِلِسَانٍ قَدْ أَخْرَسَهُ ذَنْبُهُ رَبِّ أُنَاجِيكَ بِقَلْبٍ قَدْ أَوْبَقَهُ جُرْمُهُ أَدْعُوكَ يَا رَبِّ رَاهِبا رَاغِبا رَاجِيا خَائِفا إِذَا رَأَيْتُ مَوْلايَ ذُنُوبِي فَزِعْتُ وَ إِذَا رَأَيْتُ كَرَمَكَ طَمِعْتُ 


فَإِنْ عَفَوْتَ [غَفَرْتَ‏] فَخَيْرُ رَاحِمٍ وَ إِنْ عَذَّبْتَ فَغَيْرُ ظَالِمٍ حُجَّتِي يَا اللَّهُ فِي جُرْأَتِي عَلَى مَسْأَلَتِكَ مَعَ إِتْيَانِي مَا تَكْرَهُ جُودُكَ وَ كَرَمُكَ وَ عُدَّتِي فِي شِدَّتِي مَعَ قِلَّةِ حَيَائِي رَأْفَتُكَ وَ رَحْمَتُكَ وَ قَدْ رَجَوْتُ أَنْ لا تَخِيبَ بَيْنَ ذَيْنِ وَ ذَيْنِ مُنْيَتِي فَحَقِّقْ رَجَائِي وَ اسْمَعْ دُعَائِي يَا خَيْرَ مَنْ دَعَاهُ دَاعٍ وَ أَفْضَلَ مَنْ رَجَاهُ رَاجٍ عَظُمَ يَا سَيِّدِي أَمَلِي وَ سَاءَ عَمَلِي فَأَعْطِنِي مِنْ عَفْوِكَ بِمِقْدَارِ أَمَلِي وَ لا تُؤَاخِذْنِي بِأَسْوَإِ عَمَلِي فَإِنَّ كَرَمَكَ يَجِلُّ عَنْ مُجَازَاةِ الْمُذْنِبِينَ وَ حِلْمَكَ يَكْبُرُ عَنْ مُكَافَاةِ الْمُقَصِّرِينَ ، 


وَ أَنَا يَا سَيِّدِي عَائِذٌ بِفَضْلِكَ هَارِبٌ مِنْكَ إِلَيْكَ مُتَنَجِّزٌ مَا وَعَدْتَ مِنَ الصَّفْحِ عَمَّنْ أَحْسَنَ بِكَ ظَنّا وَ مَا أَنَا يَا رَبِّ وَ مَا خَطَرِي هَبْنِي بِفَضْلِكَ وَ تَصَدَّقْ عَلَيَّ بِعَفْوِكَ أَيْ رَبِّ جَلِّلْنِي بِسَتْرِكَ وَ اعْفُ عَنْ تَوْبِيخِي بِكَرَمِ وَجْهِكَ فَلَوِ اطَّلَعَ الْيَوْمَ عَلَى ذَنْبِي غَيْرُكَ مَا فَعَلْتُهُ وَ لَوْ خِفْتُ تَعْجِيلَ الْعُقُوبَةِ لاجْتَنَبْتُهُ لا لِأَنَّكَ أَهْوَنُ النَّاظِرِينَ [إِلَيَ‏] وَ أَخَفُّ الْمُطَّلِعِينَ [عَلَيَ‏] بَلْ لِأَنَّكَ يَا رَبِّ خَيْرُ السَّاتِرِينَ وَ أَحْكَمُ الْحَاكِمِينَ وَ أَكْرَمُ الْأَكْرَمِينَ ، 


سَتَّارُ الْعُيُوبِ غَفَّارُ الذُّنُوبِ عَلامُ الْغُيُوبِ تَسْتُرُ الذَّنْبَ بِكَرَمِكَ وَ تُؤَخِّرُ الْعُقُوبَةَ بِحِلْمِكَ فَلَكَ الْحَمْدُ عَلَى حِلْمِكَ بَعْدَ عِلْمِكَ وَ عَلَى عَفْوِكَ بَعْدَ قُدْرَتِكَ وَ يَحْمِلُنِي وَ يُجَرِّئُنِي عَلَى مَعْصِيَتِكَ حِلْمُكَ عَنِّي وَ يَدْعُونِي إِلَى قِلَّةِ الْحَيَاءِ سَتْرُكَ عَلَيَّ وَ يُسْرِعُنِي إِلَى التَّوَثُّبِ عَلَى مَحَارِمِكَ مَعْرِفَتِي بِسَعَةِ رَحْمَتِكَ وَ عَظِيمِ عَفْوِكَ يَا حَلِيمُ يَا كَرِيمُ يَا حَيُّ يَا قَيُّومُ يَا غَافِرَ الذَّنْبِ يَا قَابِلَ التَّوْبِ، 


يَا عَظِيمَ الْمَنِّ يَا قَدِيمَ الْإِحْسَانِ أَيْنَ سَتْرُكَ الْجَمِيلُ أَيْنَ عَفْوُكَ الْجَلِيلُ أَيْنَ فَرَجُكَ الْقَرِيبُ أَيْنَ غِيَاثُكَ السَّرِيعُ أَيْنَ رَحْمَتُكَ الْوَاسِعَةُ أَيْنَ عَطَايَاكَ الْفَاضِلَةُ أَيْنَ مَوَاهِبُكَ الْهَنِيئَةُ أَيْنَ صَنَائِعُكَ السَّنِيَّةُ أَيْنَ فَضْلُكَ الْعَظِيمُ أَيْنَ مَنُّكَ الْجَسِيمُ أَيْنَ إِحْسَانُكَ الْقَدِيمُ أَيْنَ كَرَمُكَ يَا كَرِيمُ بِهِ [وَ بِمُحَمَّدٍ وَ آلِ مُحَمَّدٍ] فَاسْتَنْقِذْنِي وَ بِرَحْمَتِكَ فَخَلِّصْنِي يَا مُحْسِنُ يَا مُجْمِلُ، 


يَا مُنْعِمُ يَا مُفْضِلُ لَسْتُ أَتَّكِلُ فِي النَّجَاةِ مِنْ عِقَابِكَ عَلَى أَعْمَالِنَا بَلْ بِفَضْلِكَ عَلَيْنَا لِأَنَّكَ أَهْلُ التَّقْوَى وَ أَهْلُ الْمَغْفِرَةِ تُبْدِئُ بِالْإِحْسَانِ نِعَما وَ تَعْفُو عَنِ الذَّنْبِ كَرَما فَمَا نَدْرِي مَا نَشْكُرُ أَ جَمِيلَ مَا تَنْشُرُ أَمْ قَبِيحَ مَا تَسْتُرُ أَمْ عَظِيمَ مَا أَبْلَيْتَ وَ أَوْلَيْتَ أَمْ كَثِيرَ مَا مِنْهُ نَجَّيْتَ وَ عَافَيْتَ يَا حَبِيبَ مَنْ تَحَبَّبَ إِلَيْكَ وَ يَا قُرَّةَ عَيْنِ مَنْ لاذَ بِكَ وَ انْقَطَعَ إِلَيْكَ أَنْتَ الْمُحْسِنُ، 


وَ نَحْنُ الْمُسِيئُونَ فَتَجَاوَزْ يَا رَبِّ عَنْ قَبِيحِ مَا عِنْدَنَا بِجَمِيلِ مَا عِنْدَكَ وَ أَيُّ جَهْلٍ يَا رَبِّ لا يَسَعُهُ جُودُكَ أَوْ أَيُّ زَمَانٍ أَطْوَلُ مِنْ أَنَاتِكَ وَ مَا قَدْرُ أَعْمَالِنَا فِي جَنْبِ نِعَمِكَ وَ كَيْفَ نَسْتَكْثِرُ أَعْمَالا نُقَابِلُ بِهَا كَرَمَكَ [كَرَامَتَكَ‏] بَلْ كَيْفَ يَضِيقُ عَلَى الْمُذْنِبِينَ مَا وَسِعَهُمْ مِنْ رَحْمَتِكَ يَا وَاسِعَ الْمَغْفِرَةِ يَا بَاسِطَ الْيَدَيْنِ بِالرَّحْمَةِ فَوَ عِزَّتِكَ يَا سَيِّدِي لَوْ نَهَرْتَنِي [انْتَهَرْتَنِي‏] مَا بَرِحْتُ مِنْ بَابِكَ وَ لا كَفَفْتُ عَنْ تَمَلُّقِكَ لِمَا انْتَهَى إِلَيَّ مِنَ الْمَعْرِفَةِ بِجُودِكَ وَ كَرَمِكَ وَ أَنْتَ الْفَاعِلُ لِمَا تَشَاءُ تُعَذِّبُ مَنْ تَشَاءُ بِمَا تَشَاءُ كَيْفَ تَشَاءُ وَ تَرْحَمُ مَنْ تَشَاءُ بِمَا تَشَاءُ كَيْفَ تَشَاءُ لا تُسْأَلُ عَنْ فِعْلِكَ وَ لا تُنَازَعُ فِي مُلْكِكَ وَ لا تُشَارَكُ فِي أَمْرِكَ، 


وَ لا تُضَادُّ فِي حُكْمِكَ وَ لا يَعْتَرِضُ عَلَيْكَ أَحَدٌ فِي تَدْبِيرِكَ لَكَ الْخَلْقُ وَ الْأَمْرُ تَبَارَكَ اللَّهُ رَبُّ الْعَالَمِينَ يَا رَبِّ هَذَا مَقَامُ مَنْ لاذَ بِكَ وَ اسْتَجَارَ بِكَرَمِكَ وَ أَلِفَ إِحْسَانَكَ وَ نِعَمَكَ وَ أَنْتَ الْجَوَادُ الَّذِي لا يَضِيقُ عَفْوُكَ وَ لا يَنْقُصُ فَضْلُكَ وَ لا تَقِلُّ رَحْمَتُكَ وَ قَدْ تَوَثَّقْنَا مِنْكَ بِالصَّفْحِ الْقَدِيمِ وَ الْفَضْلِ الْعَظِيمِ، 


وَ الرَّحْمَةِ الْوَاسِعَةِ أَ فَتَرَاكَ [تُرَاكَ‏] يَا رَبِّ تُخْلِفُ ظُنُونَنَا أَوْ تُخَيِّبُ آمَالَنَا كَلا يَا كَرِيمُ فَلَيْسَ هَذَا ظَنَّنَا بِكَ وَ لا هَذَا فِيكَ طَمَعَنَا يَا رَبِّ إِنَّ لَنَا فِيكَ أَمَلا طَوِيلا كَثِيرا إِنَّ لَنَا فِيكَ رَجَاءً عَظِيما عَصَيْنَاكَ وَ نَحْنُ نَرْجُو أَنْ تَسْتُرَ عَلَيْنَا وَ دَعَوْنَاكَ وَ نَحْنُ نَرْجُو أَنْ تَسْتَجِيبَ لَنَا فَحَقِّقْ رَجَاءَنَا مَوْلانَا فَقَدْ عَلِمْنَا مَا نَسْتَوْجِبُ بِأَعْمَالِنَا وَ لَكِنْ عِلْمُكَ فِينَا وَ عِلْمُنَا بِأَنَّكَ لا تَصْرِفُنَا عَنْكَ وَ إِنْ كُنَّا غَيْرَ مُسْتَوْجِبِينَ لِرَحْمَتِكَ فَأَنْتَ أَهْلٌ أَنْ تَجُودَ عَلَيْنَا وَ عَلَى الْمُذْنِبِينَ بِفَضْلِ سَعَتِكَ ، 


فَامْنُنْ عَلَيْنَا بِمَا أَنْتَ أَهْلُهُ وَ جُدْ عَلَيْنَا فَإِنَّا مُحْتَاجُونَ إِلَى نَيْلِكَ يَا غَفَّارُ بِنُورِكَ اهْتَدَيْنَا وَ بِفَضْلِكَ اسْتَغْنَيْنَا وَ بِنِعْمَتِكَ [فِي نِعَمِكَ‏] أَصْبَحْنَا وَ أَمْسَيْنَا ذُنُوبُنَا بَيْنَ يَدَيْكَ نَسْتَغْفِرُكَ اللَّهُمَّ مِنْهَا وَ نَتُوبُ إِلَيْكَ تَتَحَبَّبُ إِلَيْنَا بِالنِّعَمِ وَ نُعَارِضُكَ بِالذُّنُوبِ خَيْرُكَ إِلَيْنَا نَازِلٌ وَ شَرُّنَا إِلَيْكَ صَاعِدٌ وَ لَمْ يَزَلْ وَ لا يَزَالُ مَلَكٌ كَرِيمٌ يَأْتِيكَ [عَنَّا] بِعَمَلٍ قَبِيحٍ فَلا يَمْنَعُكَ ذَلِكَ مِنْ أَنْ تَحُوطَنَا بِنِعَمِكَ وَ تَتَفَضَّلَ عَلَيْنَا بِآلائِكَ فَسُبْحَانَكَ مَا أَحْلَمَكَ وَ أَعْظَمَكَ وَ أَكْرَمَكَ، 


مُبْدِئا وَ مُعِيدا تَقَدَّسَتْ أَسْمَاؤُكَ وَ جَلَّ ثَنَاؤُكَ وَ كَرُمَ صَنَائِعُكَ وَ فِعَالُكَ أَنْتَ إِلَهِي أَوْسَعُ فَضْلا وَ أَعْظَمُ حِلْما مِنْ أَنْ تُقَايِسَنِي بِفِعْلِي وَ خَطِيئَتِي فَالْعَفْوَ الْعَفْوَ الْعَفْوَ سَيِّدِي سَيِّدِي سَيِّدِي. 


اللَّهُمَّ اشْغَلْنَا بِذِكْرِكَ وَ أَعِذْنَا مِنْ سَخَطِكَ وَ أَجِرْنَا مِنْ عَذَابِكَ وَ ارْزُقْنَا مِنْ مَوَاهِبِكَ وَ أَنْعِمْ عَلَيْنَا مِنْ فَضْلِكَ وَ ارْزُقْنَا حَجَّ بَيْتِكَ وَ زِيَارَةَ قَبْرِ نَبِيِّكَ صَلَوَاتُكَ وَ رَحْمَتُكَ وَ مَغْفِرَتُكَ وَ رِضْوَانُكَ عَلَيْهِ وَ عَلَى أَهْلِ بَيْتِهِ إِنَّكَ قَرِيبٌ مُجِيبٌ وَ ارْزُقْنَا عَمَلا بِطَاعَتِكَ وَ تَوَفَّنَا عَلَى مِلَّتِكَ وَ سُنَّةِ نَبِيِّكَ صَلَّى اللَّهُ عَلَيْهِ وَ آلِهِ اللَّهُمَّ اغْفِرْ لِي وَ لِوَالِدَيَّ وَ ارْحَمْهُمَا كَمَا رَبَّيَانِي صَغِيرا اجْزِهِمَا بِالْإِحْسَانِ إِحْسَانا وَ بِالسَّيِّئَاتِ غُفْرَانا ، 


اللَّهُمَّ اغْفِرْ لِلْمُؤْمِنِينَ وَ الْمُؤْمِنَاتِ الْأَحْيَاءِ مِنْهُمْ وَ الْأَمْوَاتِ وَ تَابِعْ بَيْنَنَا وَ بَيْنَهُمْ بِالْخَيْرَاتِ [فِي الْخَيْرَاتِ‏] اللَّهُمَّ اغْفِرْ لِحَيِّنَا وَ مَيِّتِنَا وَ شَاهِدِنَا وَ غَائِبِنَا ذَكَرِنَا وَ أُنْثَانَا [إِنَاثِنَا] صَغِيرِنَا وَ كَبِيرِنَا حُرِّنَا وَ مَمْلُوكِنَا كَذَبَ الْعَادِلُونَ بِاللَّهِ وَ ضَلُّوا ضَلالا بَعِيدا وَ خَسِرُوا خُسْرَانا مُبِينا اللَّهُمَّ صَلِّ عَلَى مُحَمَّدٍ وَ آلِ مُحَمَّدٍ وَ اخْتِمْ لِي بِخَيْرٍ وَ اكْفِنِي مَا أَهَمَّنِي مِنْ أَمْرِ دُنْيَايَ وَ آخِرَتِي وَ لا تُسَلِّطْ عَلَيَّ مَنْ لا يَرْحَمُنِي وَ اجْعَلْ عَلَيَّ مِنْكَ وَاقِيَةً بَاقِيَةً، 


وَ لا تَسْلُبْنِي صَالِحَ مَا أَنْعَمْتَ بِهِ عَلَيَّ وَ ارْزُقْنِي مِنْ فَضْلِكَ رِزْقا وَاسِعا حَلالا طَيِّبا اللَّهُمَّ احْرُسْنِي بِحَرَاسَتِكَ وَ احْفَظْنِي بِحِفْظِكَ وَ اكْلَأْنِي بِكِلاءَتِكَ وَ ارْزُقْنِي حِجَّ بَيْتِكَ الْحَرَامِ فِي عَامِنَا هَذَا وَ فِي كُلِّ عَامٍ وَ زِيَارَةَ قَبْرِ نَبِيِّكَ وَ الْأَئِمَّةِ عَلَيْهِمُ السَّلامُ وَ لا تُخْلِنِي يَا رَبِّ مِنْ تِلْكَ الْمَشَاهِدِ الشَّرِيفَةِ وَ الْمَوَاقِفِ الْكَرِيمَةِ. 


اللَّهُمَّ تُبْ عَلَيَّ حَتَّى لا أَعْصِيَكَ وَ أَلْهِمْنِي الْخَيْرَ وَ الْعَمَلَ بِهِ وَ خَشْيَتَكَ بِاللَّيْلِ وَ النَّهَارِ مَا أَبْقَيْتَنِي يَا رَبَّ الْعَالَمِينَ اللَّهُمَّ إِنِّي كُلَّمَا قُلْتُ قَدْ تَهَيَّأْتُ وَ تَعَبَّأْتُ [تَعَبَّيْتُ‏] وَ قُمْتُ لِلصَّلاةِ بَيْنَ يَدَيْكَ وَ نَاجَيْتُكَ أَلْقَيْتَ عَلَيَّ نُعَاسا إِذَا أَنَا صَلَّيْتُ وَ سَلَبْتَنِي مُنَاجَاتَكَ إِذَا أَنَا نَاجَيْتُ مَا لِي كُلَّمَا قُلْتُ قَدْ صَلَحَتْ سَرِيرَتِي وَ قَرُبَ مِنْ مَجَالِسِ التَّوَّابِينَ مَجْلِسِي عَرَضَتْ لِي بَلِيَّةٌ أَزَالَتْ قَدَمِي وَ حَالَتْ بَيْنِي وَ بَيْنَ خِدْمَتِكَ 


سَيِّدِي لَعَلَّكَ عَنْ بَابِكَ طَرَدْتَنِي وَ عَنْ خِدْمَتِكَ نَحَّيْتَنِي أَوْ لَعَلَّكَ رَأَيْتَنِي مُسْتَخِفّا بِحَقِّكَ فَأَقْصَيْتَنِي أَوْ لَعَلَّكَ رَأَيْتَنِي مُعْرِضا عَنْكَ فَقَلَيْتَنِي أَوْ لَعَلَّكَ وَجَدْتَنِي فِي مَقَامِ الْكَاذِبِينَ [الْكَذَّابِينَ‏] فَرَفَضْتَنِي أَوْ لَعَلَّكَ رَأَيْتَنِي غَيْرَ شَاكِرٍ لِنَعْمَائِكَ فَحَرَمْتَنِي أَوْ لَعَلَّكَ فَقَدْتَنِي مِنْ مَجَالِسِ الْعُلَمَاءِ فَخَذَلْتَنِي أَوْ لَعَلَّكَ رَأَيْتَنِي فِي الْغَافِلِينَ فَمِنْ رَحْمَتِكَ آيَسْتَنِي أَوْ لَعَلَّكَ رَأَيْتَنِي آلِفَ مَجَالِسِ الْبَطَّالِينَ فَبَيْنِي وَ بَيْنَهُمْ خَلَّيْتَنِي أَوْ لَعَلَّكَ لَمْ تُحِبَّ أَنْ تَسْمَعَ دُعَائِي فَبَاعَدْتَنِي أَوْ لَعَلَّكَ بِجُرْمِي وَ جَرِيرَتِي كَافَيْتَنِي، 


أَوْ لَعَلَّكَ بِقِلَّةِ حَيَائِي مِنْكَ جَازَيْتَنِي فَإِنْ عَفَوْتَ يَا رَبِّ فَطَالَمَا عَفَوْتَ عَنِ الْمُذْنِبِينَ قَبْلِي لِأَنَّ كَرَمَكَ أَيْ رَبِّ يَجِلُّ عَنْ مُكَافَاةِ الْمُقَصِّرِينَ وَ أَنَا عَائِذٌ بِفَضْلِكَ هَارِبٌ مِنْكَ إِلَيْكَ مُتَنَجِّزٌ [مُنْتَجِزٌ] مَا وَعَدْتَ مِنَ الصَّفْحِ عَمَّنْ أَحْسَنَ بِكَ ظَنّا إِلَهِي أَنْتَ أَوْسَعُ فَضْلا وَ أَعْظَمُ حِلْما مِنْ أَنْ تُقَايِسَنِي بِعَمَلِي أَوْ أَنْ تَسْتَزِلَّنِي بِخَطِيئَتِي وَ مَا أَنَا يَا سَيِّدِي وَ مَا خَطَرِي هَبْنِي بِفَضْلِكَ سَيِّدِي ، 


وَ تَصَدَّقْ عَلَيَّ بِعَفْوِكَ وَ جَلِّلْنِي بِسَتْرِكَ وَ اعْفُ عَنْ تَوْبِيخِي بِكَرَمِ وَجْهِكَ سَيِّدِي أَنَا الصَّغِيرُ الَّذِي رَبَّيْتَهُ وَ أَنَا الْجَاهِلُ الَّذِي عَلَّمْتَهُ وَ أَنَا الضَّالُّ الَّذِي هَدَيْتَهُ وَ أَنَا الْوَضِيعُ الَّذِي رَفَعْتَهُ وَ أَنَا الْخَائِفُ الَّذِي آمَنْتَهُ وَ الْجَائِعُ الَّذِي أَشْبَعْتَهُ وَ الْعَطْشَانُ الَّذِي أَرْوَيْتَهُ وَ الْعَارِي الَّذِي كَسَوْتَهُ وَ الْفَقِيرُ الَّذِي أَغْنَيْتَهُ وَ الضَّعِيفُ الَّذِي قَوَّيْتَهُ وَ الذَّلِيلُ الَّذِي أَعْزَزْتَهُ، 


وَ السَّقِيمُ الَّذِي شَفَيْتَهُ وَ السَّائِلُ الَّذِي أَعْطَيْتَهُ وَ الْمُذْنِبُ الَّذِي سَتَرْتَهُ وَ الْخَاطِئُ الَّذِي أَقَلْتَهُ وَ أَنَا الْقَلِيلُ الَّذِي كَثَّرْتَهُ وَ الْمُسْتَضْعَفُ الَّذِي نَصَرْتَهُ وَ أَنَا الطَّرِيدُ الَّذِي آوَيْتَهُ أَنَا يَا رَبِّ الَّذِي لَمْ أَسْتَحْيِكَ فِي الْخَلاءِ وَ لَمْ أُرَاقِبْكَ فِي الْمَلَإِ أَنَا صَاحِبُ الدَّوَاهِي الْعُظْمَى أَنَا الَّذِي عَلَى سَيِّدِهِ اجْتَرَى أَنَا الَّذِي عَصَيْتُ جَبَّارَ السَّمَاءِ أَنَا الَّذِي أَعْطَيْتُ عَلَى مَعَاصِي الْجَلِيلِ الرُّشَا أَنَا الَّذِي حِينَ بُشِّرْتُ بِهَا خَرَجْتُ إِلَيْهَا أَسْعَى أَنَا الَّذِي أَمْهَلْتَنِي فَمَا ارْعَوَيْتُ وَ سَتَرْتَ عَلَيَّ فَمَا اسْتَحْيَيْتُ وَ عَمِلْتُ بِالْمَعَاصِي فَتَعَدَّيْتُ 


وَ أَسْقَطْتَنِي مِنْ عَيْنِكَ [عِنْدِكَ‏] فَمَا بَالَيْتُ فَبِحِلْمِكَ أَمْهَلْتَنِي وَ بِسِتْرِكَ سَتَرْتَنِي حَتَّى كَأَنَّكَ أَغْفَلْتَنِي وَ مِنْ عُقُوبَاتِ الْمَعَاصِي جَنَّبْتَنِي حَتَّى كَأَنَّكَ اسْتَحْيَيْتَنِي إِلَهِي لَمْ أَعْصِكَ حِينَ عَصَيْتُكَ وَ أَنَا بِرُبُوبِيَّتِكَ جَاحِدٌ وَ لا بِأَمْرِكَ مُسْتَخِفٌّ وَ لا لِعُقُوبَتِكَ مُتَعَرِّضٌ وَ لا لِوَعِيدِكَ مُتَهَاوِنٌ لَكِنْ خَطِيئَةٌ عَرَضَتْ وَ سَوَّلَتْ لِي نَفْسِي وَ غَلَبَنِي هَوَايَ وَ أَعَانَنِي عَلَيْهَا شِقْوَتِي وَ غَرَّنِي سِتْرُكَ الْمُرْخَى عَلَيَّ فَقَدْ عَصَيْتُكَ وَ خَالَفْتُكَ بِجُهْدِي فَالْآنَ مِنْ عَذَابِكَ مَنْ يَسْتَنْقِذُنِي وَ مِنْ أَيْدِي الْخُصَمَاءِ غَدا مَنْ يُخَلِّصُنِي، 


وَ بِحَبْلِ مَنْ أَتَّصِلُ إِنْ أَنْتَ قَطَعْتَ حَبْلَكَ عَنِّي فَوَا سَوْأَتَا [أَسَفَا] عَلَى مَا أَحْصَى كِتَابُكَ مِنْ عَمَلِيَ الَّذِي لَوْ لا مَا أَرْجُو مِنْ كَرَمِكَ وَ سَعَةِ رَحْمَتِكَ وَ نَهْيِكَ إِيَّايَ عَنِ الْقُنُوطِ لَقَنَطْتُ عِنْدَ مَا أَتَذَكَّرُهَا يَا خَيْرَ مَنْ دَعَاهُ دَاعٍ وَ أَفْضَلَ مَنْ رَجَاهُ رَاجٍ اللَّهُمَّ بِذِمَّةِ الْإِسْلامِ أَتَوَسَّلُ إِلَيْكَ وَ بِحُرْمَةِ الْقُرْآنِ أَعْتَمِدُ إِلَيْكَ وَ بِحُبِّي النَّبِيَّ االْأُمِّيَّ الْقُرَشِيَّ الْهَاشِمِيَّ الْعَرَبِيَّ التِّهَامِيَّ الْمَكِّيَّ الْمَدَنِيَّ أَرْجُو الزُّلْفَةَ لَدَيْكَ فَلا تُوحِشْ اسْتِينَاسَ إِيمَانِي، 


وَ لا تَجْعَلْ ثَوَابِي ثَوَابَ مَنْ عَبَدَ سِوَاكَ فَإِنَّ قَوْما آمَنُوا بِأَلْسِنَتِهِمْ لِيَحْقِنُوا بِهِ دِمَاءَهُمْ فَأَدْرَكُوا مَا أَمَّلُوا وَ إِنَّا آمَنَّا بِكَ بِأَلْسِنَتِنَا وَ قُلُوبِنَا لِتَعْفُوَ عَنَّا فَأَدْرِكْنَا [فَأَدْرِكْ بِنَا] مَا أَمَّلْنَا وَ ثَبِّتْ رَجَاءَكَ فِي صُدُورِنَا وَ لا تُزِغْ قُلُوبَنَا بَعْدَ إِذْ هَدَيْتَنَا وَ هَبْ لَنَا مِنْ لَدُنْكَ رَحْمَةً إِنَّكَ أَنْتَ الْوَهَّابُ فَوَ عِزَّتِكَ لَوِ انْتَهَرْتَنِي مَا بَرِحْتُ مِنْ بَابِكَ وَ لا كَفَفْتُ عَنْ تَمَلُّقِكَ لِمَا أُلْهِمَ قَلْبِي [يَا سَيِّدِي‏] مِنَ الْمَعْرِفَةِ بِكَرَمِكَ وَ سَعَةِ رَحْمَتِكَ إِلَى مَنْ يَذْهَبُ الْعَبْدُ إِلا إِلَى مَوْلاهُ وَ إِلَى مَنْ يَلْتَجِئُ الْمَخْلُوقُ إِلا إِلَى خَالِقِهِ. 


إِلَهِي لَوْ قَرَنْتَنِي بِالْأَصْفَادِ وَ مَنَعْتَنِي سَيْبَكَ مِنْ بَيْنِ الْأَشْهَادِ وَ دَلَلْتَ عَلَى فَضَائِحِي عُيُونَ الْعِبَادِ وَ أَمَرْتَ بِي إِلَى النَّارِ وَ حُلْتَ بَيْنِي وَ بَيْنَ الْأَبْرَارِ مَا قَطَعْتُ رَجَائِي مِنْكَ وَ مَا صَرَفْتُ تَأْمِيلِي لِلْعَفْوِ عَنْكَ وَ لا خَرَجَ حُبُّكَ مِنْ قَلْبِي أَنَا لا أَنْسَى أَيَادِيَكَ عِنْدِي وَ سَتْرَكَ عَلَيَّ فِي دَارِ الدُّنْيَا سَيِّدِي أَخْرِجْ حُبَّ الدُّنْيَا مِنْ قَلْبِي وَ اجْمَعْ بَيْنِي وَ بَيْنَ الْمُصْطَفَى وَ آلِهِ خِيَرَتِكَ مِنْ خَلْقِكَ وَ خَاتَمِ النَّبِيِّينَ مُحَمَّدٍ صَلَّى اللَّهُ عَلَيْهِ وَ آلِهِ. 


وَ انْقُلْنِي إِلَى دَرَجَةِ التَّوْبَةِ إِلَيْكَ وَ أَعِنِّي بِالْبُكَاءِ عَلَى نَفْسِي فَقَدْ أَفْنَيْتُ بِالتَّسْوِيفِ وَ الْآمَالِ عُمُرِي وَ قَدْ نَزَلْتُ مَنْزِلَةَ الْآيِسِينَ مِنْ خَيْرِي [حَيَاتِي‏] فَمَنْ يَكُونُ أَسْوَأَ حَالا مِنِّي إِنْ أَنَا نُقِلْتُ عَلَى مِثْلِ حَالِي إِلَى قَبْرِي [قَبْرٍ] لَمْ أُمَهِّدْهُ لِرَقْدَتِي وَ لَمْ أَفْرُشْهُ بِالْعَمَلِ الصَّالِحِ لِضَجْعَتِي وَ مَا لِي لا أَبْكِي وَ لا أَدْرِي إِلَى مَا يَكُونُ مَصِيرِي وَ أَرَى نَفْسِي تُخَادِعُنِي وَ أَيَّامِي تُخَاتِلُنِي وَ قَدْ خَفَقَتْ عِنْدَ [فَوْقَ‏] رَأْسِي أَجْنِحَةُ الْمَوْتِ فَمَا لِي لا أَبْكِي أَبْكِي لِخُرُوجِ نَفْسِي أَبْكِي لِظُلْمَةِ قَبْرِي أَبْكِي لِضِيقِ لَحْدِي أَبْكِي لِسُؤَالِ مُنْكَرٍ وَ نَكِيرٍ إِيَّايَ، 


أَبْكِي لِخُرُوجِي مِنْ قَبْرِي عُرْيَانا ذَلِيلا حَامِلا ثِقْلِي عَلَى ظَهْرِي أَنْظُرُ مَرَّةً عَنْ يَمِينِي وَ أُخْرَى عَنْ شِمَالِي إِذِ الْخَلائِقُ فِي شَأْنٍ غَيْرِ شَأْنِي لِكُلِّ امْرِئٍ مِنْهُمْ يَوْمَئِذٍ شَأْنٌ يُغْنِيهِ وُجُوهٌ يَوْمَئِذٍ مُسْفِرَةٌ ضَاحِكَةٌ مُسْتَبْشِرَةٌ وَ وُجُوهٌ يَوْمَئِذٍ عَلَيْهَا غَبَرَةٌ تَرْهَقُهَا قَتَرَةٌ وَ ذِلَّةٌ سَيِّدِي عَلَيْكَ مُعَوَّلِي وَ مُعْتَمَدِي وَ رَجَائِي وَ تَوَكُّلِي وَ بِرَحْمَتِكَ تَعَلُّقِي تُصِيبُ بِرَحْمَتِكَ مَنْ تَشَاءُ وَ تَهْدِي بِكَرَامَتِكَ مَنْ تُحِبُّ فَلَكَ الْحَمْدُ عَلَى مَا نَقَّيْتَ مِنَ الشِّرْكِ قَلْبِي وَ لَكَ الْحَمْدُ عَلَى بَسْطِ لِسَانِي أَ فَبِلِسَانِي هَذَا الْكَالِّ أَشْكُرُكَ، 


أَمْ بِغَايَةِ جُهْدِي [جَهْدِي‏] فِي عَمَلِي أُرْضِيكَ وَ مَا قَدْرُ لِسَانِي يَا رَبِّ فِي جَنْبِ شُكْرِكَ وَ مَا قَدْرُ عَمَلِي فِي جَنْبِ نِعَمِكَ وَ إِحْسَانِكَ [إِلَيَ‏] إِلَهِي إِنَّ [إِلا أَنَ‏] جُودَكَ بَسَطَ أَمَلِي وَ شُكْرَكَ قَبِلَ عَمَلِي سَيِّدِي إِلَيْكَ رَغْبَتِي وَ إِلَيْكَ [مِنْكَ‏] رَهْبَتِي وَ إِلَيْكَ تَأْمِيلِي وَ قَدْ سَاقَنِي إِلَيْكَ أَمَلِي وَ عَلَيْكَ [إِلَيْكَ‏] يَا وَاحِدِي عَكَفَتْ [عَلِقَتْ‏] هِمَّتِي وَ فِيمَا عِنْدَكَ انْبَسَطَتْ رَغْبَتِي وَ لَكَ خَالِصُ رَجَائِي وَ خَوْفِي وَ بِكَ أَنِسَتْ مَحَبَّتِي وَ إِلَيْكَ أَلْقَيْتُ بِيَدِي وَ بِحَبْلِ طَاعَتِكَ مَدَدْتُ رَهْبَتِي [يَا] مَوْلايَ بِذِكْرِكَ عَاشَ قَلْبِي وَ بِمُنَاجَاتِكَ بَرَّدْتُ أَلَمَ الْخَوْفِ عَنِّي فَيَا مَوْلايَ وَ يَا مُؤَمَّلِي وَ يَا مُنْتَهَى سُؤْلِي فَرِّقْ بَيْنِي وَ بَيْنَ ذَنْبِيَ الْمَانِعِ لِي مِنْ لُزُومِ طَاعَتِكَ فَإِنَّمَا أَسْأَلُكَ لِقَدِيمِ الرَّجَاءِ فِيكَ وَ عَظِيمِ الطَّمَعِ مِنْكَ الَّذِي أَوْجَبْتَهُ عَلَى نَفْسِكَ مِنَ الرَّأْفَةِ وَ الرَّحْمَةِ فَالْأَمْرُ لَكَ وَحْدَكَ لا شَرِيكَ لَكَ 


وَ الْخَلْقُ كُلُّهُمْ عِيَالُكَ وَ فِي قَبْضَتِكَ وَ كُلُّ شَيْ‏ءٍ خَاضِعٌ لَكَ تَبَارَكْتَ يَا رَبَّ الْعَالَمِينَ إِلَهِي ارْحَمْنِي إِذَا انْقَطَعَتْ حُجَّتِي وَ كَلَّ عَنْ جَوَابِكَ لِسَانِي وَ طَاشَ عِنْدَ سُؤَالِكَ إِيَّايَ لُبِّي فَيَا عَظِيمَ رَجَائِي لا تُخَيِّبْنِي إِذَا اشْتَدَّتْ فَاقَتِي وَ لا تَرُدَّنِي لِجَهْلِي وَ لا تَمْنَعْنِي لِقِلَّةِ صَبْرِي أَعْطِنِي لِفَقْرِي وَ ارْحَمْنِي لِضَعْفِي سَيِّدِي عَلَيْكَ مُعْتَمَدِي وَ مُعَوَّلِي وَ رَجَائِي وَ تَوَكُّلِي وَ بِرَحْمَتِكَ تَعَلُّقِي وَ بِفِنَائِكَ أَحُطُّ رَحْلِي وَ بِجُودِكَ أَقْصِدُ [أَقْصُرُ] طَلِبَتِي وَ بِكَرَمِكَ أَيْ رَبِّ أَسْتَفْتِحُ دُعَائِي وَ لَدَيْكَ أَرْجُو فَاقَتِي [ضِيَافَتِي‏] وَ بِغِنَاكَ أَجْبُرُ عَيْلَتِي وَ تَحْتَ ظِلِّ عَفْوِكَ قِيَامِي وَ إِلَى جُودِكَ وَ كَرَمِكَ أَرْفَعُ بَصَرِي وَ إِلَى مَعْرُوفِكَ أُدِيمُ نَظَرِي، 


فَلا تُحْرِقْنِي بِالنَّارِ وَ أَنْتَ مَوْضِعُ أَمَلِي وَ لا تُسْكِنِّي الْهَاوِيَةَ فَإِنَّكَ قُرَّةُ عَيْنِي يَا سَيِّدِي لا تُكَذِّبْ ظَنِّي بِإِحْسَانِكَ وَ مَعْرُوفِكَ فَإِنَّكَ ثِقَتِي وَ لا تَحْرِمْنِي ثَوَابَكَ فَإِنَّكَ الْعَارِفُ بِفَقْرِي إِلَهِي إِنْ كَانَ قَدْ دَنَا أَجَلِي وَ لَمْ يُقَرِّبْنِي مِنْكَ عَمَلِي فَقَدْ جَعَلْتُ الاعْتِرَافَ إِلَيْكَ بِذَنْبِي وَسَائِلَ عِلَلِي إِلَهِي إِنْ عَفَوْتَ فَمَنْ أَوْلَى مِنْكَ بِالْعَفْوِ وَ إِنْ عَذَّبْتَ فَمَنْ أَعْدَلُ مِنْكَ فِي الْحُكْمِ ارْحَمْ فِي هَذِهِ الدُّنْيَا غُرْبَتِي وَ عِنْدَ الْمَوْتِ كُرْبَتِي وَ فِي الْقَبْرِ وَحْدَتِي وَ فِي اللَّحْدِ وَحْشَتِي وَ إِذَا نُشِرْتُ لِلْحِسَابِ بَيْنَ يَدَيْكَ ذُلَّ مَوْقِفِي وَ اغْفِرْ لِي مَا خَفِيَ عَلَى الْآدَمِيِّينَ مِنْ عَمَلِي، 


وَ أَدِمْ لِي مَا بِهِ سَتَرْتَنِي وَ ارْحَمْنِي صَرِيعا عَلَى الْفِرَاشِ تُقَلِّبُنِي أَيْدِي أَحِبَّتِي وَ تَفَضَّلْ عَلَيَّ مَمْدُودا عَلَى الْمُغْتَسَلِ يُقَلِّبُنِي [يُغَسِّلُنِي‏] صَالِحُ جِيرَتِي وَ تَحَنَّنْ عَلَيَّ مَحْمُولا قَدْ تَنَاوَلَ الْأَقْرِبَاءُ أَطْرَافَ جَنَازَتِي وَ جُدْ عَلَيَّ مَنْقُولا قَدْ نَزَلْتُ بِكَ وَحِيدا فِي حُفْرَتِي وَ ارْحَمْ فِي ذَلِكَ الْبَيْتِ الْجَدِيدِ غُرْبَتِي حَتَّى لا أَسْتَأْنِسَ بِغَيْرِكَ يَا سَيِّدِي إِنْ وَكَلْتَنِي إِلَى نَفْسِي هَلَكْتُ، 


سَيِّدِي فَبِمَنْ أَسْتَغِيثُ إِنْ لَمْ تُقِلْنِي عَثْرَتِي فَإِلَى مَنْ أَفْزَعُ إِنْ فَقَدْتُ عِنَايَتَكَ فِي ضَجْعَتِي وَ إِلَى مَنْ أَلْتَجِئُ إِنْ لَمْ تُنَفِّسْ كُرْبَتِي سَيِّدِي مَنْ لِي وَ مَنْ يَرْحَمُنِي إِنْ لَمْ تَرْحَمْنِي وَ فَضْلَ مَنْ أُؤَمِّلُ إِنْ عَدِمْتُ فَضْلَكَ يَوْمَ فَاقَتِي وَ إِلَى مَنِ الْفِرَارُ مِنَ الذُّنُوبِ إِذَا انْقَضَى أَجَلِي سَيِّدِي لا تُعَذِّبْنِي وَ أَنَا أَرْجُوكَ إِلَهِي [اللَّهُمَ‏] حَقِّقْ رَجَائِي وَ آمِنْ خَوْفِي فَإِنَّ كَثْرَةَ ذُنُوبِي لا أَرْجُو فِيهَا [لَهَا] إِلا عَفْوَكَ سَيِّدِي أَنَا أَسْأَلُكَ مَا لا أَسْتَحِقُّ وَ أَنْتَ أَهْلُ التَّقْوَى وَ أَهْلُ الْمَغْفِرَةِ فَاغْفِرْ لِي وَ أَلْبِسْنِي مِنْ نَظَرِكَ ثَوْبا يُغَطِّي عَلَيَّ التَّبِعَاتِ وَ تَغْفِرُهَا لِي وَ لا أُطَالَبُ بِهَا إِنَّكَ ذُو مَنٍّ قَدِيمٍ وَ صَفْحٍ عَظِيمٍ وَ تَجَاوُزٍ كَرِيمٍ. 


إِلَهِي أَنْتَ الَّذِي تُفِيضُ سَيْبَكَ عَلَى مَنْ لا يَسْأَلُكَ وَ عَلَى الْجَاحِدِينَ بِرُبُوبِيَّتِكَ فَكَيْفَ سَيِّدِي بِمَنْ سَأَلَكَ وَ أَيْقَنَ أَنَّ الْخَلْقَ لَكَ وَ الْأَمْرَ إِلَيْكَ تَبَارَكْتَ وَ تَعَالَيْتَ يَا رَبَّ الْعَالَمِينَ سَيِّدِي عَبْدُكَ بِبَابِكَ أَقَامَتْهُ الْخَصَاصَةُ بَيْنَ يَدَيْكَ يَقْرَعُ بَابَ إِحْسَانِكَ بِدُعَائِهِ [وَ يَسْتَعْطِفُ جَمِيلَ نَظَرِكَ بِمَكْنُونِ رَجَائِكَ‏] فَلا تُعْرِضْ بِوَجْهِكَ الْكَرِيمِ عَنِّي وَ اقْبَلْ مِنِّي مَا أَقُولُ فَقَدْ دَعَوْتُ [دَعْوَتُكَ‏] بِهَذَا الدُّعَاءِ وَ أَنَا أَرْجُو أَنْ لا تَرُدَّنِي مَعْرِفَةً مِنِّي بِرَأْفَتِكَ وَ رَحْمَتِكَ إِلَهِي أَنْتَ الَّذِي لا يُحْفِيكَ سَائِلٌ وَ لا يَنْقُصُكَ نَائِلٌ أَنْتَ كَمَا تَقُولُ وَ فَوْقَ مَا نَقُولُ. 


اللَّهُمَّ إِنِّي أَسْأَلُكَ صَبْرا جَمِيلا وَ فَرَجا قَرِيبا وَ قَوْلا صَادِقا وَ أَجْرا عَظِيما أَسْأَلُكَ يَا رَبِّ مِنَ الْخَيْرِ كُلِّهِ مَا عَلِمْتُ مِنْهُ وَ مَا لَمْ أَعْلَمْ أَسْأَلُكَ اللَّهُمَّ مِنْ خَيْرِ مَا سَأَلَكَ مِنْهُ عِبَادُكَ الصَّالِحُونَ يَا خَيْرَ مَنْ سُئِلَ وَ أَجْوَدَ مَنْ أَعْطَى أَعْطِنِي سُؤْلِي فِي نَفْسِي وَ أَهْلِي وَ وَالِدَيَّ وَ وُلْدِي [وَلَدِي‏] وَ أَهْلِ حُزَانَتِي وَ إِخْوَانِي فِيكَ [وَ] أَرْغِدْ عَيْشِي وَ أَظْهِرْ مُرُوَّتِي وَ أَصْلِحْ جَمِيعَ أَحْوَالِي وَ اجْعَلْنِي مِمَّنْ أَطَلْتَ عُمُرَهُ وَ حَسَّنْتَ عَمَلَهُ وَ أَتْمَمْتَ عَلَيْهِ نِعْمَتَكَ وَ رَضِيتَ عَنْهُ وَ أَحْيَيْتَهُ حَيَاةً طَيِّبَةً فِي أَدْوَمِ السُّرُورِ وَ أَسْبَغِ الْكَرَامَةِ وَ أَتَمِّ الْعَيْشِ 


إِنَّكَ تَفْعَلُ مَا تَشَاءُ وَ لا تَفْعَلُ [يَفْعَلُ‏] مَا يَشَاءُ غَيْرُكَ اللَّهُمَّ خُصَّنِي مِنْكَ بِخَاصَّةِ ذِكْرِكَ وَ لا تَجْعَلْ شَيْئا مِمَّا أَتَقَرَّبُ بِهِ فِي آنَاءِ اللَّيْلِ وَ أَطْرَافِ النَّهَارِ رِيَاءً وَ لا سُمْعَةً وَ لا أَشَرا وَ لا بَطَرا وَ اجْعَلْنِي لَكَ مِنَ الْخَاشِعِينَ اللَّهُمَّ أَعْطِنِي السَّعَةَ فِي الرِّزْقِ وَ الْأَمْنَ فِي الْوَطَنِ وَ قُرَّةَ الْعَيْنِ فِي الْأَهْلِ وَ الْمَالِ وَ الْوَلَدِ وَ الْمُقَامَ فِي نِعَمِكَ عِنْدِي وَ الصِّحَّةَ فِي الْجِسْمِ وَ الْقُوَّةَ فِي الْبَدَنِ وَ السَّلامَةَ فِي الدِّينِ وَ اسْتَعْمِلْنِي بِطَاعَتِكَ وَ طَاعَةِ رَسُولِكَ مُحَمَّدٍ صَلَّى اللَّهُ عَلَيْهِ وَ آلِهِ أَبَدا مَا اسْتَعْمَرْتَنِي وَ اجْعَلْنِي مِنْ أَوْفَرِ عِبَادِكَ عِنْدَكَ نَصِيبا فِي كُلِّ خَيْرٍ أَنْزَلْتَهُ وَ تُنْزِلُهُ فِي شَهْرِ رَمَضَانَ فِي لَيْلَةِ الْقَدْرِ، 


وَ مَا أَنْتَ مُنْزِلُهُ فِي كُلِّ سَنَةٍ مِنْ رَحْمَةٍ تَنْشُرُهَا وَ عَافِيَةٍ تُلْبِسُهَا وَ بَلِيَّةٍ تَدْفَعُهَا وَ حَسَنَاتٍ تَتَقَبَّلُهَا وَ سَيِّئَاتٍ تَتَجَاوَزُ عَنْهَا وَ ارْزُقْنِي حَجَّ بَيْتِكَ الْحَرَامِ فِي عَامِنَا [عَامِي‏] هَذَا وَ فِي كُلِّ عَامٍ وَ ارْزُقْنِي رِزْقا وَاسِعا مِنْ فَضْلِكَ الْوَاسِعِ وَ اصْرِفْ عَنِّي يَا سَيِّدِي الْأَسْوَاءَ وَ اقْضِ عَنِّي الدَّيْنَ وَ الظُّلامَاتِ حَتَّى لا أَتَأَذَّى بِشَيْ‏ءٍ مِنْهُ وَ خُذْ عَنِّي بِأَسْمَاعِ وَ أَبْصَارِ أَعْدَائِي وَ حُسَّادِي وَ الْبَاغِينَ عَلَيَّ وَ انْصُرْنِي عَلَيْهِمْ وَ أَقِرَّ عَيْنِي [وَ حَقِّقْ ظَنِّي‏] وَ فَرِّحْ قَلْبِي، 


وَ اجْعَلْ لِي مِنْ هَمِّي وَ كَرْبِي فَرَجا وَ مَخْرَجا وَ اجْعَلْ مَنْ أَرَادَنِي بِسُوءٍ مِنْ جَمِيعِ خَلْقِكَ تَحْتَ قَدَمَيَّ وَ اكْفِنِي شَرَّ الشَّيْطَانِ وَ شَرَّ السُّلْطَانِ وَ سَيِّئَاتِ عَمَلِي وَ طَهِّرْنِي مِنَ الذُّنُوبِ كُلِّهَا وَ أَجِرْنِي مِنَ النَّارِ بِعَفْوِكَ وَ أَدْخِلْنِي الْجَنَّةَ بِرَحْمَتِكَ وَ زَوِّجْنِي مِنَ الْحُورِ الْعِينِ بِفَضْلِكَ وَ أَلْحِقْنِي بِأَوْلِيَائِكَ الصَّالِحِينَ مُحَمَّدٍ وَ آلِهِ الْأَبْرَارِ الطَّيِّبِينَ الطَّاهِرِينَ الْأَخْيَارِ صَلَوَاتُكَ عَلَيْهِمْ وَ عَلَى أَجْسَادِهِمْ وَ أَرْوَاحِهِمْ وَ رَحْمَةُ اللَّهِ وَ بَرَكَاتُهُ إِلَهِي وَ سَيِّدِي وَ عِزَّتِكَ وَ جَلالِكَ لَئِنْ طَالَبْتَنِي بِذُنُوبِي لَأُطَالِبَنَّكَ بِعَفْوِكَ وَ لَئِنْ طَالَبْتَنِي بِلُؤْمِي لَأُطَالِبَنَّكَ بِكَرَمِكَ، 


وَ لَئِنْ أَدْخَلْتَنِي النَّارَ لَأُخْبِرَنَّ أَهْلَ النَّارِ بِحُبِّي لَكَ إِلَهِي وَ سَيِّدِي إِنْ كُنْتَ لا تَغْفِرُ إِلا لِأَوْلِيَائِكَ وَ أَهْلِ طَاعَتِكَ فَإِلَى مَنْ يَفْزَعُ الْمُذْنِبُونَ وَ إِنْ كُنْتَ لا تُكْرِمُ إِلا أَهْلَ الْوَفَاءِ بِكَ فَبِمَنْ يَسْتَغِيثُ الْمُسِيئُونَ إِلَهِي إِنْ أَدْخَلْتَنِي النَّارَ فَفِي ذَلِكَ سُرُورُ عَدُوِّكَ وَ إِنْ أَدْخَلْتَنِي الْجَنَّةَ فَفِي ذَلِكَ سُرُورُ نَبِيِّكَ وَ أَنَا وَ اللَّهِ أَعْلَمُ أَنَّ سُرُورَ نَبِيِّكَ أَحَبُّ إِلَيْكَ مِنْ سُرُورِ عَدُوِّكَ ، 


اللَّهُمَّ إِنِّي أَسْأَلُكَ أَنْ تَمْلَأَ قَلْبِي حُبّا لَكَ وَ خَشْيَةً مِنْكَ وَ تَصْدِيقا بِكِتَابِكَ وَ إِيمَانا بِكَ وَ فَرَقا مِنْكَ وَ شَوْقا إِلَيْكَ يَا ذَا الْجَلالِ وَ الْإِكْرَامِ حَبِّبْ إِلَيَّ لِقَاءَكَ وَ أَحْبِبْ لِقَائِي وَ اجْعَلْ لِي فِي لِقَائِكَ الرَّاحَةَ وَ الْفَرَجَ وَ الْكَرَامَةَ اللَّهُمَّ أَلْحِقْنِي بِصَالِحِ مَنْ مَضَى وَ اجْعَلْنِي مِنْ صَالِحِ مَنْ بَقِيَ وَ خُذْ بِي سَبِيلَ الصَّالِحِينَ وَ أَعِنِّي عَلَى نَفْسِي بِمَا تُعِينُ بِهِ الصَّالِحِينَ عَلَى أَنْفُسِهِمْ وَ اخْتِمْ عَمَلِي بِأَحْسَنِهِ وَ اجْعَلْ ثَوَابِي مِنْهُ الْجَنَّةَ بِرَحْمَتِكَ وَ أَعِنِّي عَلَى صَالِحِ مَا أَعْطَيْتَنِي وَ ثَبِّتْنِي يَا رَبِّ وَ لا تَرُدَّنِي فِي سُوءٍ اسْتَنْقَذْتَنِي مِنْهُ يَا رَبَّ الْعَالَمِينَ . 


اللَّهُمَّ إِنِّي أَسْأَلُكَ إِيمَانا لا أَجَلَ لَهُ دُونَ لِقَائِكَ أَحْيِنِي مَا أَحْيَيْتَنِي عَلَيْهِ وَ تَوَفَّنِي إِذَا تَوَفَّيْتَنِي عَلَيْهِ وَ ابْعَثْنِي إِذَا بَعَثْتَنِي عَلَيْهِ وَ أَبْرِئْ قَلْبِي مِنَ الرِّيَاءِ وَ الشَّكِّ وَ السُّمْعَةِ فِي دِينِكَ حَتَّى يَكُونَ عَمَلِي خَالِصا لَكَ اللَّهُمَّ أَعْطِنِي بَصِيرَةً فِي دِينِكَ وَ فَهْما فِي حُكْمِكَ وَ فِقْها فِي عِلْمِكَ وَ كِفْلَيْنِ مِنْ رَحْمَتِكَ وَ وَرَعا يَحْجُزُنِي عَنْ مَعَاصِيكَ وَ بَيِّضْ وَجْهِي بِنُورِكَ وَ اجْعَلْ رَغْبَتِي فِيمَا عِنْدَكَ وَ تَوَفَّنِي فِي سَبِيلِكَ وَ عَلَى مِلَّةِ رَسُولِكَ صَلَّى اللَّهُ عَلَيْهِ وَ آلِهِ . 


اللَّهُمَّ إِنِّي أَعُوذُ بِكَ مِنَ الْكَسَلِ وَ الْفَشَلِ وَ الْهَمِّ وَ الْجُبْنِ وَ الْبُخْلِ وَ الْغَفْلَةِ وَ الْقَسْوَةِ [وَ الذِّلَّةِ] وَ الْمَسْكَنَةِ وَ الْفَقْرِ وَ الْفَاقَةِ وَ كُلِّ بَلِيَّةٍ وَ الْفَوَاحِشِ مَا ظَهَرَ مِنْهَا وَ مَا بَطَنَ وَ أَعُوذُ بِكَ مِنْ نَفْسٍ لا تَقْنَعُ وَ بَطْنٍ لا يَشْبَعُ وَ قَلْبٍ لا يَخْشَعُ وَ دُعَاءٍ لا يُسْمَعُ وَ عَمَلٍ لا يَنْفَعُ وَ أَعُوذُ بِكَ يَا رَبِّ عَلَى نَفْسِي وَ دِينِي وَ مَالِي وَ عَلَى جَمِيعِ مَا رَزَقْتَنِي مِنَ الشَّيْطَانِ الرَّجِيمِ إِنَّكَ أَنْتَ السَّمِيعُ الْعَلِيمُ . 


اللَّهُمَّ إِنَّهُ لا يُجِيرُنِي مِنْكَ أَحَدٌ وَ لا أَجِدُ مِنْ دُونِكَ مُلْتَحَدا فَلا تَجْعَلْ نَفْسِي فِي شَيْ‏ءٍ مِنْ عَذَابِكَ وَ لا تَرُدَّنِي بِهَلَكَةٍ وَ لا تَرُدَّنِي بِعَذَابٍ أَلِيمٍ اللَّهُمَّ تَقَبَّلْ مِنِّي وَ أَعْلِ [كَعْبِي وَ] ذِكْرِي وَ ارْفَعْ دَرَجَتِي وَ حُطَّ وِزْرِي وَ لا تَذْكُرْنِي بِخَطِيئَتِي وَ اجْعَلْ ثَوَابَ مَجْلِسِي وَ ثَوَابَ مَنْطِقِي وَ ثَوَابَ دُعَائِي رِضَاكَ وَ الْجَنَّةَ وَ أَعْطِنِي يَا رَبِّ جَمِيعَ مَا سَأَلْتُكَ وَ زِدْنِي مِنْ فَضْلِكَ إِنِّي إِلَيْكَ رَاغِبٌ يَا رَبَّ الْعَالَمِينَ، 


اللَّهُمَّ إِنَّكَ أَنْزَلْتَ فِي كِتَابِكَ [الْعَفْوَ وَ أَمَرْتَنَا] أَنْ نَعْفُوَ عَمَّنْ ظَلَمَنَا وَ قَدْ ظَلَمْنَا أَنْفُسَنَا فَاعْفُ عَنَّا فَإِنَّكَ أَوْلَى بِذَلِكَ مِنَّا وَ أَمَرْتَنَا أَنْ لا نَرُدَّ سَائِلا عَنْ أَبْوَابِنَا وَ قَدْ جِئْتُكَ سَائِلا فَلا تَرُدَّنِي إِلا بِقَضَاءِ حَاجَتِي وَ أَمَرْتَنَا بِالْإِحْسَانِ إِلَى مَا مَلَكَتْ أَيْمَانُنَا وَ نَحْنُ أَرِقَّاؤُكَ فَأَعْتِقْ رِقَابَنَا مِنَ النَّارِ يَا مَفْزَعِي عِنْدَ كُرْبَتِي وَ يَا غَوْثِي عِنْدَ شِدَّتِي إِلَيْكَ فَزِعْتُ وَ بِكَ اسْتَغَثْتُ وَ لُذْتُ لا أَلُوذُ بِسِوَاكَ وَ لا أَطْلُبُ الْفَرَجَ إِلا مِنْكَ فَأَغِثْنِي وَ فَرِّجْ عَنِّي يَا مَنْ يَفُكُّ الْأَسِيرَ [يَقْبَلُ الْيَسِيرَ] وَ يَعْفُو عَنِ الْكَثِيرِ اقْبَلْ مِنِّي الْيَسِيرَ وَ اعْفُ عَنِّي الْكَثِيرَ إِنَّكَ أَنْتَ الرَّحِيمُ الْغَفُورُ اللَّهُمَّ إِنِّي أَسْأَلُكَ إِيمَانا تُبَاشِرُ بِهِ قَلْبِي وَ يَقِينا [صَادِقا] حَتَّى أَعْلَمَ أَنَّهُ لَنْ يُصِيبَنِي إِلا مَا كَتَبْتَ لِي وَ رَضِّنِي مِنَ الْعَيْشِ بِمَا قَسَمْتَ لِي يَا أَرْحَمَ الرَّاحِمِينَ. 

“Allahım; cezalandırarak beni edep eyleme. Kendi başıma bırakarak da tuzağına duçar etme. Ey Rabbim! Nereden bir hayır umarım; oysa senin katından başka kimseden hayır gelmez. Kurtuluşa nasıl erebilirim; oysa, ancak senin lütfünle kurtuluşa erişilir. Ne iyi amel sahibi, senin yardım ve merhametinden gânidir; ne de kötü işler yapıp sana karşı gelen ve senin hoşnutluğunu kazanmayan senin kudret ve tasallutundan çıkabilir.Ey Rabbim, ey Rabbim, ey Rabbim!(bu sözü nefesi kesilinceye kadar tekrarlardı). 

Seni, seninle tanıdım. Sen beni kendine yönelttin ve kendi kapına çağırdın. Eğer senin yardımın olmasaydı, senin kim olduğunu bilemezdim. Hamt (bütün övgüler) Allah’a mahsustur. O Allah’a ki ben O’nu çağırıyorum bana icabet ediyor; oysa O beni çağırdığında ben gevşek davranıyorum. Hamt Allah’a mahsustur; Allah’a ki istediğimi veriyor; oysa benden ödünç isteğince, (kullarına borç vermemi) isteyince cimrilik ediyorum.

Hamt O Allah’a mahsustur ki, istediğim vakit hacetim için O’nu çağırıyorum ve sırrımı bir aracı olmadan O’na açıyorum, O da hacetimi karşılıyor. Hamt O Allah’a mahsustur ki, O’ndan başkasını çağırmam. Eğer O’ndan başkasını çağırsaydım bile bir sonuç vermez. Hamt O Allah’a mahsustur ki, O’ndan başkasına ümit bağlamam; eğer O’ndan başkasına ümit bağlarsam, benim ümidim hiçe çıkar. Hamt Allah’a mahsustur ki, işlerimi O üzerine aldı ve beni onurlandırdı. Beni, halka terk etmeyerek halkın küçümsemesinden kurtardı. Hamt O Allah’a mahsustur ki, benden gani olduğu halde kendisini bana dost kıldı. Hamt O Allah’a mahsustur ki, hiç bir günah işlememişim gibi bana yumuşak davranıyor, Benim nezdimde övgüye en layık olan Rabbimdir ve ben O’na hamt ediyorum.

Allahım; ben, istekleri sana yöneltmenin yolunu açık görüyorum. Sana doğru coşan ümit pınarlarını dolu buluyorum. Sana ümit besleyene yardımın lütfünle hazırdır. Seni çağıranların yüzüne duâ kapıları açıktır. Biliyorum ki, ümit edenlerin hacetini yerine getiren; perişan olanların hallerini gözeten gerçekten de sensin. Ve biliyorum ki senin kerem ve ihsanın için yakarmak, kaza ve kaderine rıza göstermek cimrilerin tutumlarına karşı bana bir mükafattır Ve dünya taliplerinin ellerindekinden ihtiyaçsızlıktır.

Sana doğru hareket edenin mesafesi yakındır. Muhakkak ki, kullarınla aranda bir engel koymamışsın (seni basiret gözüyle müşahede edebilirler). Fakat ne var ki, insanların yaptıkları, onlara bir engel teşkil ediyor. Ben, isteğimi senin kapına getirmişim. Hacetimi sana bildiriyorum; sana sığınıyorum, yakarışımı sana aracı kılıyorum; halbuki, duâmın katında kabul olunmasına ve affına layık değilim. Ama ben, senin keremine güveniyor ve vaadinin doğruluğuyla huzur buluyorum. Birliğine olan imanım, senden başka Rabbim olmadığına dair yakin ve marifetimle sana yöneliyorum. Senden başka tapılacak hiç bir mabut yoktur, birsin ve ortağın yoktur.

Allahım; “Allah’ın fazlından isteyin; Allah daima sizlere karşı şefkatlidir-merhametlidir” diye buyuran sensin. Sözün haktır ve vaadin doğrudur. Ey mevlam, kullarına, senden hacet istemeği emrettiğin halde onları bahşişinden mahrum etmek senin şanından uzaktır. Sen, kullarına sayısız bahşişlerde bulunansın. Kullarına, sürekli şefkatli ve raufsun. Allahım; küçüklüğümde nimetlerinle beni eğiten ve büyüdüğümde, ismimi yücelten sensin. Ey dünyada beni ihsan ve lütfüyle terbiye eden ve ahirette kendi af ve keremine ümitlendiren (Rabbim),Ey Mevlam! Beni sana yönlendiren seni tanımamdır ve sana olan sevgim senin katında şefaatçimdir. Ben kendi kılavuz ve şefaatçimin doğruluğundan eminim.

Ey mevlam! Günahının çokluğundan konuşmayan bir dille seni çağırıyorum. Ey Rabbim! Günahtan dolayı helaka doğru yönelen bir kalple sana niyaz ediyorum. Ey Rabbim! Korku ve ümit içinde seni çağırıyorum.Ey Mevlam! Günahlarıma baktığımda dehşete kapılıyorum, ama, senin keremine baktığımda, umutlanıyorum. Eğer beni affedersen, bu senin merhametlilerin en üstünü olduğun içindir; (rahmetin bunu gerektirir) ve eğer beni cezalandırırsan hakkımda zulmetmiş olmazsın.

Allahım; istemediklerini yapmama rağmen, beni senden hacetimi istemeğe cesaretlendiren senin bahşiş ve keremindir. Günah işlemekten çekinmediğim halde, zor anımda dayanağım senin rahmet ve ra’fetindir. Günahkâr olmama rağmen, benim ümidimi boşa çıkarmayacağını, arzumu gerçekleştireceğini ümit ediyorum. Ümidimi gerçekleştir ve duâmı kabul buyur! Ey dergahına niyazda bulunulanların en hayırlısı ve ey ümit bağlanmaya layık olanların en üstünü!

Ey mevlam! Arzum büyük, amelim ise kötüdür; affından bana, arzumun miktarıca ihsan eyle ve beni kötü amelimden dolayı hesaba çekme; çünkü senin keremin günahkârları cezalandırmaktan daha üstündür. Hilim ve sabrın hata işleyenleri cezalandırmaktan daha büyüktür. Ey mevlam; ben senin büyüklüğüne sığınmaktayım. Gazabından lütfüne koşmaktayım. Affın hususunda iyi kanaate sahip olan hakkında, affın muhakkaktır; Ey Rabbim, ben kimim ki benden intikam alasın? Değerim nedir ki? Büyüklüğünle günahımı affet ve affınla bana lütufta bulun. Ey Rabbim, kötü amelime, perde çek (ört). Zatının yüceliği hürmetine, beni kınamaktan vazgeç.

Eğer bugün senden başkası günahımı bilseydi, o günahı işlemezdim. Eğer günahımdan dolayı hemen azaba uğrayacağımdan korksaydım, o günahtan kaçınırdım. Bu ise senin değersiz ve önemsiz olduğun anlamına gelemez; haşa. Bu tutumum senin kusurları örtenlerin en hayırlısı, hüküm verenlerin en iyisi ve kerem sahiplerinin en üstünü olduğundandır. İnsanların kusurlarını örtensin, günahları affedensin ve mutlak surette gaybı bilensin. İnsanların günahlarını kereminle örtersin ve hilminle cezalarını geciktirirsin. Her şeyi bilmene rağmen hilimli olduğun ve her şeye kadir olduğun halde affettiğin için hamt olsun sana. Hilmin, sana karşı gelmeye beni cür’etlendiriyor; kusurlarımı örtmen, benim hayamın az olmasına sebep oluyor; affının büyüklüğüne ve rahmetinin genişliğine olan marifetim, beni günah işlemeğe cüretkâr ediyor.

Ey Halim, ey Kerim, ey diri olan, ey yaratıkları var edip koruyan, ey günahları affeden, ey tevbeleri kabul eden, ey bahşişi büyük ve ey ihsanı sürekli olan! Güzelce kusurları örtmen hani? Büyük affın nerede? Hemen kazanılabilen kurtuluşun hani? Acil yardımın ve geniş rahmetin hani? Değerli bahşişlerin, güzel bağışların sonsuz lütufların büyük kerem ve nimetlerin, kadim ve ezeli ihsanın nerededir? Ey Kerim, keremin nerededir? Keremin hürmetine, Muhammed ve Muhammed’in Ehl-i Beyt’inin hürmetine, beni kurtuluşa erdir. Rahmetinin hürmetine, beni kurtar. Ey her işi iyi ve güzel olan Allah, ey nimet veren ve ey lütuf sahibi! Ben, azabından kurutulmak için amellerime değil, senin bize olan lütuf ve ihsanına güveniyorum. Çünkü, sensin korkulmaya layık olan ve sensin affetmeğe layık olan. Önce nimetler vererek kulların hakkında ihsanda bulunursun, sonra kereminle günahlarını affedersin. Bilmiyorum hangisinin şükrünü yerine getireyim: Bana verdiğin güzel nimetlerin mi? Üzerine perde çektiğin (örttüğün) kötü yönlerimin mi? Zor imtihanları bana kolaylaştırıp onların çoğundan beni selametle kurtarmanın mı?

Ey sana sevgi besleyenin dostu, ey sana sığınanın ve herkese olan bağlılığını kesip sadece sana alaka bağlayanın gözünün ışığı! Sensin her işi iyi olan ve biziz kötü amel sahibi; öyleyse ey Rabbim, kendi güzelliğinle kötü yönlerimizi bağışla. Ey Rabbim; senin lütuf ve ihsanının kapsamadığı bir cehalet mi var? Ve senin hilim ve yumuşaklığını tüketen bir zaman mı var? Amellerimizin, senin nimetlerinin karşısında bir değeri yoktur. Senin sonsuz kereminin karşısında kötü amellerimizi nasıl çok sayabiliriz?! Ey Rabbim; senin sonsuz merhametin, günahkârları nasıl kapsamına almaz?! Ey mağfireti hesapsız olan, ey rahmet eli daima açık olan!

Ey mevlam! Eğer beni, katından ve rahmet kapından uzaklaştırsan bile ant olsun izzetine kesinlikle kapından geri dönmem ve sana yalvarmaktan vazgeçmem. Çünkü senin kerem ve ihsan sahibi olduğunu iyice biliyorum. İstediğin işi yaparsın, istediğini -istediğin kadar ve istediğin şekilde- azaplandırırsın. İstediğine -istediğin kadar ve istediğin şekilde- merhamet edersin. Yaptıkların hakkında kimse seni sorguya çekemez. Mülkünde sana karşı gelinemez. Yönetiminde ortak olamaz. Hükmüne muhalefet olunmaz. Tedbirinde hiç kimse sana itiraz edemez. Yaratmak ve hüküm sana mahsustur. Alemlerin Rabbi olan Allah’ın şanı yücedir.

Ey Rabbim; sana yönelen, keremine sığınan ihsan ve nimetlerini tanıyan bir kulun olarak kapına gelmişim. Sensin affını günahkârlara çok görmeyen cömert. Fazlın eksilmez ve rahmetin azalmaz. Biz, senin kadim ve ezeli affına, sonsuz lütuf ve rahmetine güveniyoruz. Ey Rabbim; acaba bizimle, sana olan umut ve beklentimizin aksine mi muamele edeceksin?! Veya, umutlarımızı boşa mı çıkaracaksın?! Hayır! Kesinlikle. Ey Rabbim! Senin hakkında böyle bir zanna sahip değiliz ve senin dergahına olan umudumuz bu değildir.

Senden arzu ve beklentimiz çok büyüktür. Sana karşı günah işledik, ama arzumuz günahlarımızı örtmendir. Seni çağırdık, ümidimiz duamıza icabet etmendir. Arzumuzu gerçekleştir, ey mevlamız! Yaptıklarımızın karşısında neye müstahak olduğumuzu biliyoruz. Ama sen halimizi biliyorsun. Biz de biliyoruz ki, sen katından bizleri eli boş geri çevirmezsin. Biz senin rahmetine layık olmasak da, sen, sonsuz lütfünun gereği bize ve günahkârlara ihsanda bulunmaya layıksın. Layık olduğun şeyin hürmetine bize ihsanda bulun. Bize ihsan ve bağışta bulun; çünkü senin bağışına muhtacız.

Ey çok bağışlayan; senin nurunla hidayete erdik, fazl ve ihsanınla gâni olduk; nimetinle sabahladık ve akşam ettik. Günahlarımız sana aşikârdır. Allahım, senden af diliyoruz ve tekrar sana dönüyoruz. Sen, bize çeşitli nimetler vererek şefkat gösteriyorsun. Biz ise bunun karşısında günah işliyoruz. Senin hayrın daima bize inmektedir, bizim ise fenalığımız sürekli sana gelmektedir. Her zaman kerim bir melek kötü amelimizi senin huzuruna getirir; ama, bu (amelimizin kötü olması) bize, bol bol zahirî ve batinî nimetler vermene engel olmuyor. Her şeyden münezzehsin. Yarattığında ve tekrar dirilttiğinde hilmin, keremin ve lütfün sonsuzdur. İsimlerin mukaddestir, medhin yücedir. Tüm eser ve nişanelerin güzeldir. Allahım! Senin lütuf ve hilmin o kadar büyük ve çoktur ki, asla beni hatalarım ve kötü işlerimle değerlendirmezsin.Ey Mevlam! Ey mevlam!Ey Mevlam! Bağışla bizi; bağışla bizi; bağışla bizi.

Allahım, bizi, kendini anmaya muvaffak et. Gazabından aman ver, azabından uzak eyle, bahşişlerinden bize de nasip eyle. Bize, evini (Ka’beyi) ve Peygamber’inin kabrinin ziyaretini nasip eyle; salat, rahmet, mağfiret ve hoşnutluğun ona ve Ehl-i Beyt’ine olsun. Muhakkak ki sen -kullarına- yakın ve onların duâlarına icabet edensin. Her yaptığımızı kendin için itaat kıl. Bizi, kendi dininin ve Peygamber’inin (Allah’ın salat ve selamı ona ve Ehl-i Beyt’ine olsun.) sünneti üzerine öldür.

Beni ve anne-babamı bağışla. Onlara merhamet et. Beni onlar büyüttü; hakkımdaki ihsanlarına karşı onlara ihsanda bulun, Onların günahlarını bağışla.

Mü’min erkekleri ve kadınları, onların dirilerini ve ölülerini bağışla. Bizleri hayır işlerde onlara takipçi kıl.

Allahım, dirimizi, ölümüzü, huzurda olanımızı ve olmayanımızı, erkeğimizi, kadınımızı, küçüğümüzü, büyüğümüzü, efendimizi ve kölemizi (bunların hepsini) affet. Allah’dan dönenler yalan dediler ve onlar zor bir sapıklığa düştüler ve onlar açık bir hüsrana uğradılar.

Allahım; Muhammed’e ve Muhammed’in Ehl-i Beyt’ine salat et. İşimi hayırla sonuçlandır. Önemli dünya ve ahiret işlerimde bana yardımcı ol. Bana acımayanı, bana musallat etme. Kendi katından bana daima bir koruyucu nasip eyle. Verdiğin güzel nimetleri elimden alma. Kendi lütuf ve kereminden bol, helal ve temiz rızık bana nasip eyle.

Allahım; beni korumana al, her beladan koru ve beni kendin himaye et. Bu yıl ve her yıl bana kendi evinin (Ka’be’nin) ziyaretini nasip eyle. Peygamber’inin kabrinin ziyaretini ve İmamların ziyaretini (Allah’ın salat ve selamı onlara olsun) nasip eyle. Ey Rabbim; o kutsal ve şerefli yerlerde bulunmaktan beni mahrum bırakma.

Allahım; bana, bir daha günah etmemek üzere tövbe etmeği nasip eyle. Kalbime, iyi iş yapmayı ilham eyle; iyi olana amel etmeyi, gece, gündüz ve beni yaşattığın sürece senden korkmayı, bana nasip eyle, ey alemlerin Rabbi!

Allahım; ne zaman sana ibadet etmeğe hazırlandımsa ve namaz kılmak için sana yöneldimse bana dalgınlık ve uyku verdin, sana yalvarış ve münacat halini benden aldın. -Allahım- neden böyle bir duruma düştüm? Ne zaman ıslah olduğumu ve tövbe edenlerin toplantılarına katılmaya yakın olduğumu sandımsa azmimi kıran ve sana kulluk etmeğe engel olan önemli bir hadiseyle karşı karşıya kaldım. Ey mevlam yoksa beni kapından kovmuş ve hizmetinden kenara mı itmişsin?

Belki de, senin hakkını hafife aldığımı gördüğün için beni kendinden uzaklaştırmışsın. Veya senden yüz çevirdiğimi gördüğün için bana gazap etmiş veya beni yalancılardan sayıp da teveccühünden atmışsın veya nimetlerinin şükrünü yerine getirmeyen bir kul olduğumu gördüğün için beni mahrum etmişsin veya alimlerin toplantısından uzak olduğum için beni aşağılamış veya beni gafillerden sayıp dolayısıyla rahmetinden ümidimi kesmişsin. Veya başı boş insanların toplantılarına meyil ettiğimi görüp beni onlara dost kılmışsın veya benim duâmı işitmek istemediğin için beni dergahından uzaklaştırmışsın veya suçum, günahım ve senden utanmadığım için beni cezalandırmışsın. Ey Rabbim! Eğer beni affetsen bu sana yaraşır; nitekim, benden önce nice günahkârları sen affettin. Çünkü -Ey Rabbim- senin lütuf ve keremin günah işleyen kulları cezalandırmaktan daha yücedir; ben de senin lütfüne sığınıyorum. Gazabından senin merhametine doğru kaçıyorum. Affın hakkında iyi kanaate sahip olana mağfiretin muhakkaktır.

Allahım! senin fazl ve hilmin o kadar büyük ve geniştir ki, hiç bir zaman beni amel ve günahımdan dolayı aşağılamazsın. Ey Mevlam! Ben neyim ve değerim nedir ki?!Ey Mevlam! Lütuf ve keremin hürmetine beni bağışla. Kusurlarımı ört. Zatının azameti hürmetine günahımdan geç.

…Ey Mevlam! Ben, senin büyüttüğün küçüğüm; ilim bahşettiğin cahilim; hidayet ettiğin yolunu kaybedenim; yücelttiğin hakirim; güvence verdiğin korkanım; doyurduğun aç ve suya kandırdığın susamışım; giyindirdiğin çıplağım; zenginleştirdiğin fakirim; güçlendirdiğin zayıfım; aziz ettiğin zelilim; şifa verdiğin hastayım; bağışta bulunduğun dilenciyim; günahını örttüğün günahkârım; hatasını bağışladığın hatakârım; (neslini) çoğalttığın azım; yardım ettiğin mustazafım; huzuruna kabul ettiğin kovulmuşum.

Ey Rabbim! Ben, gizlide senden hayâ etmeyen utanıp çekinmeyen, açıkta seni gözetmeyen zavallıyım. Ben, büyük musibetler sahibiyim. Ben, Mevlasına karşı çıkan cüretkârım. Ben, gökyüzünün güçlü Rabbine isyan eden biriyim. Ben, büyük günah yolunda malını harcayanım. Ben, büyük günahlara doğru koşanım. Bana mühlet verdin, kendime gelmedim. Günahlarımı örttün, çekinmedim. Günah işlemekte haddi aştım. Beni gözünden düşürdün, yine kendime gelmedim. Ama sen hilminle bana mühlet verdin; kereminle kusurlarımı örttün; bana karşı kusurlarımı hiç görmemiş gibi davrandın; benden hayâ ediyormuşsun gibi günahlarımın azabını benden uzaklaştırdın.

Allah’ım! Günah işlediğim zaman, senin Rablığını inkâr ederek, emrini hafife alarak, azabına göğüs gererek, tehdidini umursamayarak günah işlemedim. Bir hataydı oldu; nefsim onu bana güzel gösterdi; heva ve hevesim bana galip geldi; bedbahtlığım buna yardımcı oldu. Diğer taraftan kusurlarımı örtmene, aldandım. Böylece, sana isyan ettim, emrine muhalefete kalkıştım. Şimdi senin azabından kim kurtaracak beni?! Yarın davacılarımdan kim koruyacak beni?! Eğer tutunacağım ipi çekip koparırsan, kimin ipine tutunurum ben?! Amel defterimin açılacağı gün vay benim halime! Eğer kerem ve sonsuz rahmetine ümit etmeseydim ve rahmetinden ümit kesmemi yasaklamamış olsaydın, yaptıklarımı hatırladığımda tamamen ümitsizliğe kapılırdım, ey çağırılanların en hayırlısı ve ey ümit edilenlerin en üstünü!

Allah’ım! İslam’a olan bağlılığımla sana yöneliyorum. Kur’an’ın hürmetine sana güveniyorum. Ümmî, Kureyşî, Haşimî, Arabî, Tihamî, Mekkî ve Medenî olan Peygamber’in aşkına, sana yaklaşmayı ümit ediyorum. O halde, imanla olan tanışıklığımı yabancılığa çevirme. Mükâfatımı, senden başkasına ibadet eden kimsenin mükâfatı gibi kılma. Çünkü insanlardan bir grup, kanlarının dökülmesini önlemek için dilleriyle iman ettiler ve arzuladıklarına kavuştular. Biz ise, bizi bağışlayasın diye sana dilimiz ve kalbimizle iman ettik. Öyleyse bizi de arzuladığımıza kavuştur; sana olan ümidimizi kalbimizde sabitleştir; bizi hidayete kavuşturduktan sonra kalbimizi saptırma ve kendi katından bize bir rahmet ihsan et; şüphesiz sen, bol ihsan sahibisin.

Andolsun izzetine, kalbime ilham olan bilgiye dayanarak senin kerem ve geniş rahmet sahibi olduğunu bildiğim için, beni kovsan dahi, kapından ayrılmam ve sana yalvarmaktan vazgeçmem. Kul, mevlasından başka kime gidebilir?! Yaratılan, kendisini yaratandan başka kime sığınabilir?! Allah’ım! Beni (kıyamet günü) ağır zincirlere vurup insanların arasında ihsanını benden kessen, insanların gözlerini kusurlarımı görmeye açsan, ateşe sürüklenmemi emretsen ve benimle iyi kulların arasında ayrılık düşürsen, yine de senden ümit kesmem; affına olan ümidimden vazgeçmem; senin sevgin hiçbir zaman kalbimden çıkmaz. Ben, hiçbir zaman verdiğin nimet ve ihsanlarını ve dünyada kusurlarımı örtmeni unutmam.

Ey Mevlam! Dünya sevgisini kalbimden çıkar. Beni, peygamberlerinin sonuncusu Muhammed Mustafa -Allah’ın salatı ona ve âline olsun- ve yarattıklarının içinden seçtiğin Ehl-i Beyt’iyle bir araya getir. Beni, tövbe ehli ve gerçekten sana yönelenlerin makamına ulaştır. Beni kendi halime ağlamaya muvaffak eyle. Gerçekten ömrümü boş şeyler ve boş arzularla geçirdim. Nefsimin hayrından ümit kesenlerin durumuna düştüm. Bu halimle kabre intikal edecek olursam, hali benden daha kötü olan kim olabilir?! Orayı, rahatlayabileceğim bir yer olarak hazırlamış değilim; salih amelle orada yatmak için bir sergi sermiş değilim. Nasıl ağlamayayım?! Oysa gidişimin nereye varacağını bilmiyorum; nefsimin beni aldattığını, günlerimin beni yanılttığını ve ölümün (kartal gibi) başım üzerinde kanat açtığını görüyorum. O halde, neden ağlamayayım?! Ruhumun bedenden ayrılacağı ana ağlıyorum! Kabrimin karanlığına ağlıyorum! Lâhdimin (mezarımın) darlığına ağlıyorum! Münker ve Nekir’in beni sorguya çekecekleri ana ağlıyorum! Kabirden çıplak, zelil ve yaptıklarımın ağır yükünü sırtımda taşıdığım bir vaziyette çıkacağım ana ağlıyorum! O gün (şaşkınlık içerisinde) bazen sağıma ve bazen de soluma bakacağım. O gün herkes kendi işiyle meşgul olacaktır. O gün herkesin kendine yeter bir işi vardır. Nice yüzler o gün parıl parıl parlar, güler, sevinir. Ve nice yüzler o gün toz toprakla bulanır, üstlerine bir karanlık çöker ve zillet kaplar.

Ey Mevlam! Güvenim, itimadım, ümidim ve tevekkülüm sanadır; bağlılığım senin rahmetinedir. Sen dilediğini rahmetine ulaştırırsın ve sevdiğini kerametinle doğru yola iletirsin. Kalbimi şirkten temizlediğin için sana hamd olsun; dilimi seni anmaya açtığın için sana hamd olsun. Bu kusurlu dilimle sana şükredebilir miyim?! Her ne kadar iyi ameller yapmaya çalışsam da senin rızanı kazanabilir miyim?! Ey Rabbim! Şükrünün karşısında dilimin kıymeti ne ki?! İhsan ve nimetlerinin karşısında amelimin değeri ne ki?!

Allah’ım! Bahşiş ve keremin beni ümitlendirmiştir; lütuf ve keremin amelimin kabul olmasına sebep olmuştur. Ey Mevlam! Yönelişim sanadır; korkum sendendir ve ümidim sanadır. Ümidim, beni sana getirmiştir. Ey Yegane Mevlam! Himmetimi sana bağladım; senin katındakine yönelmişim; en samimi ümidim sanadır; en gerçek korkum sendendir; sevgim seninle tanışıktır; elim sana doğru uzanmıştır ve korkum sana itaat etme ipine bağlanmıştır.

Ey Mevlam! Seni anmakla kalbim dirilmiştir. Seni çağırmakla korkunun acısını kendimden uzaklaştırmışım. Ey Mevlam, ey umudum ve ey en son isteğim! Benimle, daima senin itaatinde olmama engel olan günahlarımın arasına ayrılık düşür. Sana olan her zamanki ümidim ve üzerine farz kıldığın şefkat ve rahmetine olan büyük ihtirasımdan dolayı hacetimi senden istiyorum. Hüküm senindir; ortağın yoktur. Yaratıklarının hepsi senin rızkınla rızıklanmakta ve senin yed-i kudretindedirler. Her şey senin karşında boyun eğmektedir. Pek yücesin, ey âlemlerin Rabbi!

Allah’ım! Hüccetim kesilip delilsiz kalacağım, dilimin sana cevap vermekten âciz kalacağı ve sorgulaman karşısında aklımın karışacağı gün (kıyamet günü) bana acı. Ey büyük ümidim! En çok muhtaç olduğum zaman (kıyamet gününde) kereminden beni mahrum eyleme. Cehaletimden dolayı beni katından kovma. Sabrımın azlığından dolayı lütfünü benden kesme. Fakir olduğum için bana ihsan eyle. Güçsüz olduğum için bana merhamet et. Ey Mevlam! İtimadım, güvenim, ümidim ve tevekkülüm sanadır. Bağlılığım senin rahmetinedir. Muhtaçlık yükümü senin ihsan kapına indiriyorum. Senin kerem ve bağışını göz önünde bulundurarak hacetimi sana bildiriyorum. Ey Rabbim! Keremini ümit ederek sana yakarıyorum. İhtiyacımın giderilmesini senin katında umuyorum. Fakirliğimi senin zenginliğinle gidermek istiyorum. Senin affınla ayakta duruyorum. Senin kerem ve bahşişine göz dikiyorum. Bana ihsanda bulunmanı umuyorum. O halde, beni ateşte yakma; sensin benim ümidim. Beni cehenneme yerleştirme; sensin benim gözümün ışığı.

Ey Mevlam! İhsanına olan iyi kanââtimi boşa çıkarma; gerçekten güvenebileceğim tek sığınak sensin. Benim fakir olduğumu (senin lütfüne muhtaç olduğumu) çok iyi bildiğin halde katındaki sevaptan beni mahrum eyleme. Allah’ım! Ecelim yaklaşmış da amelim beni sana yakınlaştırmamışsa, günahımı itiraf edişimi özür dilememe vesile kılıyorum. Allah’ım! Eğer affedecek olursan, affetmeye senden layık kim var?! Ve eğer azaplandırırsan, hükümde senden daha adil kim var? Bu dünyada garipliğime, ölüm anında kederime, kabirde yalnızlığıma ve lâhitte tenhalığıma merhamet et. Hesap vermek için huzuruna vardığımda zelilliğime acı. İnsanların bilmediği günahlarımı bağışla. Her zaman kusurlarımı ört. Ölüm döşeğine düştüğümde, dostlar başıma toplanıp beni sağa sola hareket ettirdiklerinde bana merhamet et. Gusül için yatırılıp salih komşularım tarafından sağa sola çevrildiğimde bana lütufta bulun. Cenazem akrabalarım tarafından taşındığında bana merhamet et. Bu dünyadan ayrıldığımda ve senin huzuruna varmak için tek başıma kabre koyulduğumda bana ihsanda bulun. Yeni evimde (kabirde) garipliğime (yalnızlığıma) acı ki senden başkasına menus olmayayım.

Ey Mevlam! Beni kendi başıma bırakacak olursan, helak olurum. Ey Mevlam! Hatalarımı bağışlamadığın takdirde kime sığınabilirim?! Ölüm döşeğinde senin lütfünle ulaşamadığım takdirde kime yakarabilirim?! Kederimi gidermediğin takdirde kime iltica edebilirim?!Ey Mevlam! Senden başka kimsem yok benim. Eğer sen bana merhamet etmezsen, kim bana merhamet eder?! Yoksulluk günümde, senin fazl ve ihsanın beni kapsamına almazsa, kimin fazl ve ihsanını ümit edebilirim?! Ecelim yetiştiğinde günahlarımın affı için hangi kapıyı çalabilirim?!

Ey Mevlam! Sana ümit bağladığım halde beni azabına duçar etme. Allah’ım! ümidimi gerçekleştir ve korkumu güvene çevir. Günahlarımın çokluğundan dolayı sadece senin affını ümit ediyorum. Ey Mevlam! Hakketmediğim şeyi senden istiyorum. Çünkü sen takva ve mağfiret ehlisin (senden çekinilmeli ve senin affına sığınılmalıdır); öyleyse beni affet. Lütfünden bana kötü yönlerimi örtecek bir elbise giyindir. Hatalarımı bir daha onlardan dolayı hesaba çekilmemek üzere bağışla. Şüphesiz, senin ihsanın kadimdir; affın büyüktür ve büyüklüğünle kullarının hatalarından geçersin. Allah’ım! Sen bir kerimsin ki, ihsanın istemeyenlere ve hatta Rabliğini inkâra kalkışanlara bile daima ulaşır. Öyleyse Ey Mevlam! Hacetini senden isteyeni, yaratan ve işleri tedbir edenin yalnız sen olduğuna inananı kapından nasıl boş çevirirsin?! Bereket sendendir; sen yücesin ey âlemlerin Rabbi. Ey Mevlam! Âciz kulun senin kapına gelmiştir. Muhtaçlık onu senin huzuruna getirmiştir. Dua etmekle senin ihsan kapını çalıyorum. Lütuf ve keremin hürmetine benden yüz çevirme. Dile getirdiklerimi kabul buyur. Seni çağırdığım gibi beni reddetmeyeceğini umuyorum. Çünkü senin çok şefkat ve rahmet sahibi olduğunu biliyorum. Allah’ım! Sen, hacetini isteyene ihsanda bulunmaktan yorulmayan bir kerimsin ve bu senden bir şeyi eksiltmez. Sen, kendin vasfettiğin gibisin ve bizim vasfımızdan çok yücesin.

Allah’ım! Senden güzel sabır, yakın kurtuluş, doğru konuşan dil ve büyük mükâfat istiyorum. Ey Rabbim! Bildiğim ve bilmediğim her hayrı senden istiyorum. Allah’ım! Senden salih kullarının istedikleri şeylerin en hayırlısını istiyorum. Ey kendisine el açılanların en hayırlısı ve ey bahşiş edenlerin en cömerdi! Kendim, ailem, annem, babam, çocuklarım, yakınlarım ve din kardeşlerimle ilgili isteklerimi gerçekleştir. Yaşayışımı güzel kıl. Yiğitlik vasfını bende aşikâr et. Bütün hallerimi ıslah et. Beni ömrü uzun, ameli iyi, nimetini kendisine tamamladığın, kendisinden hoşnut olduğun ve baştan başa mutluluk, keramet ve rahatlık dolu temiz bir hayatla yaşattığın kimselerden kıl; sen dilediğini yaparsın. Senden başkası her istediğini yapamaz. Allah’ım! Beni kendi tarafından özel bir şekilde anılmaya layık kıl. Geceler ve gündüzler sana yakın olmak için yaptığım amelleri riya, gösteriş ve duyulup övülme tutkusundan uzak tut. Beni senin karşında eğilen ve huşu eden kullarından eyle. Allah’ım! Razkımı bol, vatanımı emniyetli kıl. Ailemi, evladımı ve mal varlığımı benim için göz aydınlığı ve sevinç vesilesi kıl. Bana verdiğin nimetleri elimden alma. Cismime sağlık ve bedenime kuvvet, dinime sağlık ver. Beni yaşattığın müddetçe kendi itaatine ve elçin Muhammed’in -Allah’ın salat ve selamı ona ve Ehl-i Beyt’ine olsun- itaatine muvaffak eyle. Beni kendi katından indirdiğin her çeşit hayır ve bereketten fazlasıyla nasibini alan kullarından kıl. Beni (özellikle) Kadir gecesinde indirdiğin hayır ve bereketten en çok nasibini alan kullarından eyle. Her yıl kullarına indirdiğin rahmet ve giydirdiğin afiyet giysisinden bana da nasip eyle. Beni, üzerlerinden belaları kaldırdığın, iyi amellerini kabul buyurduğun ve fenalıklarına göz yumduğun kullarından eyle. Bu yıl ve her yıl bana, Beyt-i Haram’ı (Kâbe’yi) ziyareti nasip eyle. Ve sonsuz fazlından bana bol rızk ver.

Ey Mevlam! Tüm fenalıkları benden defet. Eziklik duymamam için borcumu ve üzerimde olan kul haklarını eda eyle. Bana zulmetmeye kalkışanların, düşmanlarımın ve beni çekemeyenlerin gözlerini ve kulaklarını benden uzaklaştır. Beni onlara galip et. Gözümü ışıklı ve kalbimi mutlu kıl. Hüzün ve kederimi, rahatlık ve ferahlığa çevir. Yaratıklarından, bana kötülük etmeye kalkışanı ayaklarım altına düşür (zelil eyle).

Beni, şeytanın, sultanın ve kötü amellerimin fenalıklarından koru. Beni tüm günahlardan arındır. Lütfünle beni cehennem ateşinden kurtar. Rahmetinle beni cennete götür. Fazlınla cennet hurileriyle evlenmeyi bana nasip et. Beni salih evliyan Muhammed ve onun temiz, üstün ve seçkin Ehl-i Beyt’iyle birlikte mahşur eyle. Salat ve selamın onlara, onların bedenlerine ve ruhlarına olsun. Allah’ım ve Mevlam! Andolsun izzet ve celaline, eğer beni günahlarımdan dolayı hesaba çekecek olursan, ben de senin affını öne sürerim. Eğer beni cimriliğimden dolayı hesaba çekecek olursan, ben de senin keremine sığınırım. Eğer beni ateşe atarsan, ben yine cehennem ehline seni sevdiğimi söylerim.

Allah’ım ve Mevlam! Eğer mağfiretin itaat ehli ve evliyana has olursa, günahkârlar kime yakarsınlar?! Sadık kimselerden başka hiç kimseye ikram ve ihsan etmeyecek olursan, kötü insanlar kime sığınsınlar? Allah’ım! Eğer beni cehenneme atacak olursan, buna düşmanın (şeytan) sevinir. Ve eğer beni cennete götürürsen, buna Peygamber’in sevinir. Allah’a andolsun, Peygamber’inin sevinmesinin düşmanının sevinmesinden sana daha sevimli olduğunu biliyorum. Allah’ım! Kalbimi sana sevgi, senden korku, kitabına tasdik, sana iman ve sana kavuşma sevinci ile doldurmanı niyaz ediyorum; ey celal ve ikram sahibi!

Sana kavuşmayı bana sevimli kıl ve benim de sana varmamı kendine sevimli kıl. Sana vardığımda bana esenlik, kurtuluş ve keramet nasip et. Allah’ım! Beni geçmiş salihlere kavuştur ve kalan salihlerden eyle; salihlerin yolundan gitmeyi bana nasip et. Salihleri kendi nefislerine galip eylediğin gibi beni de kendi nefsime galip et.

Amelimi en iyi şekilde sonuçlandır. Rahmetinle amelimin mükafatını cennet kıl. Beni, bana verdiğin şeylerden razı olduğun şekilde yararlanmaya muvaffak eyle. Bana dinde sebat ver. Ey Rabbim! Beni kurtardığın fenalığa bir daha döndürme. Ey âlemlerin Rabbi Allah’ım! Senden ancak, sana kavuşmakla sonuçlanan bir iman gücü istiyorum. Beni yaşattığın sürece böyle bir imanla yaşat, böyle bir imanla öldür ve böyle bir imanla mahşur et. Amelimde ihlaslı olmam için kalbimi dininde riyadan, şüpheden ve duyulup övülme tutkusundan uzak tut. Allah’ım! Bana dinini kavrama, hükmünü ve ilmini anlama kabiliyeti, rahmetinden iki kanat ve günahlardan sakınma gücü ver.

Nurunla yüzümü ak et. Katında olana beni rağbetli kıl. Beni kendi yolunda ve Peygamber’inin dini üzerine öldür. Allah’ın salat ve selamı ona ve onun Ehl-i Beyt’ine olsun. Allah’ım! Tembellikten, yorgunluktan, hüzünden, korkudan, cimrilikten, gafletten, katı kalplilikten, zilletten, düşkünlükten, fakirlikten, her türlü beladan, gizli ve açık kötülüklerden sana sığınırım. Kanaat etmeyen nefisten, doymayan karından, huşu etmeyen kalpten, kabul olunmayan duadan, faydası olmayan amelden sana sığınırım. Ey Rabbim! Nefsim, dinim, dünyam ve bana verdiğin tüm nimetler hususunda, rahmetinden kovulmuş olan Şeytan’ın şerrinden sana sığınıyorum. Muhakkak sen işiten ve bilensin. Allah’ım! Senin gazabından hiç kimse kurtaramaz beni. Senden başka sığınılacak birini bulamıyorum. Bu durumda, beni azabının hiçbir çeşidine duçar eyleme. Beni helakete ve acı azabına doğru sürükleme. Allah’ım! (Amellerimi) Benden kabul eyle. Ad ve şanımı yücelt. Günahlarımı dök. Hatalarımla beni anma. Meclisimin sevabını, konuşma ve duamın mükâfatını kendi rızan ve cennetin kıl.

Senden istediklerimin hepsini bana ver ey Rabbim! Fazl ve rahmetini bana artır. Benim sana rağbetim çoktur, ey âlemlerin Rabbi! Allah’ım! Sen Kitabında, haksızlık yapanı affetmemizi buyurmuşsun. Gerçekten biz kendimize zulmettik; o halde bizi affet. Şüphesiz sen affetmeye bizden daha layıksın. Sen bize, dilenciyi kapımızdan boş çevirmememizi emrettin. Ben de bir dilenci olarak kapına geldim; hacetimi vermeden beni geri çevirme. Bize, elimizin altında olanlara iyilik yapmamızı emrettin. Biz de senin kullarınınız; bizi cehennem ateşinden kurtar. Ey kederli anımda sığınağım! Ey zor anlarımda elimden tutan! Sana sığındım ve senden yardım diledim. Senden başkasına sığınmıyorum; senden başkasından kurtuluş ummuyorum. O halde, bana yardımcı ol ve kederlerimi kalbimden gider. Ey esirleri kurtaran ve ey çok günahları affeden! Az itaatimi kabul eyle ve çok günahlarımı bağışla. Sensin merhametli ve çok bağışlayan. Allah’ım! Senden, kalbimden hiçbir zaman çıkmayan kâmil ve sabit bir iman, hakkımdaki takdirlerinden başka hiçbir şeyin bana ulaşamayacağını bilmeme sebep olacak kâmil bir yakîn niyaz ediyorum. Hayatımda bana verdiğin şeylere beni razı ve hoşnut eyle; ey merhametlilerin en merhametlisi!

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir